Bu sayfayı yazdır

İletişime Giriş ve Propaganda: Deus Vult!

14 Şub 2016

Bir süredir İletişimbilim ve Propaganda üzerine yazmak istiyordum. Fırsat bulunca, şöyle bir notlarımı paylaşayım dedim. Dört başı mamur bir yazı değil, ama "iletişim nedir"den, propaganda kavramına uzanan, pek derinlikli olmasa da birkaç noktaya dikkat çeken bir yazı olacak.

Önce Fizik Vardı

Bilimlerin temeli fiziktir. Fizik, var olanın bilimidir diyebiliriz. Kullandığı dile de, matematik diyelim. Öyleyse, evrendeki her şey, esasında bir fiziki meseledir ki, değerli hocam İskender Öksüz'ün "Millet ve Milliyetçilik" kitabının başında bunu anlatan çok güzel bir pasaj vardır, okuyunuz derim. Hülasa, şiir de bir fiziki meseledir: Edebidir, evet. Ama biyolojiktir de: Şiiri yazan adamın beynindeki nöronlar, o sözcükleri, cümleleri yaratmasını sağlar. (Steven Pinker'ın dediği gibi, kurulan her cümle, evrende ilk defa kuruluyordur.) E o zaman kimyasaldır da: Nöronlar kimyasal tepkimelerle mesaj üretir. Kimyasal ise, fizik meselesidir diyebiliriz: Neticede kimyasal tepkimeler fiziki bir takım özelliklerden ileri gelir. 

Fizik bilimine göre, dört temel kuvvet bildiğimiz her şeyi etkiler ve yaratır: Kütle Çekim Kuvveti, Elektromanyetik Kuvvet, Zayıf Nükleer Kuvvet, Güçlü Nükleer Kuvvet. Bu kuvvetlerden nükleer olanlar atom çekirdeğinin oluşmasını sağlarken, diğerleri basitçe atomlar arası etkileşimi sağlar. Bu kuvvetler sayesinde madde bir araya gelebilir, etkileşebilir, canlılığı var edebilir. İnsanoğlu da madde ve bilinç fonksiyonundan oluşur. İnsanoğlu da atomlar gibi etkileşime girer, bir araya gelir. Yani Bilgi Teorisi yazımda ucundan değindiğim gibi, iletişim yalnızca "edebiyat" değildir, başka bir taraftan bakmaya çalışırsak, çok ilginç şeyler görebiliriz.

Fiat Homo

İnsanoğlunun beyni, atomun çekirdeği gibidir. Bu "bölge"ye has kuvvetler ve özellikler, insanoğlunun "iç iletişim"ini yaratır ve düzenler. Ünlü düşünür Spinoza, "fırlatılan bir taşa sorsaydık o da kendi isteğiyle hareket ettiğini söylerdi" diyor gerçi, biz diyelim ki insanoğlunun iletişimsel varlığı geçmişini, bugününü ve geleceğinin muhtemel senaryolarını kapsayan bir bilgi paketidir. Bebeklikten hatta anne karnından itibaren insanoğlu dış dünyadan gelen "mesaj"lara maruz kalır. Bir gezegenin kütle çekimine maruz kalması gibi birçok kuvvet bebeklikten erişkinliğe insanoğlunu etkiler.

Sesler, görüntüler, beynimizde şekillenen fikirler, dokunma duyumuzun uyarılması… Sürekli bunlara maruz kalırız ve pek azını bilinçli bir şekilde fark ya da tespit ederiz. İnsanoğlunun atom çekirdeğini, yani bilincini, maruz kaldığı bütün kuvvetler ile, bunlara nazaran daha dar bir alanı kapsasa da, daha güçlü olan "aktif bilinci" oluşturur. 

Homo Factus Est

Düşüncelerimiz, yönelimlerimiz, tutum ve davranışlarımız kimi zaman aktif bilincimizin ihtiyari kararlarıyla, kimi zaman bilinçaltımızın, kimi zaman kolektif bilinçdışının, kimi zaman genetik içgüdülerimizin itkilemesiyle şekillenir ve ortaya çıkar. Artık insan, sorulara cevap verebilme özelliği kazanmış bir "fırlatılmış taş"tır.  Farklı atomların etkileşmesi gibi, insanlar da birbirleriyle etkileşir, buna "iletişim" diyoruz. 

Bireyin iç iletişiminin yanında, bireyler arası iletişim, iletişimbiliminin başlıca konusudur, buna "kişilerarası iletişim" denir.

Klasik biçimiyle iletişim bir kaynaktan, bir ortamda, bir araç ve kanal vesilesiyle bir alıcıya doğru gerçekleşir. Sözlü bir ileti, örneğin görsel bir iletiden ortam, araçlar ve kanallar cihetinden ayrılır. İletinin kaynaktan çıkarkenki semantik anlamı ile, alıcıdaki yorumlama sonucu edindiği anlam farklı olabilir. Öyleyse her ileti bir kodlama ve kod çözüme konu olur. Dil, en yaygın kodlama araçlarındandır. Fakat bu kodlamanın alt kodlamaları da sözkonusudur. Ortam ve bağlam, bu kodlamaların çıktısını belirler. Kodlama-kod çözme meselesine yine Bilgi Teorisi yazımda değinmiştim, şiddetle, ısrarla öneriyorum. 

"Lisan, daima insanları aldatan bir şeydir. Bir kelimeyi muhtelif ağızlardan işittiğiniz zaman, hepsinin bu kelimeden aynı mânâyı murat ettiğini zannetmeyiniz. Aynı kelime, bir hatipten diğer hatibe, bir muharrirden diğer muharrire geçerken mânâsını değiştirebilir. Çünkü, kelimeler, insanlar arasında müşterek timsâllerden ibarettir. Mefhum ise iptida bir şahsın, sonra da ilmî yahut edebî bir mektebin hususî bir telâkkisidir. Aynı zamanda muhtelif hususî telâkkileri ifade için kullanılan bir kelime şüphesiz hiç birisini hakkile ifade edemez. İlmî münakaşalarda bir çok iltibasların, sui tefehhümlerin husule gelmesi bu halin bir neticesidir. Muhtelif zümrelerde, muhtelif telâkkilere delâlet eden kelimelerden biri de ilim tâbiridir." Ziya Gökalp'in bu sözleri, günümüzde göstergebilim dediğimiz disiplinin temelini oluşturur. Bir "gösteren" ve "gösterilen"den oluşan "gösterge"ler, iletişimin yapıtaşlarıdır. Detaylı bir konu olduğundan, göstergebilimi bütün yönleriyle ele almayacağım, sadece şunu söyleyeyim ki fotoğraflar, harfler, sözcükler, semboller, ikonlar; hepsi birer göstergedir ve insanların iletişimi ancak bu göstergelerle mümkündür.

Her alıcıda farklı yorumlanabilse de müstakil birer "paket" olan bu "müşterek timsaller"e, göstergeler diyoruz. Vesikalık fotoğrafım, ben değildir. Beni gösteren bir timsaldir.  A harfi, A sesi değildir. A sesinin çıkarılacağını belirten bir göstergedir.

Rene Magritte’e ait soldaki eserde, "Ceci n'est pas une pipe" (bu bir pipo değildir yazısı), Göstergebilim’in temelini çok güzel özetler. Evet, bu bir pipo değildir, içine tütün tıkıp içemeyiz, bu bir pipo resmidir. 

Dil, beden dili, ortamın kendisi, araçlar, kanallar vb… Bunların her biri, elektromanyetik kuvvet ya da kütle çekim kuvveti gibi, bizi kuşatan iletişimsel kuvvetlerdir. Bu kuvvetler kimi zaman bizim kontrolümüzde, kimi zaman bizden bağımsızdır. Çevremizle iletişim halindeyken, bu kuvvetler vasıtasıyla iletişiriz. Atomların etkileşimini belirleyenler kadar belirgin ve kesin olmasa da, bizim iletişimimiz de bir takım kuralımsılara, temayüllere bağlıdır. 

Bu kuralları anlamak, iletişim kalitesini arttırır. İletişim kalitesi, vermek istediğiniz fikri en isabetli ve verimli biçimde aktarıp aktarmadığınıza göre ölçülür.

Var oluşumuz evrende bir "iletişimsel iz"dir. İletişim araçlarla, bir ortamda, en az bir kaynak ve alıcı arasında gerçekleşir. İleti, paketlenmiş bilgidir. Paketin nasıl yapıldığını biliyorsak, paketi açıp bilgiye erişebiliriz. Öyleyse hem nakliye şartlarında dağılmayacak, hem kolayca açılabilecek paketler yaratırsak, iletişim kalitemiz artar.

İletişim Olmasaydı?

Tarihte teknolojinin gelişme ve yaygınlaşma hızı artarak artan bir grafik çizer diyebiliriz. Bunu anlamanın en iyi yolu, tekerlekten insanlı uzay uçuşuna giden süreci yüzeysel de olsa irdelemektir. İlk tekerlekler yaklaşık olarak İ.Ö. 9000 yıllarında, İlk yaygın at arabaları İ.Ö. 3500 yıllarında, İlk tren yolculuğu İ.S. 1804 yılında, İlk otomobil İ.S. 1886 yılında, İlk insanlı uçuş 1903 yılında, İlk insanlı uzay uçuşu 1961 yılında… Arada atladığımız teknolojik gelişmeler olabilir, ancak kesinlikle insanoğlunun teknolojik gelişimi devam etmekle kalmamış, hızlanmıştır diyebiliriz. İlk tekerlekten ilk kağnıya geçen süre ile, ilk uçaktan ilk uzay mekiğine geçen süre arasındaki farka ne sebep olur? 

Bir önceki bölümde, bir «mesaj»ın, belli bir kodla paketlenmiş bilgi olduğunu ve iletişimin temel olarak bu paketin transferi olduğunu anlatmıştık. DNA’mızı düşünün. Her bir gen, bir bilgi paketi değil midir? Adenin, Sitozin gibi baz yapıları bir nevi «gösterge»ler değil midir, bu bilgileri kodlamaya yarayan? 

DNA bilgi paketlerinden oluşur dedik, bunun yanında transfer de edilir. Atadan döle aktarılır. O zaman, üreme de bir iletişim biçimidir diyebiliriz. Bir önceki bölümde fizikten, bu bölümde biyolojiden örnek verdik. Örneğimize devam edelim. Eğer DNA bir iletişim yöntemi ise, ne aktarır? 

Bilim adamlarının tespitlerine göre DNAlar vücudumuzun nasıl şekilleneceğinden hangi zihinsel hastalıkları taşıyacağımıza ve belli içgüdüsel davranışlardan hangilerini sergileyeceğimize bir çok bilgiyi aktarırlar. Pekala… Bir DNA parçası, bir gen, bana «konuşma» yeteneği bahşederse ne olur? 

Konuşma yeteneğimizin olmadığını varsayalım. Bir birey, kazara çok güzel, çok önemli bir şey keşfetse bile, bunu gelecek nesillere aktarmakta zorlanacaktır. Zira gelecek nesillerle sadece DNA yoluyla iletişebilmektedir. Ancak genetik bilgisi, yapısal özellikleri bir sonraki nesle kalmakta, keşifleri vs. aktarılamamaktadır. 

Fakat konuşma, beden dili, feromonlar (kokuyla iletişim insanlarda diğer hayvanlara nazaran az ise de, bir miktar gerçekleşmektedir.) gibi araçlarım olursa, keşfettiğimi gelecek nesillere aktarabilirim, soyumun hayatta kalma şansı artar. Konuşarak çocuklarıma biyolojik olmayan bilgiyi aktarabilirim: Nerelerde yemek bulacaklarını, nelerden korkmaları gerektiğini, bir aletin nasıl yapılacağını…

Ve bu bilgiler birikir, her bireyle birlikte yok olup gitmez. Artık tek bir birey, birçok bireyin bilincinin ürün ve keşiflerini hazır olarak alabilir. 

Yalan dünyadan bezmemeye kararlı insanoğlu, konuşmakla da kalmadı, hem okudu hem de yazdı.

Artık konuşmanın sınırlayıcılığı ve geçiciliği de telafi ediliyordu. Çok yüksek sesle bağırsanız bile yakın çevreden başkası sizi duymaz, ve sesiniz bin yıl sonrasına kalmaz(dı). Yazıyı icat eden insanoğlu, bilgisini, görgüsünü, icatlarını (tabii bunun yanında sanrılarını, saçmalıklarını ve hayallerini) gelecek nesillere çok daha etkili ve kalıcı bir şekilde aktarmayı başardı. Bu, bilginin daha çok birikebilmesini, kopyalanabilmesini ve kolay edinilebilmesini sağladı. Bu sayede teknolojinin ilerleme hızı da arttı.

İlerleyen yıllarda örneğin tren teknolojisi, matbaa, nihayet CD, DVD, İnternet gibi müthiş gelişmeler, bilginin birikebilme hızı ve ulaşılabilirlik seviyesini daha önce görülmemiş kadar arttırdı. Bu sayede insanoğlu uzaya çıkmayı, bugün hayatımızı kolaylaştıran bir çok buluşu geliştirmeyi başardı. 

Öyleyse; 

Evrendeki her şey, bir etkileşimin neticesi ya da sebebidir. Bu etkileşime, bir yönüyle iletişim diyebiliriz. İletişim yalnızca günlük kullanımdaki halinden, anlamından ibaret değildir. Sosyal bir hayvan olan insanoğlu, her şeyini bir iletişim süreci sayesinde yaratmıştır. (İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan / Bir sır gibidir az çok ilah olduğumuzdan...) İletişim sayesinde hayatta kalmış ve iletişim insanoğlunun hayatını şekillendirmiştir.

Bizler sosyal hayvanlarız. Bu sosyallik, hiçbirimizin tek başına ya da teker teker başaramayacağı şeyleri, bir cemiyet ya da topluluk olarak başarabilmemizi sağlar. Fakat gelecek bölümde işleyeceğimiz üzre, iletişim "var eden"dir, ancak "iyi" olmak zorunda değildir.  Güzellikleri yaratan bu süreç, çirkinlikleri de yaratabilir. Yarattığı din, ideoloji gibi aygıtlar yoluyla, iletişimin musluğunu ya da yularını elinde tutanların çıkarlarını korumak uğruna insanoğluna zarar verebilir.

Hatta, hiçkimsenin çıkarı olmadığı halde, kimi hastalıklı düşünceler bir virüs gibi iletişim ağına bulaşır, kimsenin başı ya da sorumlusu, kazananı olmadığı korkunç sistemlerde, iletişimsel araçlar zulmü tesis edip devamına hizmet edebilir. Bu yüzden özellikle modern iletişim kuramları ve yöntemleri iyi öğrenilmeli, geçmiş ve bugün bu perspektiften okunmalıdır. 

Propaganda: Deus Vult!

Ad maiorem Dei gloriam

Haçlı seferleri esnasında yazılmış Palästinalied isimli ilahi, propaganda dediğimiz bu tarihi fenomenin iletişimsel boyutu açısından güzel ipuçları içerir.

…ích bin komen an die stat,
dâ got menischlîchen trat.

Yani "Tanrının insan suretinde yürüdüğü şehre geldim…"

Propaganda, geniş kitlelerin belli bir fikri kabullenmesini, belli bir davranışı göstermesini sağlamak gibi amaçlara yönelik, genellikle tek yönlü ve planlı bir iletişimsel faaliyettir. Propaganda mantıktan çok duygulara hitap eder, hemen sonuç almaya çalışır, yoğun bir mesaj bombardımanı içerir. Propaganda ile sevk ve idare edilen kitleler beklenmedik derecede güçlenebilirler, fakat asla ikna edilmiş, bireysel bilincini terk etmemiş kitle mensupları kadar müspet değerler yaratamazlar.

Kırsal bölgeleri dolaşan Pierre L’Hermite, "Le Maître de Hongrie"  gibi vaizler, çok geniş kitleleri plansız, programsız ancak hırslı ve dinamik bir biçimde sevk etmeyi başarmışlardı. Bu köylü hareketlerinin yanında, dünyevi ve dini yöneticiler de, haçlı seferlerine köylüler ve asillerin katılması için onlara propaganda yapmışlardı. Haçlı seferine katılan suçlular affediliyor, topraksız kalmış soylulara yeni topraklar ve unvanlar vaad ediliyor, müslümanlar şeytani ve zalim figürler olarak tasvir ediliyordu.

Gerçi propaganda, her zaman bütün yönleriyle menfi olmak zorunda değildir. Nazilere karşı yapılan savaşta müttefik kuvvetler de propagandaya başvurmuşlardı. Birey ya da toplulukların "iyi" olarak gördükleri amaçlara ulaşabilmek için ihtiyaç duydukları kitleye erişmek adına propagandaya başvurması gerekebilir. Bu açıdan Orhun Abideleri de siyasi propaganda içerir: Bilge Kağan hem milletine hesap verir, hem de kendisinin tuttuğu yolun en iyisi olduğunu ispatlamaya çalışır; bir devlet adamı olarak millete hakim olmasını istediği fikirleri tepeden bakan bir retorik kullanarak milletine "propaganda" eder.

Arbeit Macht Frei

Nazi anlayışına göre Goebbels, tahrik, düşman seçme ve sürekli tekrar anlayışı üzerine kurulu bir propaganda geliştirmişti. Nazi Dışişleri Bakanı Von Papen’in anılarından bir kesit, ilginçtir: Mihver antlaşmaları yapılırken, Almanya'yı ziyarete gelen bir Japon heyet temsilcileri, Von Papen'e nasyonal sosyalist sistemi çok beğendiklerini iletirler. Von Papen, onlara böyle bir sistemi ülkelerinde kurmayı tavsiye ettiğinde, Japon heyetinin cevabı oldukça önemlidir: "Bizim Yahudimiz yok."

"Zamanımızın züppeleri ve kalemşörleri şunu anlamalıdırlar ki bu dünyada olan bütün devrimler hiçbir zaman kalemin bayrağı altında yapılmamıştır. Kalemin burada görevi sadece devrimin teorik sebeplerini açıklamak olmuştur. Siyasi veya dini sahada büyük tarihi çağları harekete geçiren kuvvet, bilinen en eski zamanlardan beri, sadece ve sadece ağızdan çıkan esrarlı kuvvet olmuştur. Bir milletin büyük bir çoğunluğu daima sözün gücüne inanır. Bütün büyük hareketler, insanın ihtiraslarının ve ruhi durumlarının yanardağ patlamaları gibi olmuştur."

Adolf Hitler'in bu sözleri, propagandanın gücünü çok iyi tasvir ediyor; tarihin gördüğü en büyük propaganda makinesini yaratan adamdan da bu beklenirdi zaten. 

"…Çar, senin kılıcınla açılacak yara Türk sînesi için yeni bir biley taşıdır. Biz dâima ninelerimizin göğsünde birer kandan yıldız şeklinde Kozak mahmuzlarının izini bulduk. Senin vahşi askerlerin henüz dişleri çıkmamış Türk yavrularıyla bütün dişleri dökülen Türk ihtiyarlarını aynı beh(i)miyet-i hunharâne ile paraladılar. Ne çıplak başlara, ne ak saçlara ne acze ve ıztıraba şâyân-ı hürmet şeylerin hiç birisine Türk karşısında hürmet etmediler. Fakat, işte bugün minare-i tarihimizde ezan-ı intikam okunuyor... Çar, çar! Sen bizden geçen asırlarda çok toprak ve çok mezar aldın; fakat, Türk'ün ruhuna dokunamadın. Onun yüreğinde seni korkutan necâbet ve şehâmetten hiçbir zerre gâib olmadı. Senin galebelerin bize rüşvetle kazanılmış davaları hatırlatıyor. Siz Ruslar çok ve pek çok fakat, o nisbette küçüksünüz çar, senin taburların bizce kırk ayak gibi bir tepmede ezilecek, birer uzun haşeredir." 

Bu da bizim propaganda örneğimiz, Harp Mecmuası, 1916, Cenap Şahabettin'in mektubundan.

Görüldüğü üzre Cenap Şehabettin’in yazdıkları Çar tarafından okunması maksadıyla yazılmamıştır. Aksine, okuması arzu edilen, Türk askerleridir. Askere hele ki Rusya gibi uzun süredir baş belası olmuş ve zaferler kazanmış bir devlete karşı savaş yürütürken moral ve özgüven aşılamak için bu tarz propaganda metinleri sık sık orduda dolaşıma sokulmuştur. İttihat ve Terakki, Nazi Partisi’nden çok önce, propagandanın gücünü keşfetmiş ve profesyonel, neredeyse modern bir biçimde uygulamaya koymuştu. Bu konuya dair başlıbaşına bir yüksek lisans tezi yazma planım olduğundan çok detayına girmeyeceğim.

***

Bir köy topluluğunun ya da mahalle sakinlerinin üzerine çıkan her türlü etno ya da milli ya da siyasi, içtimai topluluk, birer "hayal edilmiş" topluluktur. Gerçekte olan ile, olması arzu edilen arasında bir yerdedir. (Pek Allahsız Bir Türk İslam Savunması yazımın "Biraz dağıtayım" diye başlayan paragrafı ve sonrasına bakınız.) Olması arzu edilen, genellikle ideoloji tarafından şekillenir. Devletler ve dini kurumlar, varlıklarını bu şekillendirmeye borçludurlar, kasten ya da gayr-ı ihtiyari propaganda yaparlar.

Gramsci’ye göre devlet; din, eğitim ve medyayı kullanarak "hegemonya" oluşturur. Bu bir uzun vadeli propagandadır, nasıl düşünmemiz, hissetmemiz ve davranmamız gerektiğine karar verirken üzerimizde çok büyük etkisi vardır. Türk tarih kitaplarında milli mücadelenin çok büyük yer kaplaması, sadece tarihi öneminden değil, milli şuurun diri tutulması/yeniden yaratılması/ateşlenmesi amacına hizmet içindir. Benzer biçimde Balkan ülkelerinde Osmanlı’ya karşı verilen bağımsızlık mücadelesine müfredat geniş yer ayırır.

Bu tür propaganda her zaman menfi olmak zorunda değildir, Azar Gat’ın dediği gibi, hiçbir düzen yalnızca anayasa ve kurumlarla işlemez, insanların duygu, kültür ve tutum birliği, aşırıya kaçmadığı ve sömürülmediği sürece, müreffeh ve huzurlu bir toplum için önemlidir.

Bu tür milli motiflerden ve etno-sembolizmle alakalı bir takım kültürel komplekslerden beslenmek, çoğu zaman sevk ve idare adına zaruri bir hale gelir. Soldaki resimde, Sovyet Rusya’nın, vaktiyle Katolik Töton (Alman) Şövalyelerine karşı koymuş olan Alexander Nevski’ye gönderme yapan, İkinci Dünya Savaşı’ndan bir propaganda afişini görüyorsunuz. Din ve milliyetçilik ile taban tabana zıt olan Sovyet ideolojisi, hayatta kalabilmek için bu ikisinden beslenmek zorunda kalmıştı.

Savaşta liderler, kahramanlar gerekir. Askerler, o lider ve kahramanlarla özdeşleşerek zor şartlara dayanabilir, savaşma isteklerini devam ettirirler. Amerikan İç Savaşı’ndan JEB Stuart, İkinci Dünya Savaşı’ndan Eduard Dietl, Osmanlı çöküş sürecinde Enver Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nda Rauf Orbay ve M. Kemal Atatürk… Bu komutanlar şüphesiz iyi komutanlardır, fakat savaştaki başarılarından başka, bütün cephelere moral aşılamak, idoller yaratmak adına propaganda ile desteklenmişlerdir.

"Bir yönetim ehliyetinin sınırlarını aştığı halde iktidarda kalabiliyorsa o yerde ya aydın sınıfı yoktur ya da iktidardakilerle söz ustaları arasında sıkı bir anlaşma vardır." diyor Eric Hoffer. Propagandanın gerçekleşmesi için, mesajı kitlelere taşıyacak bir medyaya ihtiyaç vardır. Bu yüzden propaganda ile medya her zaman iç içedir.

Soğuk savaş döneminde, özellikle radyolar karşı-propaganda ve düşman memleketinde huzursuzluk yaratmak adına sıkça kullanılmıştı. Darbeler çağında, darbeciler ilk iş olarak radyo-televizyon binalarını ele geçirirlerdi.

Soğuk savaş medya propagandası ile ilgili, Azerbaycanlı bir dostumun anlattığı bir anıyı paylaşayım. "Amerikan Halkı çok aç" propagandası o kadar tesirli olmuştur ki, açlıktan ölen Amerikan çocuklarına yardım için, Azerbaycan Türkleri altınlarını, bileziklerini Sovyet temsilcilerine bağışlamış ve yardım olarak göndermişler. Benzeri Kuzey Kore'de karşımıza çıkıyor: Kim sülalesinin ne kadar insanüstü olduğunu düşünüp fakir Amerikalılara üzülen bir yığın Koreli...

Tabii propaganda deyince, sansürü atlamak olmaz. Örneğin, Sovyetler Çernobil faciasını bütün dünyadan gizleyecek kadar alçak bir birlik idi. Taa İskandinavya'daki ölçümler tuhaf bir radyasyon alarmı verince dünya meseleye uyanmıştı.

Tekrar konuya dönersek, medya devletin, belli ideolojik ya da ekonomik çıkar gruplarının ajandasıyla eklemlenip, onların propaganda mesajlarını aktarmada aracı olabilir. Toplumda infial yaratmak ya da oluşabilecek bir infiali önlemek, medya yoluyla yapılan propagandanın iki yaygın amacıdır. Medya, mesajları çok geniş kitlelere sürekli ulaştırır, bu da kanaatlerin değişmesine ya da belli kanaatlerin yerleştirilmesine hizmet eder. Ne kadar çok tekrar varsa, infialin derecesi o kadar yüksek olur.

Hele ki günümüz dünyasında yalnız kalan insanda, medya o kadar tesirlidir ki, "Suskunluk Sarmalı" yaratır. İktidar, medya yoluyla her "ünite"ye, yalnız olduğunu, aklındaki fikrin aptalca/gülünç/yanlış/haince olduğunu ve kendisinden başka kimsenin öyle düşünmediği mesajını iletir. Bu mesaja maruz kalan "ünite", fikrini "kendine saklar" ve esasen aynı ya da benzer görüş ve duyguları paylaşan çok kalabalık bir kitle, bir "suskunluk sarmalı"na kapılarak, bir avuç muktedir tarafından yönetilirler. Bu suskunluk sarmalı ve bireylikten "ünite"ye baskılanma, ihtiyaçlar da doğurur ve bunlar tatmin edilmek zorundadır. Bu, Hegemonya'nın iplerini elinde tutanların bir "pseudo-kimlik"i, geniş kitlelere bir ilüzyon ve tatmin aracı olarak sunmasıyla aşılır. (Bu meselenin ne kadar çetin olduğuna dair AKP Pornosu yazım güzel bir örnek olabilir.) 

Gelelim propagandanın özelliklerinin özetine...Propagandanın başarılı olması için;

-Mümkün olduğunca tekrar olmalı

-Ortak sembollerden ve motiflerden beslenilmeli

-Mutlaka bir hedef olmalı ve bu hedef erişilmez, modası geçmez biçimde belirlenmeli

-En az hedef kadar etkili ve ona benzer özelliklerde bir düşman belirlenmeli

-İnsanların duygularına hitap eden, mantıklı gibi görünen sert, kısa, vurucu mesajlar hazırlanmalı

-Hedef kitlenin bireyselleşmesinin önüne geçilip, yoğun biçimde kolektifçi olunmalıdır.

Propaganda tek yönlüdür, kitleyi sürekli olarak biçimlendirme ve sevk etmeyi amaçlar. Eğer ortak semboller, referanslar, idoller yoksa, bunlar propaganda yoluyla yaratılır. Propaganda aktif ve makul bilinçten çok, bilinçaltına hitap eder. Psikolojisi halihazırda bozulmuş bireylere, kolektif bilincinde travmalar olan toplumlara propagandanın etki etme ihtimali daha fazladır. Propaganda basittir, fakat bayağı değildir. Kolayca tüketilebilen-anlaşılabilen mesajlardan oluşur, fakat bunları anlayanlar kendilerini genellikle ayrıcalıklı hisseder, bir "büyük, yüce" aklın ya da ailenin mensubu oldukları hissini yaşarlar. Propagandanın fiili başarısı bu aidiyet hissine bağlıdır.

Böyleyken böyle. Umarım faydası olmuştur.


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.