Üye Girişi

Üye Girişi

Ahlaksız Taassup, Gerçek Muhafazakarlık

02 Mar 2016

Bizzat devlet eliyle küçük ve kısır dünyalara hapsedilmiş, yüksek ve kolektif kültürü iğdiş edilmiş bir toplumdaki insanlar, en güzel, böyle yönetilirler: Bilmemne örgütü vardır, "düşman Yahudi" vardır, ya da bizim Samanyolu televizyonunun gülünç dizilerindeki "şer" odakları. Ve bunlar, esasında toplumun sorunlarıyla alakası olmayan "çatışma"ların sebebi olarak gösterilir: Bunlar camiye ayakkabı ile girmişlerdir. (Velev ki camiye ayakkabı ile girilmiş olsun, o onu yapanın terbiyesizliğidir. Sözgelimi, İslam’ın temeli namaz kılmaktır, nasıl "vay efendim bunlar namaz kılmıyorlar" demiyorsak, bunu ülke çapında büyük bir mesele haline getirmek halk düşmanlığıdır zira, “ayakkabı” özelinde, devlet adamının meselesi, çocuğuna ayakkabı alamayan babalardır.)

Hal böyleyken, sanki birileri genç kız ve erkekleri aynı evde yaşamaya mecbur tutuyormuş, kafalarına silah dayayıp "aynı evde/yurtta kalacaksınız!!!" diyormuşçasına goygoy yapıp, halkı bu yaşam tarzını benimseyenlere düşmanlıkta birleştirip uyutmak nasıl bir kafa yapısının işidir, anlamak mümkün değil. (Esasında mümkün de, işte nefret söylemi yasası falan, tecahül-ü arif.)

Mesele basittir, Türk toplumunu kasten, özellikle 80 sonrasında, muhafazakar, aptal, günübirlik yaşayan, açık görüşünü, keskin zekasını, bir zamanlar "kün tuğ bolgıl kök kurıkan" (güneş tuğ olsun gök çadır) diyen ufkunu kaybetmiş bir hale soktular. Toplumun bu halden çıkışının yolu, refahının artıp, "şehirli" yaşam tarzını oluşturan örneklere özenerek yönelmesidir, o yüzden bu mutaassıplar, şehirli yaşam tarzına inanılmaz bir kin beslerler; zira bu yaşam tarzı ortadan kalktığında, zenginleşen topluma örnek oluşturabilecek kültür havzaları da ortadan kalkacak (Arap ülkelerinin zenginliklerine rağmen boktan oluşunun sebebi, bu örnek oluşturabilecek havzaların ortadan kalkmış olmasıdır. Refahları bu kadar yüksek, ama neden aralarından dünya çapında düşünür, sanatçı vs çıkmıyor?) ve durmadan aynı şeyleri tekrara alışmış bir kitleyi çok rahat yönetebilecekler, kimsenin aklına "yahu bir başbakan nasıl vatandaşına lan diye hitap eder?" sorusu gelmeyecek, zira aslında toplumun kendisi ile alakası olmayan bir savaşı veren "mücahit" bir cumhurbaşkanlarının olduğuna inanacaklar.

Mutaasıp ahlaksızlığının en nadide örneklerinden biri, geçenlerde Vahdet isimli paçavranın yazarı Mehmet Şevket Eygi isimli organizmadan geldi. Eygi'ye göre, Hüseyin Üzmez küçük bir kızla ilişki yaşadığı için linç edilmiş, bu yakışık almazmış. Hele ki bu lince müslümanların dahil olması kabul edilemezmiş, zira müminin bütününe düşmanlık etmeyecekmişiz. Durduk yere "müminin bütününe düşmanlık edilmez" aforizmasını yumurtlamış değil, mutaassıplar arasında yaygın bir gelenek olan pedofiliyi (küçük çocuklara yönelen sapıklık) aklamak amacıyla en fazla bu kadar uydurabilmiş kitaba.

İki yetişkin insan kendi rızaları ve paşa gönüllerinin isteğiyle sevişirlerse islamcılar her türlü hakareti ediyorlar. Dünyanın en büyük meselesidir bu onlar için, bakın yayınlarına, demeçlerine, en çok ilgilendikleri konu budur. Kadının seçme ve isteme hakkı onlar için tehlikelidir zira, altında bu yatar: Asla bir kadın tarafından istenmeyeceklerini bildiklerinden, "kültürel tecavüz"ü yeğlerler.

Fakat aynı islamcılar, "küçük kızla ilişkisi var diye Hüseyin Üzmez linç edildi, böyle olmaz" diye demeçler de verebiliyorlar.

Hangisi mide bulandırıcı, ahlaksız, korkunç? İki insanın bize bok yemekten başka bir seçenek bırakmayan eylemleri mi, buna her gün başka hakaretle saldıran islamcıların küçük bir kızla ilişki yaşamayı bu kadar açıkça destekleyebilmesi mi?

Burada Hilmi Yavuz'un altını çizdiği "mutaasıplık ve muhafazakarlık farkı" devreye giriyor. Hilmi Yavuz elbette yazdığı gazeteyle uyumlu, pek suya sabuna dokunmayan bir tarif yapmış, yine de tespiti önemlidir. Fakat bir adım ileriye götürürsek, muhafazakarlığın din ile hiçbir ilişkisinin olmadığını, hatta dindarlık arttıkça muhafazakarlığın azalacağını söyleyebiliriz. 

Dini taassup, insana geleneklerini, kültürünü, sosyal dokudan edindiklerini terk etmeyi öğütler. Aslında hiç var olmamış bir geçmişi, bireye ve daha önemlisi "cemaate", senin gerçek tarihin budur diyerek kabul ettirmeye çalışır, toplum gerçekleri, insanlığın kazanımları ile alakasız davranışlar ve fiziki görünüm içinde bulunan bir cemaat arzular. Bu, muhafazakarlığın tam zıddı, neredeyse komünizmin bile bu kadar cesurca hedefleyemediği bir devrim arayışıdır: Ben yüzyıllar içinde birikerek, farklı kültürlerle etkileşime girerek, teknolojik gelişmelerin tesirinde kalarak oluşmuş ulusal kültürüm, aile geleneklerim vs. hepsini terk etmeliyim, arzu edilen "cennetin krallığı"nın taassubunda, benimle hiç alakası olmayan bir görünüm, kafa yapısı ve duygu durumu ile bambaşka bir kanala akmalıyım. Dini taassubun benden istediği budur: Muhafaza ettiklerimi terk etmek. 

Basitçe aklı, kültürü, ahlakı, kamusal alanı, insanlık kazanımlarını, fikirleri, ideolojileri reddetmek demek olan taassup, bu yönüyle müthiş bir değillemeci ve gelenek bozucudur. Üstelik, Gramsci gibi marksizmin eksikliklerini kapatmaya çalışmış düşünürlerin hakim sınıflar hakkında (isabet payıyla) iddia ettikleri gibi, tarihi çarpıtır, "inandırır". Mutaassıp anlatıya göre "eskiden böyle imiş"tir, bir "kötü adam" (Atatürk) bunu değiştirmiş, şimdiyse "aslına rücu vakti" gelip çatmıştır. Gerçeklikten, analizden, ciddi bir tefsirden uzak bu anlayış, yalnızca belli "makbul" kanalların nakli ile, peygamber döneminde dahi olmamış, ya da olduysa bile hükmü-gerekliliği kalmamış bir din yorumunu yaymak zorundadır. 

Pekala muhafazakarlık nedir? Gellner, Avrupa için liberal-muhafazakar ayrımını "piyasanın gizli elinin düzenleyiciliğine inananlar" (Adam Smith) ve "eşitsizliğin doğamızın bir gerçeği ve gereği olduğunu düşünenler" olarak tarif ediyor. Aklımıza İngiliz muhafazakar politikacı ve düşünür Edmund Burke gelirse, Gellner'in tespitleri dönemin muhafazakarlığı için doğru olmakla birlikte (örneğin Fransa'da Ancien Regime destekçileri, İspanya'da Bourbonistler için geçerlidir) daha doğru bir tanım yapabiliriz, muhafazakarlığı basitçe "Ani ve keskin değişimlere karşı olmak, içererek aşan, zamana yayılan ve tepkileri azaltılmış bir dönüşümden yana olmak" olarak tanımlayabiliriz. Ki, İngiltere'nin devlet aklının başarısı bu prensipte gizlidir diyebilirim. 

Bir diğer bakıştan, muhafazakarlık gayet şehirli bir fikir ve tutumdur. Taassup ne kadar varoş ya da kasabalı ise, muhafazakarlık o kadar şehirlidir: Köylü muhafaza eder, ama muhafazakar olamaz zira bir muhafaza kaygısı yoktur; birkaç teknolojik ek dışında köyünde yaşamı zaten büyük kırılmalar olmaksızın seyretmektedir. (Televizyon ile bu bozuldu, ancak bu durumda köy de kalmadı, köyler büyük varoş mahallelere ya da kasabalara dönüştüler diyebiliriz.) Ancak şehirli için, hem halk kültürü, hem de "yüksek kültür" zaviyesinden bir muhafaza kaygısı, yeniliğe direnç ve uyum gözetme arayışından bahsedebiliriz.

Örneğin ben mutaassıp değilim, dinin herhangi bir emir ya da yasağının üzerimde etkisi de yok. Fakat pek muhafazakar bir insan olduğumu söyleyebilirim. Hatta yazılarımı düzenli okuyanlar, sürekli bir tarihi veraset silsilesinden bahsettiğimi, bu veraset zincirinin kırılmasının menfi etkilerine dikkat çektiğimi görmüştür. Pek Allahsız Bir Türk İslam Savunması yazımda, özetle "bizim için bu iş bir teoloji meselesi değil, ontoloji meselesidir" deyişim de bununla alakalıydı.

Taassup ile muhafazakarlık arasındaki bu farkın en önemli meselelerinden biri de, ahlak. Taassup için ahlak, kimin kimle seviştiğini düzenleyen kurallar bütününden öte değildir. Halbuki kimin kimle seviştiği "ahlakın daha az önemli bir meselesi" bile değil, ahlakla alakasız bir olaydır: Ahlakın ilgilendiği, örneğin, sevişmenin kandırma, zorlama, tehdit, sömürme ile mi gerçekleştiği, yoksa karşılıklı bir mini sözleşme (aşk, tek gecelik seks, evlilik) ve rıza dahilinde mi olduğudur. Kiminle, nasıl, ne kadar süre sevişildiği ahlakın konusunun dışındadır, benim hangi yemeği çok sevdiğimin ahlakla alakasının olmaması gibi. Fakat taassup, aynı zamanda "kalitesiz erkek"in paradigmasıdır, gerçeği ve tarihi dışlayıp reddederek bir tuhaf düzen kuran dini taassubun sisteminde, kalitesiz erkek, asla "doğa yasaları" ile uyumlu olmayan bu "transandantal" ve suni düzlemde kendisine çiftleşme şansı bulacaktır, zaten bu yüzden destekler. "Erkekleştirilmiş kadın" da, yani taassup tarafından eğitilmiş kadın da bu çarka destek olanlar arasındadır. Bu çark sayesinde kadın köleleşir, kendisi de taassup düzeninin kölesi olan erkek, hiç değilse temel ihtiyaçlarını bu "kültürel tecavüz" yoluyla elde edebildiği için kendini karda sayar: "Serbest piyasa" ortamında asla ulaşamayacağı rahatlık ve garantiye kavuşmuştur. 

Bir muhafazakar için kimin kiminle seviştiği önemli değildir (kamusal alana tecavüz olmadığı sürece), önemli olan "sevişmek istediği insanda ne aradığı"dır, karşı tarafın bunu kabul edip etmediğidir. Muhafazakar, kendi ahlak anlayışının kapsayıcı olamayabileceği ihtimalini gören ve bu yüzden baskı, zorlama yoluyla çarpık zihniyetini teşmile kalkışmayan, ancak bireysel alanında rıza ve sürekli yenilenen mini-sözleşmeler dahilinde kurduğu ilişkilerinde kendi ahlak yasasına uyan adamdır. Bunun ötesinde, muhafazakar için aslolan tarihi veraset silsilesi içerisinde suniliği ve tepkiye sebep olurluğu azaltılmış, uyumlu ve geliştiren dönüşümü aramaktır; kültürünün, yani tarihinin, sanatının, yaşam tarzının mümkün olduğunca Yahya Kemal'in "beyaz Türkçe"sine benzer biçimde öz ve "eğreti-olmayan" durumda olmasını sağlama çabasıdır. 

İşi milliyetçiliğe bağlayacak olursak, şehirli, yaratan, üreten, millete hizmet eden bir milliyetçilik, ancak "seküler ve muhafazakar" olmakla mümkündür: Taassuptan uzak ve ona düşman, gerçeği ve gözlemi değilleyen marksizm, islamcılık gibi akımlara düşman, ancak doğrunun, iyinin ve güzelin peşinde, "nihai çözüm" ve "dünyada cennet vaadi"nden bir o kadar uzak. Ancak böyle bir milliyetçilik "ahlaklı" olabilir ki, sadece milliyetçiliğin değil, bütün Türkiye'nin ahlaksızlıkta çığır açıyor olmasının nedeni, gayet "seküler" yani "dünyevi" bir mesele olan ahlakın, beyinsizler tarafından din ile ikame edilmeye çalışılıp ırzına geçilmesi, bu taassup alanının yarattığı "makine"nin de sürekli ciğeri, kafası ve muhtemelen erkekliği beş para etmez adamlar tarafından kullanılmasıdır. Ahlak ve din ayrıştığı, ahlakın gayet seküler bir mevzu olduğu anlaşılmadıkça, ahlaklı nesiller yetişmesini beklemek abes olacaktır; ahlaklı nesiller yoksa milliyetçilik mevcut görünümdeki gibi kof, üretmekten aciz, budala bir kas gücü manzarası arz etmeye devam edecektir.


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. 

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

Yorumlara dahil kullanıcılar

  • Çevremdeki insanlara, ahlakın namusla (toplumdaki kültürün veya nadiren dinin getirdiği cinsel dogmalarla) değil erdemle alakalı bir kavram olduğunu anlatmaya çalışan biri olduğumdan bu yazı resmen hislerimin tercümanı oldu. İçtimaiyata dair bugüne kadar okuduğum en güzel yazılardan biriydi:)

Who's Online

536 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Latest Park Blogs