Bu sayfayı yazdır

Karşılaştırmalı Mitoloji: Evrensel Şiir

26 Ağu 2016

İnsan, bir gölgenin hülyasıdır
Ama ne zaman ki Tanrının görkemi yağar üstüne
Bir nura döner hayatı, hoşluk içinde...

Pindaros

Bir gölgenin hülyası... İnsanoğlunu en güzel tanımlayan mısralardan biri bu; günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce yazılmış. İncil'deki nihil novi sub sole, güneşin altında yeni bir şey yok şiarı uyarınca, insanoğlunun "bilgi"si zamanla artarken, zekası ve duygusal kapasitesi tarih öncesi çağlardan beri aşağı yukarı aynı kalmıştır diyebiliriz. Tâ en eski çağlarda, mağara adamı dediğimiz insanlar bile aşağı yukarı biz kadar zekiydiler ve bizler "homo sapiens sapiens" olduğumuz andan itibaren, aşağı yukarı aynı varoluşsal sorunları yaşadık. 

Bir örnek vermek gerekirse, eski insanlara ait, tarih öncesi devirlerden kalma şişman "venüs heykelcikleri"ni bilirsiniz. Dini amaçla kullanıldıkları düşünülür. Fakat bazı bilim insanları, bu heykelciklerin "modern" sandığımız bir işlevle kullanıldıklarını söylüyor: Porno. Bununla ilgili internette eğlennceli bir video da vardı. Menschliches, Allzumenschliches!

Sanat nasıl doğmuştur? Antropologların bulguları, ilginç bir yoruma sebebiyet veriyor. Yapılan kazılarda, tarihöncesi dönemlerden alet yapmayı görece yeni keşfetmiş insan topluluklarının kalıntılarında, iki tür alet bulunuyor: Bir tür, kullanılmış, üzerinde darbe izleri var ve işlevselliği ön planda. Yani tipinin "çok yakışıklı" olmasına pek aldırış edilmemiş, örneğin bir el baltası ise (üçgen biçimli taştan kesici alet) kesme işlevini karşılaması yeterli görülmüş. Fakat bir diğer tür alet var ki, ilginç: Çok daha güzel tasarlanmış, mümkün olduğunca pürüzsüzler ve üzerinde kullanımın yarattığı yıpranma izleri yok. Yani kullanılmak için yapılmamışlar muhtemelen.

Pekala bu ikinci tür aletler, erkekler tarafından kadınlara "Bak ben bu kadar ideal, güzel aletler yapabiliyorum. Benimle çiftleşirsen, çocuklarının hayatta kalma şansı, iyi alet yapma bilgisine sahip babaları olacağı için, oldukça artar" mesajı vermek için tasarlanmışsa? Sanatın doğuşunu buraya dayandırabiliriz: İşlevin geri plana düşüp, hatta büsbütün sakıt olup, idealize ve estetize edişin öne çıktığı ilk "ürün"ler... Yahya Kemal "insan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan" diyor ya, testosteron olmasa idi, belki sanat olmayacaktı.

Dinin ve bilimin doğuşunu da böyle açıklayabiliriz. İnsanoğlu, Homo Sapiens Sapiens olduğunda, din ve bilimi yaratabilecekti. (Ayrıntılı bilgi için Bilinç Gökten Düşmedi yazıma bakınız.) "Düşündüğünün üzerine düşünebilen insan" artık soyutlamalar yapabiliyor, "farazi" konuşabiliyor, bir "dil" ile düşüncelerini sistematize edebiliyordu. 

Giambattista Vico, insanlığın ilk dili şiirdi der. Bunu, eski metinlerin neredeyse tamamının şiirsel formda olmasından yola çıkarak söyler. İlk dilimiz şiir midir bilinmez, ama bildiğimiz bir şey var: İnsanoğlunun beyninde, "pattern recognition" dediğimiz bir özellik var. Türkçesine "örüntü tanıma" diyebiliriz: Beynimiz, dış dünyayı anahatlar ve örüntülerle algılıyor. Neden? Bunun cevabını detaylı olarak Bilgi Teorisi yazımda vermiştim, kısaca söyleyecek olursak, "yerden kazanmak için". Örüntüler, tekrar eden desenler ve ana hatlar, beynimizde daha az yer kaplıyor, hard diskte çok yer kaplamıyor, bir nevi "zip"leniyor yahut "rar"lanıyor. Şiir de, basitçe bir örüntüdür. Kafiye düzeni, vezin vs. özellik ve işlevleri sayesinde, örüntüler yaratır. (Bu örüntülerin özelliği, kültürlere ve dillere göre değişir. Örneğin İngilizce'de, aliteratif şiir vardır: Kelime başlarındaki seslerin yinelenmesi, bir ahenk duygusu yaratır ki, eski İngiliz şiiri büsbütün aliteratiftir. Modern çağda en çok kullanan Tolkien'dir. Türkçe için, hece sayılarının eşitliği ve mısra sonundaki kafiyeler, özellikle redifler, örüntüyü yaratır. Yahya Kemal bu yüzden, "Türk, redifi bulunca şiiri yazar" der. Sözgelimi Arapça içinse, mısra sonu kafiyesi ve mısradaki sözcüklerin hep aynı uzunluk-kısalık formunu takip etmesi ahengi, örüntüyü yaratır. Latince'de ve diğer dillerde aruz veznine benzer Iambic Pentameter ve Elegiac Couplet gibi formlar kullanılır.) Örüntü, dolayısıyla beyin tarafından kolay algılanabilirlik, sözlü kültürün olmazsa olmazıdır. 

İşte bu yüzden, ilksel bütün metinler, fikir paketleri, şiirsel formdadır. Destanlar, kutsal kitaplar, hatta atasözleri. "Fortuna favet fortibus" (Talih, cesurun yanındadır) yahut "Sakla samanı, gelir zamanı" gibi atasözlerinin hep örüntüler içeren formlarda söylenmiş olmasının nedeni budur. Hatta bir mitolojik metin, manzum yapısını kaybetmiş, nesre dönüşmüşse, artık yok olmaya yüz tutarken kaydedilmiş demektir: Sturluson'un "Prose Edda"sı, yani "Nesir Destan"ı buna uygun. Sturluson, eski İskandinav mitolojisinden kesitleri, derleyerek düz yazıya geçirmiştir, artık o inanışlar neredeyse büsbütün kaybolmuş ve hıristiyanlık tarafından menfur görülmüş iken. Çok kadim ve müstakil bir mitolojinin gölgesi gibi görebileceğimiz Dede Korkut öyküleri de öyle, manzum ve nesir parçalardan oluşur. Tolkien, eski Cermenik ozanların, destan çağı şiirsel formu kullanmadan söylenen eserlere "eddasız" yani "epik değil, şiirsel değil" deyip küçümseyerek baktıklarını söylüyor. 

Karşılaştırmalı mitolojiye girerken, ilk aklımızda tutmamız gereken, beynimizin bu özelliği. Ve bu özelliği millet, kültür ayırdetmeksizin her insanla paylaştığımız gerçeği. Öyleyse, her ulusun mitolojisinin içerikten ayrıca, biçimsel olarak benzerlikler taşıyacağı muhakkaktır.

Peki farklılıklar? Benzerliklere geçmeden evvel, farklılıklara bir değineyim. 

"Beneath the clearly perceived, highly explicit surface culture, there lies a whole other world, which when understood will ultimately radically change our view of human nature."

 Edward T. Hall’un bu sözünü şöyle çevirebiliriz:

 “Açıkça algılanan, oldukça belirgin olan yüzey kültürünün altında, anlaşıldığında insan doğasına dair görüşlerimizi eninde sonunda keskin bir şekilde değiştirecek bambaşka bir dünya vardır.”

 Bu “insan doğası” önemli bir konu.  Eğer bir doğamız varsa, bizi ve bizim oluşturduğumuz insan topluluklarını, salt etki-tepkinin ötesinde, düzenlenmeyen ya da rastgele davranışsal belirlenimlerin ötesinde bir yapı etkiliyor demektir. Bu konuda, Steven Pinker’in “The Language Instinct” kitabı oldukça önemlidir; Chomsky’nin tezlerini geliştiren Pinker, bir insan doğasının, “evrensel gramer”in ve bu doğanın mahiyetinin sırlarını açıklamaya çalışıyor.

 Buna göre, insanın beyninde, “doğar doğmaz” beliren bir reçete, bir plan, bir “tarif” vardır. “Tabula rasa” diye bir şey yoktur diye de okunabilir bu: İnsanlar, bazı primordial verilerle doğarlar. Bu milliyetçilik açısından önemlidir: Doğar doğmaz “milliyet” kazanılmaz, milli, etnik kimlikler, bence bunların tümü sonradan kazanılan, edinilen kimliklerdir ama, bu kimlikler doğan çocuğun kimi evrensel ve yerel “doğal elementler” ile doğduğu göz önüne alınınca, bu doğa ile ilişkilidir.

Lera Boroditsky’nin çalışmaları, bize dilin yapısının insan düşüncesini nasıl etkilediğini çok güzel anlatıyor.  Ki, bu fikrin ilk örneğini Ali Şir Nevai’de görürüz. Nevai der ki, Türkçe fiil yönünden zengindir, zira Türkler göçebedir, fiil odaklı bir hayat yaşarlar. Arapça ise, sözgelimi, kavramsal sözcükler açısından üstündür. (Sapir-Whorf Hipotezi) İnsanların dilleri, yaşayışları, çevreleri ve bir takım “onlara has”, yerel “doğal elementler”in itkilediği bir evrim süreci sonucunda oluşur, ve bu dilin yapısı, özgün bileşenleri, o dili konuşanların nasıl düşündüğünü etkiler. Boroditsky’nin verdiği bir örnek, bunun en basit ispatlarından biridir: Sözcük cinsiyeti olan dillerde, örneğin “köprü” eril bir sözcük ise, insanlara eril çağrışımlar yapıyor, dişil bir sözcük ise, dişil çağrışımlar.

Bu noktada, bilişsel haritayı tamamlayacak bir diğer teori, C. G. Jung’un “arketipler” kuramıdır.  Buna göre, insanların kolektif bilinçaltında, tek bir insanın icat ya da tahayyül edemeyeceği “arketip”ler yer alır, onların psikolojisini, modellemelerini, çıkarsamalarını bu arketipler etkiler.

Şahsi kanaatim, arketiplerin evrenselden yerele bir dizgi oluşturduğudur: Evrensel arketipler olduğu gibi, yerel, ulusal, kültürel arketipler vardır.

Özetleyecek olursak: Kültürler, örneğin kolektif ya da yüksek bağlamlı olabiliyorlar, bu kültürün mensuplarının kendileri ve “dışarı” ile nasıl iletişeceğini, zamanı ve mekanı nasıl kullandıklarını etkiliyor. Dillerin yapısı, insanların düşünce tarzını, aynı fikre nasıl farklı tepkiler verebildiklerini belirleyici bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Bunun yanında, kolektif bilinçaltı, bireylerin ve toplulukların kimi özgün, “şahsına münhasır” tepkilerinin arkasındaki neden olarak karşımıza çıkıyor.

Abdulkadir İnan'ın "Tarihte ve Bugün Şamanizm" eserinde, Samosatalı Lucianos'tan alıntıladığı bir diyalogu aktarmak istiyorum:

Minisippos: Siz İskitler Orest ile Pilad'in ölülerine kurban sunuyor ve onları tanrı sanıyorsunuz. Toksaris, sen buna ne diyorsun?

Toksaris: Kurban sunuyoruz, Minisippos, sunuyoruz. Fakat onları tanrı değil, ancak iyi insanlar sayarız.

Minisippos: Demek ki siz iyi insanlara ölümlerinden sonra tanrılara yapıldığı gibi kurbanlar sunuyorsunuz.

Toksaris: Yalnız bu değil, biz onların şerefine bayramlar ve muhteşem toplantılar yaparız.

Minisippos: Siz ölülerden ne istiyorsunuz? Madem ki bunlar ölülerdir, muhakkak ki teveccüh ve iltifatlarını kazanmak için kurban sunmuyorsunuz?

Toksaris: Ölülerin bize teveccühleri olsaydı, hiç de fena olmazdı. Fakat biz, iyi adamları hatırlamanın yaşayanlar için faydalı olduğunu tahmin ediyoruz. Bundan dolayıdır ki ölüleri sayarız. Biz şöyle düşünüyoruz: ölüleri anarsak bir çoklarımız onlar gibi olmağa çalışacaklardır.

Her ulus kendi yaşam biçimine göre (toprak tarımı, hayvan tarımı, avcı-toplayıcılık vs) olguları ve dış dünyayı farklı görür. Etimoloji de bize fikir verebilir:

Güzellik kavramının Hellenistik dönem Yunanca karşılığı “horaios”, etimolojik olarak “hora” yani “saat” sözcüğü ile ilişkilidir. (ing. Hour) Bu bakımdan, Hellenlerin güzellik kavramını bir nevi “eşref saati” mantığıyla, “doğru ve güzel anda yakalamak” olarak gördüğünü söyleyebiliriz; bu anlamıyla güzellik bir “kesit”ten ibarettir. 

Türkçe “güzel” sözcüğü ise eski Türkçe “kör-“ (gör-) kökünden türemiştir: Görmek, kör olmak gibi akraba sözcüklerle birlikte, görme duyusuyla ilişkilidir. Ayrıca eski Türkçe’de “güzel” sözcüğü yerine kullanılan sözcükler –ki bugün şahıs ismi olarak yaşamaktadırlar- Gökçen, Gökçe, Gökçek; hep “gök” ile ilişkilidir. Gök Tanrı kültünün yaygın olduğu eski Türk anlayışında güzellik ile gökyüzünün ilişkilendirilmesi –ki bu Türklerin meftun olduğu gök rengi, batı dünyasında Turquoise adıyla bilinir, “Türk’le alakalı olan” anlamına gelir- anlaşılabilir bir durumdur. Hem “gör-“ kökünün, hem de “gök-“ kökünün alakalı olduğu bir sözcük, “görk”, hem haşmet, azamet bildirir (görkemde olduğu gibi), hem de “görklü” sözcüğünde görüldüğü üzere, güzellik, çekicilik belirtir. Öyleyse eski Türk algısında güzellik, “transandantal” (aşkın) ve zamandan-mekandan öte bir kavramdır.

Eski İngilizce’ye baktığımız zaman, “güzel” anlamında “fair” sözcüğünün kullanıldığını görüyoruz. Fair, ilerleyen zamanlarda İngilizce’de, bağlam içinde “adil, eşit, tutarlı” gibi anlamlar da yüklenmiştir. Bu verilerden yola çıkarak diyebiliriz ki, kuzeyli ve cermenik bir toplum olan İngilizlerin eski mantığı, güzellik ile “orantılı olmak” kavramını ilişkili görmektedir.

Bu üç örnek, güzellik kavramının, göstergebilimin bütün alanlarında olması mümkün olduğu gibi, subjektif olduğunu ve bu subjektifliğin sadece bireyin öznel algılamasından değil, toplumların kolektif bilinçaltına göre kültürel farklardan kaynaklandığını ispatlar niteliktedir.

Buradan, mitolojinin temel işlevine geçelim. Mitoloji, temel olarak "açıklamak" için vardır. Yağmurun yağması ile bulutlar arasında bir ilişki olduğunu gözlemleyen insan, henüz bizim bugün olduğumuz kadar bilgili olmadığı için, tahmin yürütür: Bir bulut tanrısı olsun, bir de yağmur tanrıçası. Bunlar seviştiklerinde, bize yağmur yağıyordur belki? Yahut gökyüzündeki yıldızlar, göğün "yüzündeki" açılmış deliklerdir? Oradan çok uzaktaki tanrılar bizi gözlemliyorlardır belki? 

Girişteki şiiri hatırlayın: Tanrılar hep göktedir. Neden? Zira insanoğlu için gök ve gök cisimleri hayati önem taşır: Gökten yağmur yağar. Toprak tarımı toplumuysan, mevsimleri gök cisimlerine bakarak bulur, ekim ve hasat zamanını bu sayede tespit edersin. Hayvan tarımı yapıyorsan, uçsuz bucaksız bozkırda ancak gök cisimlerine bakarak yol bulursun. Güneş doğunca etrafı görür ısınırsın, zifiri karanlıkta ay sana az da olsa ışık sağlar. Kutsal olanın gökle ilişkilendirilmesi çok normal değil mi? Toprak sana yiyecek bahşediyorsa, o da kutsal olmayacak mıdır? Gök üstte, yer altta ve ikisinin etkileşiminden (yağmur) mahsul ortaya çıkıyorsa, gök baba, yer anne diye metaforlaştırılamaz mı?

Gök deyip geçmemek lazım, tekrar etimolojiye dönelim: Evren, hem “kâinat” manasına gelir (Divan-ı Lügat-it Türk’e göre), hem de “büyük yılan, ejderha”.

Etimolojik olarak mutlaka “evirmek”, “evrilmek” yani “dönmek”, “çevrilmek” gibi anlamlarla ilişkisi vardır ki, Arapça “felek” de böyledir. Hem kâinat, hem de “çark” manasına gelir.

Peki yılan neydi?

İskandinav mitolojisinde evreni ya da Midgard’ı sarmalayan yılan, Jormungand vardır, kendi kuyruğunu ağzında tutar, bir nevi “döngü”yü simgeler. 

Pekala neden dönmek gök ile hep alakalı? Zira gök cisimleri yıl içerisinde yer değiştirir, dünyanın ve kendi yörüngelerindeki hareketleri sebebiyle döngü yaparlar. Bunu gözlemleyen insanlar, dillerinde göğü kapsayan kainata isim verir yahut gökle ilgili mitoslar yaratırken, hep döngü iması içeren sözcükler kullanmışlar. Bu döngünün, insanın kaderini etkilemesi ise, tanrısal varlıkların gökte, bu dönen düzlemde yaşıyor olmalarından ileri gelir.

Yani mitoloji, çok temel bir "çevreyi açıklama" ihtiyacına cevap verir. Biçimsel olarak neden şiirseldir sorusunun cevabını verdik. Neden genelde insan suretli tanrılar vardır sorusunun cevabını aşağıdaki bölümlerde değineceğim prensip veriyor: Yukarıda nasılsa, yerde öyle, yerde nasılsa, yukarıda öyle. Sami dinlerin doğarak transandantal dinlere dönüşmesi, bu yazının kapsamının dışında olsun şimdilik. Bu yönüyle mitoloji, bilimin, dinin ve edebiyatın atasıdır.

Gelelim benzerliklere... İnsanoğlu aynı zihinsel arkaplanı ve aşağı yukarı aynı sorgulamalara sahip olduğu ve benzer hayat şartlarını paylaştığı ölçüde, mitolojiler benzerdir. Bir kültüre has bir farklılık varsa, mitolojik anlatıda da ayrışmalar gözlemleriz.

İskandinav mitolojisinde, iyilik ve güzellik Tanrısı “Baldur”, 12 kişinin davet edildiği bir yemeğe sonradan gelen Loki’nin hilesi sebebiyle öldürülür. Bir inanışa göre Baldur, Ragnarok’la dirilerek geri gelecektir. Toplamda 13 kişinin bulunduğu son akşam yemeğinden sonra 12 + 1. karakter tarafından hile ile öldürülmesi sağlanan İsa ve İsa’nın dirilişi motifine ne kadar benziyor değil mi?) 

Mısır'da Apep ya da Apophis, güneş tanrısı Ra'yı ya da güneşin kendisini yutmak için bekleyen yılan... Nart mitolojisinde (kafkas mitolojisi), Çerkes versiyonunda da Yemınej güneşi yutmak için bekler ama Yemınej yılan şeklinde tasvir ediliyor mu, emin değilim. İskandinavya'da ise jormungand alakalıdır; Jormungand dünya sularını çevreleyen bir yılandır ve daha da önemlisi, son savaşta "gökyüzünü zehirleyecektir". Güneşi fazla görmeyen İskandinav dünyasında, yılan-güneş düşmanlığının daha çok yılan-gökyüzü düşmanlığına dönüşmesi anlaşılabilir bir durum.

Türk mitolojisinde doğrudan bu motifle benzeşen bir yılan yok ama, Oğuz Kağan'ın, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, öldürdüğü büyük canavarlardan biri de yılandır. (Oğuz Kağan’ın öldürdüğü hayvanın ne olduğu bilim dünyasında tartışmalıdır. Bazı Türkiye Türkçesi aktarımları “ejderha”yı tercih ederken, bu hayvana ad olarak “kıyand” verildiği için, gergedan da denmektedir.) Bu ise, başka bir yılan motifinin eşdeğeri; "dragonkiller". Dünyanın birçok yerinde, birçok mitolojide, kahraman bir büyük yılan, bir ejderha öldürür: Yunanistan'da tanrı Apollon, Pithon denen büyük yılanı, Niebelungenlied'de Siegfried büyük bir ejderhayı, Türk mitolojisinde Oğuz Kağan yine büyük bir yılanı.

Yılanın hıristiyan anlatılarında yine "düşman" olarak yer alması tesadüf mü?

İlginçtir, Jotunnheim’dan gelen devleri arkasına alan tanrı Sutr, Ragnarok’u (iskandinav kıyameti) başlatmak için Heimdall’ın koruduğu köprüye gelince, Heimdall, Gjallarhorn isimli borusunu öttürerek kıyameti haber verecektir. Bu yönden, arasında bildiğimiz hiç bir ilişki olmayan İskandinav mitolojisiyle benzerlik gösteren bir sami kültürü motifidir İsrafil ve Sur meselesi. Kıyameti haber verecek boru benzeri bir enstrüman... Niye iki alakasız kültürde böyle iki motif var? Gök gürültüsünün fırtınaları haber vermesi, buna ilham olmuş olamaz mı?

Başka bir dala atlayalım. “Kelle koltuğunda üç gün savaştı / Allah Allah deyip de geçer Genç Osman of of!” diye devam eden askeri marşı/şarkıyı çoklarımız bilir. “Başı koptuğu halde savaşan adam” meselesine bir değinmeli o zaman, hani Ömer Seyfettin’in “başını vermeyen şehit” başlıklı hikâyesine konu olan:

Kesik başını taşımaya devam eden aziz figürü Hristiyan dünyasında çok yaygındır; özellikle şehitlikle ilişkilidir. (Cephalaphore) Ki, kimi araştırmacılar bu kültün arkasında Kelt kültürünün olduğu fikrindedirler; zira Keltlerde kelle avcılığı, kesik kafaya kutsallık atfedilmesi gibi durumlar yaygındır. Ki kafaları kesildikten sonra düşmanın kelle koleksiyonuna katmasını engellemek için kesik başlarını geri alan ve kesik başlarını taşıyan Kelt kahramanlarına dair mitolojik hikayelerin izi “Sir Gawain and the Green Knight” hikayesinde bile görülebilir; değişim ve evrimle oraya kadar taşınmıştır; diğer Hristiyan azizlerine dair hikayeleri de saymak gerekir tabii.

Ömer Seyfettin bir ihtimalle okuduğu batı yazınının etkisinde kalarak yazdı bu eserini. Gerçi bizde “kelle koltukta savaşmak” deyimi eski bir deyim ve zannetmiyorum ki batıdan geçmiş olsun. Bu açıdan, batı etkisinde kalmadan da yazmış olabilir. Eğer bu “ölen adamın kesik başını eline alması” sahnesi bizde de yaygınsa ve sonradan aldığımız bir kültür öğesi değil de tamamıyla kendimize ait olan bir şeyse, druidizm ve şamanizm arasındaki benzerliklere ek olarak, Kelt kültürü ile Türk kültürü arasındaki benzerlikler arasında sayılabilir.

Bu iki kültür arasındaki bir diğer benzerliğe değineyim. Türk mitolojisindeki don kavramı, dünya mitolojilerindeki “form”un eşdeğeridir. Form, varlıkların maddesel biçimiyle alakalı kavram. Türkler, "dona girer", formu alır. Birçok mitolojik metinde ise, "form verilir". Yani Türklerdeki mitolojik karakterler formu alan, formuna benzeyen iken, özellikle yerleşik toplumlarda form veren tanrılara rastlarız. (Araya not, Pir Sultan'ın "kırk yıl dağda gezdim geyiklerinen" deyişi, eski şamanların geyik donunda inisiye olması motifinin bir kalıntısıdır. Hacı Bektaş'ın Anadolu'ya güvercin donunda gelmesi de, Yunus'un "ete kemiğe büründüm / Yunus deyü göründüm" demesi de.) Türklerin özgün özellikleri bu motifin “don kavramı” mahiyetinde şekillenmesine sebep olmuşken, algısı ve dünya gözlemleyişi, davranış kodu farklı olan toplumlarda bu, “form vermek” ile ilişkili motiflerde karşımıza çıkar.

Söz gelimi Kelt inanışı olan Druidizmde, ağaçların -deyim yerindeyse- “frekansına bağlanmak” vardır ki, druid kelime manası ile ağaç adam demektir. Burada beliren işaret Türkler ve Keltler gibi bir takım milletlerin dünya/çevre algısının benzer olduğuna (akrabalık değil, son bölümde değineceğim) işaret eder. Bazı birtakım hint-avrupalı toplulukların mitolojilerine baktığımızda ise, formuna giren -“frekansını yakalayan”dan çok, “form veren”e rastlarız; Hephaistos mesela. Ki, bir şekilde bu uluslarla etkileşime girmiş ulusların mitolojisinde, “form veren” ile “formunu alan” aynı anda barınır. (İskandinavların Aesir grubu ilkine, Vanir grubu ikincisine yakındır.) Ayrıca Türk kültürüne de zamanla, “form veren” motifi girmiştir.

Bu iki kafa yapısı arasında köprü olan Kafkas mitolojisine baktığımızda ise, form veren ile “frekansına geçen” birlikte başat figürlerdir. Buna göre, Nart Tlepş, ki sonradan Sami etkisiyle Davut’tan etkilenerek “Debet/Debeç” olmuştur özellikle Karaçay versiyonunda, form veren demirci tanrıdır. Werserıj ise, şamanların, druidlerin anlayışına daha yakın olan ve baltık şamanizmindeki gezgin tanrıçalara daha çok benzeyen bir ana tanrıçadır. Sosyolog Selçuk Bağlar’ın tercümesine göre, Werserıj “worşer” (sohbet) ile aynı kökten bir isim ve “varlığın bütünü ile sohbet edebilen, hepsi ile senli benli olabilen” anlamına geliyor.

Son olarak, sayılara değinelim. Neredeyse bütün “panteon”larda 12 başat karakter vardır ki, her bir karakter belli bir kavram / gücü simgelediği için, gayet anlaşılabilir bir durum. Ya da, doğadaki ana yönler ve belirgin döngülere gönderme yapan sayıların mitolojik anlamda değer kazanması beklenir bir şey. Ancak, öyle sayılar var ki, hem “neden bu sayılar önem kazandı?” sorusuna hem de “bu sayılar neden birbiriyle ilişkisi olan ya da olmayan kültürlerde karşımıza çıkıyor, birbirinden bağımsız mı everildi bu motifler, yoksa bir etkileşim sonucu mu?” sorusuna cevap aramayı oldukça çekici kılıyor.

12'den önce, 13’e değinmiştik. O yüzden 32 diyelim önce. Yanılmıyorsam Alper Kabacalı’nın Neyzen Tevfik biyografisinde, Neyzen’in “inandım siv u du’ya ben ateşperest oldum” gibi bir mısrası vardı, siv u du Farsça otuz iki demektir. Hatta dipnot verilmiş olması lazım, “siv u du birleştirilip sû diye de okunur” gibi. Zerdüştlerde kutsal bir sayı imiş.

Hafızamı tarıyorum, 32’nin belirgin ve kutsallıkla alakalı olarak ortaya çıktığı bir diğer yer, İslam: 32 farz.

Daha ilginç bir sayı: 432.000.

Valhalla, İskandinav tanrısı Odin’in bir nevi “kışla”sı. Odin’in buradaki 540 kapının her birinden 800 adet olmak üzere çıkacak 432.000 askeri vardır. Hint mitolojisinde bir “tanrısal yıl” ya da “kozmik döngü” de 432.000 yıl sürer. 

Müstakil bir yazımı aynen kopyalayacağım sıradaki bölümde, bu benzerliklerin nedenine eğileceğim. Fakat araya eğlenceli bir okuma olsun diye, farklı bir yazımı koyacağım: Mitolojide kadının yeri. 

Mitolojide Kadının Yeri

Mitolojide "quod superius sicut inferius" prensibi vardır, yani "yukarıda nasılsa, yerde de öyle". Ulusların mitolojileri, onların nasıl düşündüğü ve yaşadığına dair ipuçları verir. Göksel düzlemdeki tanrılar düzeni ve hiyerarşisi, anlatılar ve motiflerin içeriği ve birbirleriyle ilişkisi, yeryüzünde o mitolojiyi yaratan ulusun çoğu zaman aynasıdır.

Örneğin bir toplum anaerkil düzenden ataerkil düzene geçtiyse, mitolojide buna dair bir öykü bulunur: Daha barışçıl Vanir tanrı ve tanrıçalarının, erkek egemen Aesir tanrı grubu tarafından yenilerek Vanaheim'a sürülmesini ve Asgard'a savaşçı Aesir'in hakim olmasını anlatan İskandinav mitosu gibi... Yahut deniz ticaretiyle ulaşan kavimler için deniz tanrı ve tanrıçalarının çok önemli olması gayet tabiidir. Yine, kuzeyden gelen Yunanlıların savaşçı, gezici ve avcı Artemis'inin, Anadolu'nun şişman bereket tanrıçası Kibele ile birleşerek bin memeli bir avcıya dönüşmesi güzel bir örnektir.

Bu bölümde Karşılaştırmalı Mitoloji anlayışım çerçevesinde mitolojide kadının yerine, kesik kesik değineceğim. 

Neden Piercing ve Takı Daha Çok Kadınlarla İlişkilendirilir?

Mitoloji bir ulusun kolektif bilinçaltının yansımasıdır. Ulusun yaşantısına, anlayış ve inanışlarına dair bize veriler sağlar. Bunun yanında mitoloji, bir "açıklama" aracıdır. İnsanoğlunu hayvanlardan ayıran, dil yeteneğidir ki, "var olmayan, farazi nesneler" üzerine konuşma kabiliyetimiz, Yahya Kemal'in "insan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan" dediği tuz gibidir. Hipotez oluşturma yeteneğimizi bu "yalan söyleyebilme istidadı"na borçluyuz. Evvela gözlemlerimiz ve bilgilerimiz sınırlıyken yağmurun yağmasını, bir dağın üzerinde yaşayan sakallı bir dayının lutfü olarak görmüş olabiliriz, ancak zaman içerisinde mitoloji, irfanı ilime dönüştürdü ve "inanç" kısmı da dine evrildi. Yüzyıllar önce yarım yamalak da olsa çeşitli otların, belki de ruhların inayetiyle, sair hastalıklara iyi geldiğini keşfeden şaman, bugün doktora evrilmiştir.

Mitolojik dönemde insanlar bizden daha az zeki değillerdi. Gözlem yapıyorlar, henüz yeterince bilgili olmadıklarından, bilgi "birikmediğinden", gözlemlerinden her zaman gerçeğe ulaşamıyorlardı. Ancak ana hatlarıyla, vücut açıklıklarından giren bir takım şeylerin (ruh, şeytan, büyü yahut bakteri) hasta yaptığını gözlemlemişlerdi. Bugün biz bu "şeyler"in mikroplar olduğunu biliyoruz, onlarsa çoğu zaman ruhlara, kötücül güçlere inandılar. Ve bunu engellemek için çeşitli muskalar geliştirdiler. 

Divan-ı Lügat'it Türk'te, "kimin bile kaşın bolsa yaşın yakmas" diyor, yani kimde yada taşı içeren bir yüzük varsa, ona yıldırım, ateş işlemez. Sadece Türklerde değil, birçok ulusta bu muskalar, koruyucu nesneler görülür ki, bugün hala "cevşen" taşımamız yahut Hıristiyanların haç takması bundandır. İşte çok eskilerde, insanlar vücut açıklıklarından giren "kötü ruhlar" yahut hasta edici bir takım güçlerden korunmak için, bu açıklıklar civarına koruyucu muskalar iliştirirlerdi. Bunlar genelde piercing şeklinde, deriye iliştirilen takılar olurdu. Kulağa küpe, burna hızma, cinsel organların çevresine, dudak çevresine piercingler... Hepsi, vücut açıklıklarından kötü güçlerin girmesini engellemeye yönelikti.

Kadınlar, teknolojinin getirdiği yaşam standardının olmadığı o yıllarda hastalıklara karşı daha savunmasızlardı. Bir sonraki bölümde buna tekrar değineceğim ama, hijyenik olmayan bir ortamda kadının enfeksiyon kapması daha kolaydı. Bu yüzden, bu tarz koruyucu muskalar kadınlarda daha yoğun görülüyordu. Bugün hala "takı ve piercing kadın işidir" algısının olması bundan ileri geliyor.

Kadın, Ay ve Manyaklık

Her ay menstrüal döngü tecrübe eden bir cins... Yaklaşık 28 günde bir hormon döngüsü yaşıyor ve tesadüfe bakın ki (belki de tesadüf değildir, emin değilim) ay da aynı gün sayısında bir döngüde seyrediyor. İnsanların kadın ve ayı bu kadar ilişkilendirmiş olmalarına şaşırmamak lazım. 

Üstelik, kadın ve ayı ilişkilendiren kültürlerde, ayın genellikle iki yüzü vardır: Munis, sevimli ve olumlu yüz ile, karanlık, korkutucu, büyüyle ilişkilendirilen yüz. En güzel, Yunan Mitolojisindeki Selene ve Hecate ikiliğinde görebiliriz: İlki ayın sevimli yüzü iken, Hecate karanlık yüzüdür, büyücü bir kadındır. Bunun sebebinin, bugün PMS dediğimiz, regl öncesi dönemde kadının manyaklaşması olduğunu düşünüyorum. Eski insanlar bu manyaklığa anlam verememiş, bu yüzden kadınla ilişkilendirdikleri ayın mutlaka anlaşılmaz ve korkutucu, gizemli bir diğer yüzünün olduğunu düşünmüşlerdi. (Bu arada, Türklerde ayın dişi olmadığı durumlar da yaygındır. Eski şamanlar, Ay'ın ruhuna "Ay Ata" derlerdi ki, bugün bile çocuklara "ay dede" diye anlatmamızın sebeb-i hikmetidir.)

Bunun yanında, kadınlara musallat olan cin, şeytan, kötü ruh motif ve memoratları her zaman erkeğinkinden çok olmuştur. Sebebini yine kadının hormonal med cezirlerinde aramalıyız: Kadınlar lohusa iken hormonal açıdan dengesiz, üstelik hastalıklara açık durumdadırlar. Bunun bir de menopozu var. Östrojen hormonundan habersiz insanlar, kadınların iyice kafadan oynak bir hale gelmesini ve doğum esnasında ya da sonrasında kolayca hastalanıp ölebilmelerini çeşitli güçlerle açıklamışlar. AyzıtArtemisUmay gibi iyi dişi ruhlar/tanrıçalar ile, al karısı gibi kötü ruhlar bu yüzden "kadın etrafında örülmüş mitolojik anlatılar"da hep karşımıza çıkarlar. 

Bununla kalsa iyi, kadınlar da az değil tabii. Bekaretin önemsendiği toplumlarda, kadınlar evlilik öncesi ilişkiye girip bekaretlerini yitirdiklerinde, suçu yine tanrılara, ruhlara, kötücül güçlere atmışlar: Roma'da, örneğin, demiş ki "düşümde bir Incubus ırzıma geçmiş, benim suçum yok sevgilim". En ilginçlerinden biri, sair Rumen şiirine de konu olmuş Zburatorul inancıdır. Aşağı yukarı "uçan erkek" anlamına gelen Zburatorul, Romanya'da Incubus kültünün devamıdır. Uçarak gece kadınları ziyarete gelen bu yakışıklı yaratık, özellikle bakire kızları kandırır ve onlarla birlikte olur. Sabah olmadan da uçar gider ve kızları utancıyla başbaşa bırakır. 

Kocakarıları Neden Sevmeliyiz?

Sıkça duymuşsunuzdur, "kocakarı inancı", "kocakarı masalı", "kocakarı ilacı", "kocakarı takvimi"... Bunun sebebi ne ola ki, kocakarılar etrafında bu denli girift bir biçimde örülmüş bir anlatılar yumağı var?

Eski dönemde, toplumda sınıflaşmalar ve bireylerin görevleri tesis edilirken, "çocuğa milli/etnik irfanı aktarma" görevi büyükanneye düşmüştü. Büyükbaba ve baba daha çok "ev dışı" işlerle meşgullerdi, anne çocukların bakımıyla uğraşıyordu. Büyükanne ise, irfanı aktarmakla görevliydi: Her biri birer işlev ve mesaj içeren masallarla, yani mitolojinin beslendiği bereketli kaynağı oluşturan anlatılarla. Dolayısıyla "kocakarı"lar, eski irfanı en iyi hatırlayan, özümsemiş bireylerdir. Bu yüzden, örneğin ülkemizde daha şamanistik dönemden izler taşıyan inançlarımıza "kocakarı inancı", milli irfanımızı anlatan masallara "kocakarı masalı", şamanistik ilaç yapım teknikleriyle yapılan geleneksel inançlara "kocakarı ilacı" deriz. Kocakarılar milli hafızamızın en gösterişsiz ama en kıymetli bekçileridir, gidin babaannenizin elini öpün bu vesileyle. 

Bu durum bir başka meseleyi de beraberinde getiriyor: Yayılmacı dinler, bu yüzden kadın düşmanı olmak zorundadır. Örneğin Hıristiyanlık, bu yüzden cadı avına çıkmıştı: Avrupa'nın yüksek kültürü Latin Katolik etkisinde idiyse de, halk kültüründe Cermenik ve Keltik inanışlar devam ediyordu. Örneğin İngiltere'de "cunning folk" denen, saygı duyulan ancak uzak durulan şifacılar insanları tedavi ediyor, yöreleri geziyor ve anlatılarını paylaşıyorlardı. Kocakarının ve genel olarak kadının üstlendiği işlev nedeniyle, bu Cermenik ve Keltik mitolojiden yadigar inanç, anlatı ve eylemleri muhafaza edenler genellikle kadınlardı. Katolik kilisesinin kadınlara yönelik bir yıldırma politikası yaratması bu sebeptendir.

Şimdi gelelim, bütün bu açıklamalardan sonra, "bu benzerliklerin nedeni ne ola ki?" sorusuna. Mitolojinin biçimsel özelliklerine, etimoloji ve yaşantıyla ilişkisine değindik. Şimdi örnek vakalar üzerinden, Dede Korkut özelinde, bilimsel yöntemden çok uzaklaşmadan bir cevap vereceğim.

Dede Korkut Alman Mıydı?

Odysseus'un Polyphemus isimli devi öldürdüğü sahne Yunan mitolojisi ve Avrupa edebiyatında meşhurdur. Tek gözlü bir dev olan Polyphemus'un yaşadığı adaya yolu düşen Odysseus, adamlarıyla birlikte dev tarafından esir alınır. Her gün iki adamı yiyerek tutsaklarıyla beslenen deve karşı planlar düşünen Odysseus, yolculuğu sırasında eline geçen tesiri epey yüksek bir içkiyi deve sunmaya karar verir. Hediye olarak verilen içkiyi içen dev, derin bir uykuya dalar. Bu esnada Odysseus bir mızrağı ateşte ısıtıp sertleştirir ve devin gözüne saplar. Kör olan devin elinden kurtulmayı başarırlar. 1

Buna benzer bir öykü, Dede Korkut'ta Basat'ın Tepegöz'ü Öldürdüğü Destan olarak geçer. Arslan Basat, peri kızına tecavüz eden bir Oğuz çobanının Oğuz eline musallat ettiği periden doğma, tek gözlü ve yüzüğü nedeniyle derisine kılıç işlemeyen, her gün Oğuz'dan iki adam alarak yiyen dev Tepegöz'ün hakkından, önce gözünü şişleyerek, ardından yüzüğünü alıp başını keserek gelir. 

Soldaki görsel, Efes Müzesi'nde, Odysseus'un Polyphemus'u öldürdüğü anı tasvir eden bir heykel kompleksinin fotoğrafı. Çocukken ailemle bu müzeyi ziyarete gittiğimizde hikayesini babamdan dinlemiş ve yine babamın verdiği, tekrar tekrar okuduğum Dede Korkut Kitabı'ndaki mezkur pasaj ile benzerliğini görmüştüm.

Bir zaman, "onlardan bize geçti sanırım" dedim. Sonra, "yok canım, kesin bizden onlara geçti!" diye iddia ettim. Şu sıralar biraz daha farklı bir yerden bakıyorum.

Mitoloji ve folklorda, diyebiliriz ki iki temel antropolojik yaklaşım vardır: Difüzyonculuk ve evrimcilik. Difüzyonculuk, adı üzerinde, motif ve simgelerin bir merkezden etrafa yayıldığını, bir kültürden diğer kültüre geçerek kopyalandığını iddia eder. Evrimcilik ise, insanın her yerde insan olacağını, mitolojik ve folklorik benzeşimlerin büyük oranda aynı bilişsel özellikleri taşımak ve benzer çevrede yaşamaktan ileri geldiğini söyler. 3

 Ben bu ikinci görüşe daha yakınım. Elbette kültürlerarası etkileşim vesilesiyle, bir kültürden diğerine motif ve özellikler geçebilir. Seyyid Enflasyonu yazımda ilginç örnekler vererek buna değinmiştim. Fakat çoğu zaman, benzerlikler benzer şartlarda benzer evrimleşir prensibinden kaynaklanıyor, bana göre. 

Farklı mitolojilerde neredeyse "aynı öykü"nün, İncil'deki "nihil novi sub sole" vecizini 4 hatırlatacak kadar sık tekrarlandığını vermeyi çok sevdiğim bir örnekle göstermeye çalışayım. 

İskandinav ve Cermen mitolojisinde, Sigurd-Siegfried, ejderha Fafnir’i öldürür ve kanında yıkanır. Böylece kendisine kılıç işlemeyecektir. Ancak uçarak gelip kürek kemiklerine yapışan bir yaprak, oraya kan gelmesini engeller. Ve sonunda Sigurd buradan aldığı bir yarayla ölür. 5

İsrailiyat kokan bir rivayete göre peygamber, amcası Ebu Talib’i cehennem ateşinden korumak için bütün vücudunu sıvazlar. Ancak ayak tabanını sıvazlamayı unutmuştur. Böylece Ebu Talib cehennemde sadece ayak tabanlarından yanacaktır. 6

Türk mitolojisinde Tepegöz’ün sihirli yüzüğü, gözünden başka yerine kılıç işlemesini engellemektedir. Ancak canavarın gözünü yaralamayı başaran Basat, yüzüğü alır, ardından devi öldürür. 7

Achilles’i de annesi tanrıların kutsal suyunda yıkar ancak topuğundan tuttuğu için bu kısma su değmemiştir. Achilles buradan aldığı bir yarayla ölür. 8 

Çerkes ve Karaçay Nart Destanlarında ise Nart Sosruko, Nartların demircisi Tlepş - Debeç tarafından bir demir cevheri olarak ısıtılmış, dövülerek biçimlendirilmiş ve suda çelikleştirilmiştir. Ancak Tlepş maşası ile dizlerinden tuttuğu için, sadece dizlerinden yara alabilir. 9

Yine İskandinav Mitolojisi'nde, Frigg, Odin'den olma oğlu Baldr'ı korumak için, bütün varlıklardan ona dokunmayacaklarına dair söz alır. Her canlıdan sözü alırken, ökseotunu önemsiz(genç) bulur ve ondan söz almaz. Neticede Balder, Loki'nin bir oyunuyla, kör Tanrı Hodr ökseotundan yapılmış bir ok ya da mızrak ile, yanlışlıkla Baldr'ı öldürür. 10 

Bütün bu anlatılar, aynı hikayenin farklı versiyonları gibi. Fakat o kadar alakasız yerlerde karşımıza çıkıyor ki, bir difüzyondan bahsetmektense, "insan her yerde insandır" düsturuyla açıklamak daha doğru geliyor. Vladimir Propp'un Masalın Biçimbilimi eserinde belirttiği gibi masalların temel ve paylaşılan birtakım işlev ve özellikleri varsa, temel olarak insanlara bazı öğütler vermeyi amaçlayan mitolojik metinlerde de bunun olduğunu iddia edebiliriz. Örneğin yukarıda alıntıladığım motif, "ne kadar uğraşırsan uğraş, asla mükemmel olamazsın" ana fikrinin farklı teşbih, metafor ve kurguyla anlatılmış halinden ibarettir.

Bu haliyle "karşılaştırmalı mitoloji" disiplinini, bir evrensel şiiri okumak gibi görüyorum. Her kültür, çoğu zaman aynı hikayeyi, kendi meşrebince anlatıyor. Elbette yerel hikayeler de var; ancak benzeşimlerin tamamını difüzyon ile açıklamak yersizdir. Bunu Türkiye'de özellikle Muazzez İlmiye Çığ takipçileri çok yapıyor. 

Gelelim bu yazıyı yazmama vesile olan motiflere... Cermen mitolojisinden iki kesit, tasvir ve olay kurgusuyla, bizim Türk mitolojisindeki kimi noktalara çok benziyor. İlki, "birbirini tanımayan iki akrabanın/baba oğulun er meydanında karşılaşması" motifi.

Hildebrandslied, Alman Folk Metal grubu Menhir yorumuyla tanıdığım bir manzum, eski Alman öyküsü. Savaş meydanında karşılaşan Hildebrand ve Hadubrand, aslında baba oğuldur. Hildebrand, Attila'nın safındaki Cermenlere katılmış ve evi terk etmiş bir savaşçıdır. Geride bıraktığı oğlu, düşman saflarda karşısına çıkar. Baba oğlunu tanır ve öldürmek istemez ama oğlu "sen yaşlı, kurnaz Hun'un tekisin" diyerek babasını tanımaz. Savaşırlar, fakat sonucun ne olduğunu öğrenemeyiz. 11

Benzer bir motif, karşımıza Dede Korkut kitabında çıkar. Uşun Koca Oğlu Segrek Destanı, esir bir kardeş ile onu kurtarmaya giden küçük kardeşin, birbirini tanımadan savaş alanında karşılaşmaları işlenir. Egrek, büyük kardeş, esir düşmüştür. Küçük kardeş, onu kurtarmaya gider. "Kafirler" bir oyun ederler, küçük kardeşi öldürmeye ağabeyini yollarlar. Ağabeyi, uyuyan kardeşini görünce tanımaz ama, kopuzunu görünce kıyamaz, kopuzunu alır ve bir deyiş söyler. Küçük kardeş uyanır, kopuzu hatrına "kafir"i öldürmez, karşılıklı deyişerek kardeş olduklarını anlarlar, düşmana saldırırlar. Bir diğer öykü de, Salur Kazan Esir Olup Oğlu Uruz'un çıkardığı Destan'dır. Salur Kazan esirdir, oğlu Uruz büyüyüp babasının esir olduğunu öğrenince kurtarmaya gider, Oğuz beylerini toplar. Salur Kazan, kafir tarafından savaş meydanına gönderilir ve teker teker beyleri yener. Oğlu Uruz'la karşılaşınca sendeler, Uruz Kazan'ı yaralar. Fakat sonra baba oğul olduklarını öğrenir ve düşmana saldırırlar. 12 

Bir diğer motif, bundan daha ilgi çekici. The Three Ravens, "Üç Kuzgun" eski bir İngiliz halk şarkısı. 13  Ölmüş bir şövalyeyi gözleyen üç kuzgunun ağzından anlatılan öyküde, cesedin tepesinde ölü şövalyenin doğanlarının döndüğü, av köpeklerinin ayağının dibinde yattığı ve bir ceylanın onun başında beklediği, daha sonra onu gömdüğü anlatılıyor. Kuzgunlar aç kalıyorlar ve "tanrı herkese böyle köpekler, böyle kuşlar ve böyle bir yar bahşetsin" diyorlar. Bunun Schelmish isimli Alman folk grubu tarafından Almanca'ya çevrilmiş versiyonunu, Almanca öğrenmeye çalıştığım zamanlarda, sözcük-sözcük irdeleyerek Türkçe'ye çevirip bu sitede yayımlamıştım, tıklayarak ulaşabilirsiniz

"Meğer sultanım, oğlan orada yıkılmıştı. Karga kuzgun kan görüp oğlanın üstüne konmak isterdi. Oğlanın iki köpekceğizi var idi, kargayı kuzgundu kovalardı, kondurmazdı. Oğlan orada yıkılınca boz atlı Hızır oğlana hazır oldu, üç defa yarasını eli ile sıvazladı, sana bu yaradan korkma oğlan ölüm yoktu, dağ çiçeği ananın sütü ile senin yarana merhemdir dedi, kayboldu." Tasviri, Dede Korkut Kitabı'nın Boğaç Han bölümünden. 14 Fakat bundan daha ilginç olan bir kesit, Bahaeddin Ögel'in Türk Mitolojisi eserinde karşımıza çıkıyor. 

1000 Temel Eser'e dahil olarak çıkan küçük kitapçıkta, şöyle bir manzume ile anlatıyor Ögel Manas Han'ın zehirlenmesini:

"Kırgız Hanı Manas Han zehirlenip ölmüştü
Han babası Yakup Han, Manas'ını gömmüştü
Bir kız melek göndermiş, Tanrı, Altın-ay adlı
"-Bir gör bak öğren" demiş, "Nasılmış ölen atlı"
Altınay yere inmiş, bakmış atı ağlıyor
Av köpeğiyse sinmiş, yere bakıp havlıyor
Manas'ın av doğanı tünemiş tuğ başına
Aramış Manas Han'ı, bakmamış hiç aşına
Tanrı demiş "böyle at, böyle köpek, doğanı
Öldüremem doğrusu, Manas gibi olanı" 15

Bu ifadelerdeki benzerlik ilgi çekici. Ögel'in asıl eseri olan, sevgili ağabeyim Oğuzhan Murat Öztürk'ün sırf bu yazıya konu olan araştırmama değindiğim için hediye ettiği büyük Türk Mitolojisi eserinin yine birinci cildinde, yine benzerlikler sözkonusu:

"Manas'ın ak-kula atınıysa, hiç kimse ahırdan çıkaramaz, ağzına da bir parça su ile yem veremez olur. Kazları, kuğuları toplayan doğanı, evin üstünde tüner, durur. Köpeği başını kor, kaldırmaz yerinden, yatar durur. Ne yer, ne içer, başını göğe kaldırıp ulur, dururdu. 

Tanrı bu sırada bir melek göndermiş ve meleğe şöyle demiş: Git de bak, eğer bu at, bu köpek ve bu doğan iyi hayvanlarsa, onların efendilerine de can ver ve yeniden yaşat." 16

Hildebrandslied ve Üç Kuzgun öykülerindeki tasvirlerle, Türk mitolojisindeki benzerlikler gerçekten şayan-ı dikkat ve hayrettir. Çok daha derinlikli bir araştırmayı hak ediyor: Bu benzerlikler, Türkler Alman, ya da Almanlar Türk olduğu için midir? Ya da Attila zamanındaki göçümüz nedeniyle batıya taşınmış Türk motifleri midir? Yoksa bu iki coğrafyada da benzer olaylar gerçekleştiğinden, "insan her yerde insan" ve "benzer şartlarda benzer evrimleşir" prensiplerinden mi ileri gelmektedir?

Bence ikincisi. 

Hayalet Süvariler Mitinin Peşinde

Christopher Lee’yi çok severim. 80 küsur yaşında heavy metal albümü çıkarmış, ikinci dünya savaşında bulunmuş, Dracula, Count Dooku, Saruman gibi efsane rollerle özdeşleşmiş bu adam insanı kıskandıracak kadar “olmuş” bir adam. Eskilerin “davudî” dediği sesinden şarkılar dinlerken, birkaç yıl kadar önce sanırım, Ghost Riders In the Sky yorumuyla karşılaştım ve tek kelimeyle “vuruldum” .

Ghost Riders In the Sky esasında bir country eseri, Amerikalı bir sanatçı tarafından yaratılıyor. Özetle, gezintiye çıkan bir kovboyun, gece gökyüzünde hayalet sığırlardan oluşan bir sürü ve peşinden koşturan hayalet kovboylar görmesini anlatıyor. Christopher Lee bunu metal müzikle harmanlayarak yorumlamış ve muhteşem olmuş.

Tabii konumuz bu şarkı değil ama yazıya konu olan arayışım bu şarkıyla tetiklendi. Şarkının sözlerine kafa yorarken, bir anda gözümün önüne [ve aklıma] en “Viyana”lı şaşaasıyla Walkürenritt, İskandinav dişi varlıklar Valkyrie’lerin gökte atlarını sürüşü geldi. Ardından, aşinası olduğumuz, “erenler geliyor bize imdade” dizelerinde zahir, Çanakkale savaşları esnasında “gökten gelen yeşil sarıklı atlılar” rivayetinde meşhur Türk söylenceleri… Peşinden Odin’in ve belki Freyr’ın bozulmuş halinden başka bir şey olmayan (Odin’in Sleipnir isminde sekiz bacaklı bir atı, Freyr’in yaban domuzu vardır. Bunları sürerler), geyiklerin çektiği arabasıyla, Noel baba, gece göğünün kuzey yönündeki rengi… Peşinden Tulpar; Türk mitolojisinin kanatlı atı ve Pegasus. Devamını muhtemelen yazının gidişatı boyunca getireceğim birçok mitolojik motif: hepsi birbiriyle bir şekilde ilintiliydi.

Bir gün, tesadüf eseri çalma listemde Christopher Lee – Ghost Riders In The Sky ardından, Nart Cırı geldi. Karaçay Türkü Otarlanı Omar’ın yorumladığı bir destan parçası. (Nart mitolojisi, Kafkasya’nın mitolojisidir. Çerkes -yerli-, Oset ve Karaçay versiyonları bulunur.) (Nartlar, Kafkas mitolojisinde yarı-tanrısal özellikler gösteren varlıklar. Karaçay versiyonunda Nartlar, “atalar”dır. Sözgelimi Karaçaylar, “atasözü” yerine “Nart Sözü” derler. Ayrıntılı bilgi için, “Tufan Öncesine Yolculuk: Nart Mitolojisi” başlıklı, Selçuk Bağlar ile yapmış olduğum, Siyah Beyaz Kültür ve Sanat Platformu 7. Sayısında yayımlanan söyleşiye ve Prof. Dr. Ufuk Tavkul’un “Nartlar” isimli kitabına bakabilirsiniz. ) Cırı (şarkıyı) dinlerken, yarım yamalak da olsa anladığım parçalar, Nart destanlarının Çerkes ve Türk versiyonlarına dair genel bilgilerimle harmanlandı ve çağrışımlar yoluyla, Tulpar mitosu, İskitler, Karaçay – Alan – As – İskit bağlantısı üzerinden “Bu motifin kökeni Kafkasya olabilir mi?” sorusunu araştırılmaya değer bir kıvılcım olarak beynimde çakar buldum. Karaçaylar, Alanlar, Macarlar, İskitler, Kabarlar [Hazarlar egemenliğindeki bir Türk boyu, Çerkes kabilesi Kabardeylerin adı buradan gelir. Çerkeslerle ilgili müstakil bir yazı hazırlayacağım] gibi başlıklarda derinlemesine bir araştırma yapan okur, haklılık payım olduğunu görecektir diye umuyorum.

Avrupa’da, “gökyüzünde koşan atlılar” olarak özetleyebileceğimiz motif ve folklorik çeşitlemeleri, gayet yaygın. Hatta o kadar derinlemesine işlenmiş bir motif ki, girişte değindiğim üzere, Amerika’ya dahi taşınmış. Cermenik mitolojiden alıntı bir motifin çeşitlenmesi, bozulması ya da yeniden işlenmesi gibi yollarla farklılaşmış ancak kökende aynı olan bu fenomen, Avrupa’nın çeşitli halklarının mitolojisi ve irfanında kendisine yer bulmuş. Bu yazı dizisinde okuyucuyu sıkacak tahliller yapmaktan ve terimler kullanmaktan kaçınacağım için, “neden” ve “nasıl” sorularını sık sık cevapsız bırakacağım. Ancak diyebilirim ki, bu motifin kökenlerini araştırırken aramamız gereken, “atlı” ile özdeşleşmiş bir “tanrısal varlık” [deity] ve uçabilen at motifinin kökleridir. Bu öncülleri sağlayan yer ise, Hint-Avrupa, Kafkas ve Türk mitolojisinin harmanlandığı bölge olan İtil-Elbruz bölgesidir. Hem Türk mitolojisinin kanatlı atı “Tulpar” motifi burada belirgin bir şekilde karşımıza çıkar, hem Nartlar (ileride alıntılarla göstereceğim üzere, “atlı”dır), hem Nartların göğe çıkışından bahsedilir, hem de Avrupa’ya doğru Türk [Turkic] ve Urallı kavimlerin göçleri bu coğrafya üzerinden olmuştur. Dolayısıyla motifin kökeninin Kafkasya olması sürpriz olmayacaktır.

Öncelikle “Tulpar”ı ele alalım. Kazaklarda yaygın bir şekilde görülen Tulpar motifi, kanatlı bir atı simgeler. Başkırt destanı Ural Batır’da, Tulparların “gökyüzünde yaşayan”, “uluların sürdüğü” atların soyundan geldiğine işaretler vardır. Karaçayca’da Tulpar “yiğit”, “savaşçı” anlamında bir sözcük olarak kullanılır. Kafkasya’da hâkimiyet kurduğunu bildiğimiz İskitler’de de kanatlı at motifinin oldukça yaygın olduğunu biliyoruz. Ayrıca Çinlilerin Fergana vadisinden ithal ettiği “Dayuan” atlarının, “uçan atların soyundan geldiği”ne dair inanışlara, Çin kayıtlarında rastlıyoruz. Bu atların tasvirleri, Çin’de yapılan kazılarda çıkarılıyor. Fergana ve civarında da, hem anlatılarda hem arkeolojik kalıntılarda güçlü bir “gök atları” motifiyle karşı karşıyayız. Öyleyse atla haşır neşir olmakta bütün uluslardan daha öteye gitmiş olan Türkler, “gök kültü”nün de yaygın olması, animist tavır ve sair sebeplerle, “uçan at” motifini ilk yaratan kavim olabilirler.

Gelelim “atlı tanrısal varlıklar”a. Nartların en genci Nart Sosuruk’a (Çerkes versiyonunda, Sosruquo) dair bir Karaçay cırında, Nartların atlı olduğuna dair şüphe götürmez işaretler vardır ki, Karaçay Nart destanlarında sayısız örneğini bulmak mümkündür:

“Nart batırla cortuulga çıkgandıla
Atlanı urup alga aşıkgandıla
Nart Örüzmek’di başçıları başları
Sosuruk’du bek kiçileri caşları…”

(Korkusuz Nart kahramanları [batır – bahadır] akına çıktı
Atlara vurarak acele ettiler
Başlarındaki Nart Örüzmek’ti
Sosuruk idi en küçük erkekleri, en gençleri)

Aynı şekilde Nart cırında da, Nartların at sürdükleri hatta “göğe çıkacak gibi” at sürdükleri belirgindir:

“…Ullu Kuban’dan biz terk öterbiz
Kara Nogay’da carış eterikbiz
Nart atla cerni titretelle
Culduzlu kökge uçup ketelle …“

(Büyük Kuban ırmağından hızlıca ilerleriz
Kara Nogay bölgesinde yarış yaparız
Nart atlar yeri titretiyor
Yıldızlı göklere uçup gidiyorlar)

Karaçay Nart destanlarında, Mingitav [Bengü Dağ, Ebedi Dağ. Karaçayların Elbruz’a verdikleri isim] zirvesinin çatallı oluşunun sebebi, Karaçay kahramanı Karaşavay’ın Elbruz zirvesinden atıyla atlarken, atının toynağının zirveye çarpıp yarması olarak açıklanır.

 Hem “atlı tanrısal varlıklar”, hem “gökteki atlılar” dediğimiz zaman yine Kafkasya karşımıza çıkıyor: Nart destanlarının hem Çerkes hem Türk versiyonlarında Nartların nihai yurdunun “gökler” olduğuna dair şüphe götürmez işaretler vardır. Bir örnek olarak Prof. Dr. Ufuk Tavkul’un kitabından:

 “Örüzmek kök teyrini anasına ulan bolgandı
Ol kesini atlı cıyını bla kökde bügün da caşaydı
Köknü, cerni şaytanladan saklaydı
Kök küküregen – anı kıçırganı
Tubanla – avuz tılpuvunu çıkganı
Terlegeni cavum bolup cavadı
Arkanın duşmanlaga atsa eliya boladı”

 (Örüzmek [Nartların bilgesi] gök tanrısının annesine oğul olmuş
O kendi atlıları ile gökyüzünde bugün bile yaşıyor
Göğü, yeri şeytanlardan koruyor
Gök gürlemesi onun bağırışı
Sisler, nefesinin çıkışı
Terlemesi yağmur olup yağıyor
Kemendini düşmanlara atsa yıldırım oluyor)

Özetle; Karaçay ve kısmen Çerkes versiyonunda Nart destanları Nartları, “latif, üstün, aşkın, bilge varlıklar” olarak tasvir eder. Düşmanları Emegenler (devler) ile çarpışan Nartlar, son olarak “göğe çıkarlar”. Nart destanlarının izi İskitler dönemine kadar sürülebilir. Yerli folklor ile Türk geleneğinin etkileşimi sonucu hem Çerkes, hem Oset ve Türk versiyonları nihai şeklini almıştır. [Burada, Odin geleneğinin de İskandinav asıllı olmadığına, Odin’in doğulu olduğuna değinmem gerekiyor. Ancak bunun ayrıntılı incelenmesi yazının hacmini çok artıracaktır, bu kadarla yetineyim. Odin, “wild hunt” diye bilinen bu Avrupalı fenomenin kökeninde yatan figürdür.] Kafkasya’da yoğun olarak işlenen “gök atlıları” motifi, batıya Kafkasya’dan taşınmış. Muhtemelen ilk olarak İtil gibi nehir yollarında, Novgorod civarında yerleşimleri bulunan İskandinav kökenli uluslar tarafından benimsenmiş ve ardından Avrupa’ya yayılmıştır. Bozulma, yeniden işlenme gibi yollarla, kimi zaman korkutucu “hayalet süvariler”, kimi zaman “imdada gelen öte dünyalılar”, kimi zaman da Noel baba gibi daha özgün ve değişmiş kalıplarla karşımıza çıkmıştır.

Yani her benzerlik, mutlaka bir önceki yazıda ileri sürdüğüm nedenden ileri gelmez, bazen, toplumlar arası mitos alışverişi olur.

Oğuz Kağan Mitolojisine Dair

Neredeyse bütün dünya toplumlarında evrensel bir mitolojik özellik vardır: atasal kökeni açıklamak için belli karakterler yaratılır, o karakterlerin birbiriyle insani (evlilik, doğum, ölüm gibi) ilişkileri esasında daha geniş bir arka plandaki toplumsal ilişkileri açıklamak için kullanılır. Buna “antropomorfize etmek”, yani insan suretine bürümek diyebiliriz.

Bir kültürün kendi iç gruplaşmalarını, yukarıda açıkladığım şekliyle, bilimsel dönem öncesinin bilimi olarak tanımlayabileceğimiz mitoloji vasıtasıyla açıklaması ve aktarımı Oğuz Kağan mitine benzer şekillerde olur. Daha açık olmak için, tarihten örnekler verelim:

Birbirleriyle bir şekilde benzer/akraba olduklarını bilen Slav grupları, “Lech, Cech ve Rus” efsanesini yarattılar. Buna göre benzerliğin sebebi, bu üç kardeşin, üç farklı av peşinde farklı yönlere gidip, farklı ülkelerin/soyların atababası olmasıydı. Lech Polonya’yı, Cech Bohemya’yı (Çek Cumhuriyeti), Rus ise Kievan Rus diye bilinen ülkeyi kurmuştu, bu efsaneye göre. (mitolojide,  “yerde nasılsa gökte de öyle, gökte nasılsa yerde de öyle” kuralı vardır dedik. Mitolojik “düzlem” ile gerçek düzlem, fonksiyonel ve biçimbilimsel olarak paraleldir.)

Bir başka örnek verecek olursak, Sami dünyasında Samiler tarafından bilinen halklar ve Samilerin kendi alt grupları, Nuh’un üç oğlu miti ile açıklanmış ya da alegorik biçimde anlatılmıştı. Buna göre kendileri Nuh’un bir oğlundan, Afrikalılar diğer oğlundan, Asyalılar üçüncü oğlunun soyundan gelmişlerdi. Kendi iç gruplaşmalarını, yine benzer bir mitle açıkladılar: Yahudiler İbrahim oğlu İshak’ın, Araplar İsmail’in soyundan geliyordu, bu mite göre.

Oğuz Kağan miti de böyledir. Tarihsel süreçte sürekli evrim geçirmiştir. Ve her zaman amacı üç, sekiz, dokuz, on gibi ön isimler alarak birlik oluşturan Oğuz boylarının birlik sistemleri ve özelliklerini, mitolojik yönteme başvurarak açıklamaktı. En son haliyle Oğuzlar, 24 boydan oluşan bir sistem kurduklarında ya da 24 boyun siyasi birliğini sağlayamasalar da, toplam boy sayısı 24 olarak belirginleşip, oturduğunda, 24 boya yönelik son Oğuz Kağan miti de olgunlaşmış oldu. (Yani, 24 boy, tarihin bir devrinde aynı anda var olmamış olabilir. Ancak toplamda, belirgin bir şekilde, 24 boy motifi görülüyor. Özetle demem o ki, önce boylar ortaya çıkmış, kimileri bölünmüş, kimileri yok olmuş ve en son kolektif bilinçte 24 boy sayısı belirginleşince koşut olarak evrimleşen Oğuz Kağan miti de, Oğuz boylarının ruh iklimi ve ilişkilerini anlatma sürecinde nihai evrimini geçirmiş, tutarlı bir örgü halini almaya başlamıştır.)

Mutlaka Oğuz Kağan figürünün destansılığını besleyen bir “gerçek” karakter vardır ve bence de bu muhtemelen Modun’dur. Ancak Oğuz Kağan Modun’u anlatmaz, Oğuz boylarının yerdeki ilişkilerini, “göksel” bir dille anlatır. Ki, bence bütün Türk destanları ve mitleri bir şekilde Alpamış mitiyle ilişkilidir, (misalen Alpamış’ta “Salur Kazan” kötü bir karakter olarak yer alır. Ki, “en batılı Türkler” diyebileceğimiz Oğuz grubu, doğu Türkleri ile çoğu zaman düşmanca ilişkiler içinde olmuştur ve mitolojinin, gerçek olanı, sembolist ve alegorici bir tavırla anlattığına dair tezimizi, batıda “kahraman” olan Salur Kazan’ın, doğuda “düşman” olması tespiti, destekler niteliktedir.) ve birçok çalışma göstermiştir ki, destanlardaki karakterler arketipik karakterlerdir. Bu karakterler destanı/mitolojiyi oluşturan halkın, o karakterle ilişkilendiren kavram hakkında kolektif bilinç/bilinçaltında ne düşündüklerini gösterir. Ve Türk kahraman arketipi de, çoğunlukla Alpamış destanı ile karakterize olmuştur, Alpamış karakteri sürekli (içerik olarak) yinelenir.

Oğuz Kağan ve Oğulları destanının (mitosunun), Oğuz Türk gruplarının kolektif bilinçteki irfanını aktarmak ve “atalar kültü” esintileriyle, “kökensel” (orjin mitosu) açıklamalar yapmak için evrildiğini iddia ettik. Muhtemelen bu tespitimde haklıyımdır, her ne kadar bilimsel bir makalede olması gereken birçok noktaya dikkat etmiyorsam da, vicdanımda sonuna kadar bilimsel yönteme sadığım ve (deryada damla da olsa) yıllardır süregelmiş mitoloji okumalarımdan yola çıkarak bu tespitin hatalı olması için bir neden göremiyorum. (Ki, bu dediğime benzer tespitler yerli ve yabancı birçok düşünür tarafından kısmen ya da büyük oranda benzer bir şekilde yapılmıştır.) Ancak cesaret edip, bir adım ileri gidersem, Oğuz Kağan mitosunun, ilkel köklerinde “kozmogonik” (evrendoğum) bir mitos olmasa da, çok daha geniş ve şaşaalı bir “tanrılar örgüsü”nden kopmuş bir “pantheon mitosu parçası” olduğunu düşünüyorum diyebilirim.

Malumdur ki Oğuzlar, Türk grupları içerisinde en kalabalık ve baskın gruplardan biridir. Öyle ki, Altaylı milletin adı “Türk” olmadan evvel ve olma sürecinde Oğuzlar, kültürel baskınlıkları ve kalabalıkları sebebiyle büyük oranda “özerk” bir grup özelliği göstermişler ve Türk-Oğuz kullanımları Orhun abidelerinde görülmüştür: Türk bir “siyasi” isim iken, belki bir klan ya da boy ismi iken, merkezi otoriteyi kuranlar bu “Türk”ler olduğu için, yavaş yavaş bütün Altaylıların ortak ismi haline gelmeye başlamıştır. (Ki, aynı görevi daha önce, “Hun” ismi üstlenmiştir.) Bu esnada, Türk-Oğuz kullanımı dikkat çekicidir, Oğuzların baskınlığına, her ne kadar Türk şemsiyesi içinde homojenleşmeye katılsalar da, bir nevi “özerk”liğine delalet eder.

Hal böyleyken homojenleşme, katışma ve kaynaşma süreçlerinde yok olan (ki ben Yenisey kültürü ve dil ailesini bu noktada çok önemsiyorum ancak başka bir yazının konusudur) çoğu yerel, Türk-altı-gruplara ait birçok mitos kırıntısı olduğu neredeyse kesindir. Ki kuzeye, doğuya ya da batıya gidildikçe Türk algısı ve ruh ikliminin hafiften yoğuna değişik oranlarda değişim göstermesi de, kimi bölgelerde bu birleşmenin görece zayıf olduğu tezini doğrular. Zira bazı “arketipik” farklılıklar o kadar keskindir ki, kökeninin çok önceye gittiğine dair şüpheye yer bırakmaz. Bu da bizi bozkırın konfederatif yapısının “toplumsal ruh iklimi” açısından Altaylı alt-grupların kolektif bilinci için de korunduğunu düşünmeye iter. Yani Türk kültürü dışarıdan hiç etkilenmeseydi dahi herhangi bir başka “kimlik” altında ortaya çıkan etnik grup ya da “millet”lerden çok daha karmaşık ve “renkli”dir.

Bu tespitlerden cesaret alarak diyorum ki; Oğuz Kağan mitosu, bir merkezi ya da “hükmeden” Türk anlayışı az-çok bütün Türk algısına hakim olmazdan evvel (tabii yine onunla akraba) Oğuz algısına hakim olan bir panteonun bozulmuş, evrilmiş, değişmiş bir hikayesidir. Ki, şahsi kanımca Türklerde “panteon” oluşumu görece geç bir meseledir. Mitoloji ile alakalı birçok yazımda belirttiğim üzere Türk yaşam tarzı yerleşik hayata çok önceden geçmiş toplumlardaki gibi bir panteon oluşturmaya elverişli değildi. O yüzden Türk “paganlığı” druidizm ya da Baltık paganlığına daha çok benzer. Ancak Oğuz grubunun “en batılı Türkler” olması ve Soğd vs. gibi kavimlerle iletişim içinde bulunması, bir panteon oluşturmuş olabileceklerini düşündürüyor bana.

Oğuz Kağan’ın ailesini/oğullarını oluşturan isimlerin “Gün-Ay-Yıldız-Gök-Dağ-Deniz” olması, onların oğullarının da genellikle bir arketipik kavram ya da motife yakınsayan çeşitli sıfatlarla adlandırılması (Bayındır, Çepni, Kızık gibi) gibi noktalar bu hususta dikkat çekicidir. Her biri bir “görev”, arketip ya da kavrama ilişkin isim taşıyan “Oğuz Kağan torunları”, göksel bir örgü oluştururlar ki, tam bir pantheon için gerekli olan bir çok bileşene sahiptir.

Dilde Yaşayan Mitoloji

Mitoloji dilimizde halen yaşar, yukarıda örneklerine değinmiştim, biraz çeşitlendireyim. Gordion Düğümü, Aşil Tendonu, Truva Atı, Kaos gibi çok meşhur örneklere değinmeyeceğim.

İlk olarak, ilginç bir sözcükle başlayayım: Hell, yani cehennem.

Eski İskandinavların gözünde cehennem büyük bir çukurdu. (Hint-avrupalılar için cehennem büyük, karanlık bir çukurdu. Homeros’ta da böyle anlatılır, başka mitolojilerde de) Hel, cehennem tanrıçası, bu çukurun efendisiydi.

Şimdi ilginç bir bilgi vereyim. Proto-cermen ve İskandinav anlayışına göre cehennem “büyük bir delik”, “herkesin gittiği yer”, “her şeyi yutan karanlık” idi. Hell kelimesi de, eski İngilizcede ve Proto-cermencede, eski İskandinav ağızlarında, Hell, Höll, Hölle, Hel gibi telaffuz edilmiştir. Bir de “çukur, delik” ne demek İngilizcede, ona bakın: “Hole” “Alayı, hepsi” ne demek? “Whole”. Cehennem? “Hölle”, “Höll”, “Hell”.

Aralarındaki telaffuz benzerliği bir rastlantı değil, aynı kökten türemiş olmalarındandır. Hatta tümü manasında “all”, toplanma yeri manasında “hall” da aynı köktendir. Ve bütün bu anlamca farklı kelimeleri linguistik açıdan birbirine bağlayan, Hint-avrupalıların cehennem anlayışıdır.

Bu vesileyle Wardruna’nın muhteşem şarkısı Helvegen’i anıp, meşhur bir sözcüğe, “panik”e geçelim.

***

Pan, meşhur Yunan mitolojik figürü, keçi ayaklı çoban tanrı. (İlginçtir, bizim köyde yaşlıca bir çobanın lakabı “Pan” idi, “Pan Ahmet” derlerdi.) Pan, kaval çalar ve yolcuların, çobanların karşısına aniden çıkarak onları korkuturdu.

Bu yüzden Yunanlılar, aniden korku bastırmasına, özellikle ıssız yerlerde insanın üzerine çöken korkuya, panikós dediler. Bugün “paniklemek” ya da “panik atak” gibi sözcüklerde yaşayan pan, hala metafizik korkunun derinlerinde kavalını çalıyor.

***

Peki, Ay tutulması?

Ay neden “kararmaz”, “ölmez” ya da “kaybolmaz” da, “tutulur”?

Eski Türklerin dini inancı, her nesneye bir ruh atfediyordu. Bazı kötü ruhlar, aya kastediyorlardı. Ay karardığında, kötü ruhların, Ay’ı “tutsak” ettiğine inanılıyordu: Bu yüzden, ay karardığında, “ay tutuldu” diyoruz, iyi ruhlar ve kötü ruhlar arasındaki savaşta, Ay’ın temsili ruhunun tutsak düştüğünü kastediyoruz.

Eski İskandinavlar da, Ay ve Güneş tutulmasını kötü ruhlarla, Fenrir’le (kurt tanrı) ilişkilendirir. Ay ve Güneş karardığında, kötücül ruhları korkutmak için çığlık atar, davul çalarlardı.

***

Ay demişken, “Ay Dede”yi unutmak olmaz. Çoğumuz aşinayızdır bu “Ay Dede” deyimine, küçükken ben de duyar, neden “dede” dediğimizi anlamazdım.

Eski Türklerde Ay Ata ya da Ay Dede, Ay’ın ruhunun ismiydi. O yüzden Ay’a, “Ay ata” diye hitap etmek yaygındı. Bugün hala, çocuklara anlatılan masallarda ya da çocuklarla yapılan sohbetlerde Ay, dede diye anılıyor.

***

Seren

Günümüz gemilerinde gönder manasında kullanılsa da, eski gemicilik terimlerine göre geminin ana yelken direğidir. Kanımca ana direğe bu ismin verilmiş olmasının kökeninde, Yunan mitolojisi var.

Odysseus’un sirenler (deniz kızları) ile macerası malumdur. Sirenlerin şarkılarına kapılan mürettebat suya atlarken, kendisini geminin ana yelken direğine bağlayan Odysseus, sirenlerin karşı konulmaz şarkılarına karşı koyabilmiştir. O direğin isminin buradan geldiğine inanıyorum. Alarm anlamında “siren” de bununla alakalıdır.

***

Üç Harfliler, “Dağda Gezen” vs. (Sözcük Tabusu)

Şamanizme dair araştırmalar yaparken en çok ilgimi çeken şey, sözcük tabusu. Sözcük tabusu, belli bir sözcüğün anılmaması durumu. Genellikle kutsallıkla ilişkilidir.

Eski Türkçe’de kurda, “börü” denirdi. Ancak eski “şaman” geleneklerde, animist anlayış mevcut olduğu için her nesnenin bir ruhu, bir ıssı vs. vardır. Ad anıldığında, o ruhu ya da gücünü çağırmış olursunuz (invoke). O yüzden Türkler, bu kutsal ve korkulan hayvanın adını anmaktan imtina etmişler, onun yerine “kurt” demeyi tercih etmişlerdir ki kurt, elma kurdu gibi, zararsız, solucan nevi bir hayvandır, bu hayvanın ruhunun zararsız olduğu düşünülmüştür. (Hatta kurt da fazla yaygınlaşınca, adı anılmamaya başlamış, “canavar” (Farsça “canaver” yani “canlı”) kullanılmıştır.)

Yine, Anadolu’nun çoğu yerinde “cin” yerine “üç harfli”, “iyi saatte olsunlar” gibi, doğrudan adını anmaktan kaçınıcı tabirler kullanılır, sebebi budur. “Dağda gezen“, İç Anadolu’da “domuz” sözcüğü yerine kullanıldığına sık sık şahit olduğum söz öbeği. “domuz tabusu”nun göstergelerindedir. (O halde, “domuz”, sebebi, arkasında yatan süreç farklı ve tuhaf olmakla birlikte, çağımızda Türk kültürünün kutsallarından biridir tespiti yapıp keh keh gülebiliriz. Ben gülüyorum en azından.)

Bu sözcük tabusu örneklerini çoğaltmak mümkün, örneğin ism-i azam.

Direkt olarak İsrailiyattır. İbrani gelenekte, seslilerin nasıl okunacağına dair imler olmaksızın yazılan “yhwh” adı, yahve ya da yehova olarak söylenir ama gerçekte ne olduğu bilinmez. Zaten tanrının adının anılması çoğu zaman yasaktır, tabudur. İbraniler bunun yerine “haşem” derler, “isim”.

(İbrani geleneğinde aynı zamanda, etkilerini Hurufilikte de gördüğümüz, “sesin yaratma kudreti” motifi baskındır. Bu yüzden özellikle saklanır yhwh’nin doğru okunuşu, bir nevi sadece yüksek din görevlilerine açılan ve atadan döle sadece sözlü olarak aktarılan, yazmak zaruri olunca yhwh ile ikame edilen isimdir. Zira tanrının adı, yaratıcı kudretin mübariz olduğu ilk dışavurum olduğu için, ismin gerçek telaffuzunun bilinmesi, sözün “ilahi” kudretinin hak etmeyen insanlarca kullanılmasına sebep olacaktır, inanca göre.

İsm-i azam inanışı, İslam’daki İbrani izlerinden bir diğeridir.)

Son olarak, Abdulkadir İnan, bazı bölgelerde Altaylı kadınların kayınbabalarının vs. isimlerini anmasının yasak olduğunu belirtiyor. Gerçekte ne kadar uygulanmıştır bilmiyorum ama, Jabaghi Baj’a göre bir Çerkes ailesinde gelin kaynana, kayınbaba ve kayınbiraderlerinin adını söyleyemez imiş, bu da sözcük tabusuna bir örnektir. Gelinler kayınbabaya “pşı” yani prens, kaynanaya “guaşe” yani prenses-kraliçe, kayınbiraderine ise “pşıkoy” yani “prenszade” demeliymiş.

Kayınbaba demişken, yine İnan, Türk boylarının bir kısmının sair yer şekillerine, örneğin dağlara kayınbaba, yenge, kuzen diye hitap ettiklerini söylüyor. Düşünsene, rakip bir boy yahut kavim bir dağa bassa, "sen benim kayınbabamı nasıl çiğnersin" diye savaş çıkıyor. Türkler gerçekten çılgın.

Son olarak, karşılaştırmalı mitolojiye çok dahil olmasa da, eski çağlarda ateizme değindiğim bir yazıma bağlantı vereyim, burayı tıklayarak okuyabilirsiniz.

 


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

Dipnotlar:

1: http://classics.mit.edu/Euripides/cyclops.htmlerişim tarihi 11.02.2016

2: Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, s.168-184, Devlet MEB Kitapları, İkinci Baskı, 1971

3: http://anthropology.ua.edu/cultures/cultures.php?culture=Diffusionism%20and%20Acculturationerişim tarihi 11.02.2016

4: "Güneşin altında yeni bir şey yok", Vulgata Bible, Ecclesiastes 1:9

5: Jesse Byock, Saga of the Volsungs: The Norse Epic of Sigurd the Dragon Slayer, University of California Press, 1990. Ayrıca bkz. J.R.R. Tolkien, Sigurd ile Gudrun Efsanesi, İthaki Yay. 2010

6: Oldukça meşhur olan bu rivayetin bir örneğini şu sitede aramaya "mesh" yazarak bulabilirsiniz. http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2013/12/ebu-talibin-iman-meselesi-ve-okudugunu.html, erişim tarihi 11.02.2016, sitedeki kaynak: Sıbt İbnü’l-Cevzî, Tezkiratü’l-havas

7: Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, s.168-184, Devlet MEB Kitapları, İkinci Baskı, 1971

8: http://classics.mit.edu/Homer/iliad.1.i.htmlerişim tarihi 11.02.2016

9: Bkz. Nartlar, Ufuk Tavkul, Türk Dil Kurumu Yay. 2011

10: Padraic Colum, The Children of Odin, Digireads, 2008

11: http://www.pitt.edu/~dash/hildebrand.htmlerişim tarihi 11.02.2016

12: Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, s 201-214, s216-230, Devlet MEB Kitapları, İkinci Baskı, 1971

13: http://www.vwml.org/record/RoudFS/S223607erişim tarihi 11.02.2016

14: Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, s 20, s216-230, Devlet MEB Kitapları, İkinci Baskı, 1971

15: Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Devlet MEB Kitapları, I. Cilt, 1971, s. 15. Ayrıca bkz. Tuncer Gülensoy, Manas Destanı, Akçağ Yay. 2002

16: Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yay. 6. Baskı, 2014, s. 561 

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.