Bu sayfayı yazdır

Ramazan Dayağı ve Dinsiz Nesil

29 May 2018

Vaktiyle bir hanım, bozuk hoparlörlerden yüksek ses ve çarpık makamla okunan ezanı rahatsız edici bir “eziyet” olarak gördüğümü söylediğim için önce sitem etmiş, sonra tepkinin dozunu iyice yükseltmişti. Tartışma uzayınca “kutsal”a saygı duymadığımı, din düşmanı herifin teki olduğumu söylemişti. O zamandan beri, sözde muhafazakar kesimin neden bu kadar hassas, tepkili ve kalp yahut kafa kırmaya hazır olduğunu düşünür dururum.

Her Ramazan özellikle sosyal medyada “oruç tutanlara saygı” tartışması olur. Bu sene sanırım seçimler nedeniyle kavga edeceğimiz başka meseleler olduğu için bu tartışmalar sönük geçiyor, ancak “muhafazakar” konumlanmış kimi toplulukların, yazarların yahut “sıradan insan”ların oruç tutmayanların umuma açık alanda yiyip içmelerinden rahatsız olduklarını beyan ettiklerine şahit oldum. “Tutmuyorsan da git evinde ye kardeşim” çıkışına “tutuyorsan git evinde tut” demek gerektiğini düşünen bir adam olarak bu tavrın ve rahatsızlığın arka planını anlamaya çalışıyorum. 

Kırmızı Kadın

Statler Brothers’ın Bed of Roses şarkısı, bir fahişeyle aşk yaşayan genç bir yetimin öyküsünü anlatır. Şarkıda “Kırmızı Kadın” diye geçen fahişe, Pazarları kiliseye giden insanlardan yemek dilenen çocuğu sahiplenmiş, o kibar beyler ve hanımların tenezzül etmediği bir iyiliği yapmıştır. Şarkıyı söyleyen yetim çocuk, Kırmızı Kadın’ı anlatırken “Pek az insan onunla konuşurdu, (…Çünkü) kasabanın çoğu onun yerinde olmak istiyordu” der. Kırmızı Kadın toplumdan dışlanmıştır, bunun nedeni kasabanın kibar eşrafının onun cinsel özgürlüğünü kıskanmasıdır aslında. Onu aşağılamaları, dışlamaları, kötülemeleri hasetlerindendir, Kırmızı Kadın’ın kötü biri olmasından değil. Ki Kırmızı Kadın, onların iyilik yapmaları gerektiğinin vaazı verilen kiliseye düzenli gittikleri halde, yapmaya tenezzül etmedikleri iyiliği yapacak kadar da “ahlaklı”dır. 

İsa, İncil’de böyle insanları “dıştan güzel görünen, içi ölülerin kemikleriyle dolu bakımlı kabirler”e benzetiyor.

Yalan söylemek günahtır. Falanca “dini bütün” şehrimizde birinin yalan söylediği için ve salt bu sebepten dayak yediğine dair bir haber duymuyoruz. Ancak Ramazan’da oruç tutmadığı ve bunu umuma açık alanda belli ettiği için dayak yiyen insanları çokça duyuyoruz. O halde yalnızca günah addedilene tepkiden bahsedemeyiz, belli günahlara karşı tepki var. Bu günahlar da ekseriyetle fedakarlık isteyen günahlar: Oruç, kişisel bir fedakarlık gerektiriyor. Bu fedakarlığı gösteren insan, göstermeyenlere diş biliyor. Bunun nedeni, muhtemelen imanının tam olmamasıdır: İçindeki şüphe, içten içe kıskandığı, yerinde olmak istediği ancak sair nedenlerden –toplum baskısı vs- olamadığı insana karşı bilenmesine neden oluyor. Bu saldırgan tiplemenin Ramazan’da yemek yiyen birini görünce öfkeyle saldırması bundan, böyle birini gördüğünde kendi çelişkileri aklına geliyor ve kendisine olan saygısını yitirmemek için saldırarak, dahil olduğu cemaat eliyle bir baskı yaratarak kendini aklamaya çalışıyor. Bastırmaya çalıştığı çelişki ve itiraf edemediği memnuniyetsizliği bu saldırıyla bastırıyor; belki de saldırdığı kendi memnuniyetsizliğidir. 

Oruç tutmayı içten içe bir yük gören ancak görmemesi gerektiğini de bilen insanlar, o yükü taşımayanları kıskanıyorlar. Bu kıskançlık dışlamaya, aşağılamaya ve nihayet saldırganlığa dönüşüyor. 

İmam Hatiplerin Goliardları

Ortaçağ Avrupası’nda gelişen bir miras sistemi vardı, primogeniture. Bu sistem, ilk doğan (genelde erkek) çocuğun ailenin bütün mirasının sahibi olması prensibine dayalıydı. Bu durum soylu, görece daha varlıklı ancak topraksız bir güruhun oluşmasına neden oldu. 

Ortaçağ'da büyük ve güçlü aileler hariç, soyluların ikinci, üçüncü çocukları için hayat çok sorunluydu. Büyük aileler topraklarının bir kısmını ikinci oğula verebiliyor, onu da aktif bir siyasi aktöre dönüştürebiliyorlardı, ancak küçük soyluların çocukları mavi kanlı paryalardan ötesi değildi. Onlar da başka uzmanlıklara yöneliyorlardı; kilise bunun için biçilmiş kaftandı. Şöyle bir yorum hatırlıyorum: "İlk oğul toprağın başına geçer, ikinci oğul savaşa gider, üçüncü oğul kiliseye gidip yeni bir kardeş gelmesin diye dua ederdi."

İşte ekseriyetle böyle bir arkaplandan gelmiş, ağabeyleri bütün mirası aldığı için topraksız kalmış ama bir köylü gibi de tarlada çalışması beklenmeyecek soylu çocukların teşkil ettiği bir ruhban sınıfı 12. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başladı. Bunlara Goliard deniyordu, Goliard’lar papaz eğitimi alsalar ve kilise mensubu olsalar da, aslında kiliseye mecburiyetten dahil olmuş, ahiretten çok dünyayla ilgilenen, eğitim ve görgüleri görece daha yüksek genç rahip adaylarıydı. 

Bu Goliard’lar ortaçağın en eğlenceli metinlerini yazdılar. İncil ve hıristiyan ritüelleriyle dalga geçen metinler ve festivaller yarattılar ki bazı içki festivalleri ve geleneksel mizah unsurları bugüne dek süregelmiştir. Eski hayatlarını unutmuyorlar, aralarına katılan farklı kökenden genç rahiplere de yaşam tarzları ve fikirlerini aşılıyorlar; içmekten, kadınlardan, kumardan ve dünyevi hazlardan zevk alıyorlardı. 

Goliard’lardan bir grubun yazdığı metinler, Benediktbeuern manastırının tozlu raflarında unutulmaya terk edilmişti. Sayfalarca müstehzi, hicvi, müstehcen ve hatta sapkın şiir, şarkı sözü ve nükte bu el yazmalarını dolduruyordu. 19. yüzyılda keşfedildiklerinde büyük ilgi gördüler, Carmina Burana, Beuern şarkıları diye adlandırıldılar. Carl Orff bunları besteledi, O Fortuna bayağı meşhur oldu. In Taberna ve Tempus est Iocundum ise meyhaneden, genç bakirelerden, sefih bir hayattan bahseder ve müstehzidir. 

Türkiye’deki imam hatip furyası da böyle bir nesil yaratacağa benziyor. “Seküler hayat”ı bilen, tanıyan, porno izleme yaşının ilkokul çağlarına düştüğü bir Türkiye’de tecrit mümkün değil; imam hatiplere giden çocukların ekserisi de kendilerini ağabeyleri mirasa konduğu için çok güzel bir hayattan mahrum kalmış, bu mahrum bırakılmışlık hissiyle Tanrı ve Kiliseyle dalga geçecek kadar müstehzileşmiş Goliard’lara benzeyecekler. Yaratılmaya çalışılan “paralel eğitim”, imam hatiplere “tıkılmış” hisseden binlerce gencin diğerlerine özenerek onları “tıkmış” şeye, yani dinin ve dinciliğin kendisine kin duymaları ve istihzayla intikam almalarıyla sonuçlanacak.

Yahya Kemal’in Hicabı

Yahya Kemal yazıp çizdiklerinden anladığımız kadarıyla muhtemelen deist, bir ihtimalle ateisttir. Fakat Atik Valde’den İnen Sokakta şiirinde tarif ettiği manzarayı, oruç tutmayan bir adam olarak her Ramazan yeniden hatırlar ve onunla birlikte içlenirim:

(…)Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,

Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri.

Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!

 

Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş'esiz.

Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı

Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.

Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;

Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:

"Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;

Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür." 

Oruç tutmayan ve inançsız olan Yahya Kemal, fakir Türk insanının huşu ve vakar içinde geçirdiği Ramazan’ın “atmosfer”inden o kadar etkileniyor ki, inanmasa dahi bu kolektif vecd haline katılamadığı için neşesi kaçıyor ve hiç değilse buna içlenebilişine şükrediyor. Yahya Kemal o sokakta dayak yeseydi böyle bir şiir yazmazdı. 

Nerede Neyzen’e rakı ısmarlama temalı şiir yazan Akif’in Müslümanlığı, nerede bunlarınki? Dinin kitabı değişmediğine göre bir terbiye, meşrep ve ahlak bozulmasından söz etmek mümkün.  

Hülasa, Müslümanların ve özellikle kendisine muhafazakar diyenlerin özgürleşmeleri, bireyleşmeleri gerekiyor. Ancak o zaman orucun ve diğer ibadetlerin kişisel olduğunu, cemaatle kılınan bir namazda dahi herkesin namazı “tek tek” kıldığını, oruç tutmayan yahut başka günahlar işleyenlere tepki göstermeye kimsenin hakkı olmadığını öğrenecekler. O zaman  iç çelişkileri olmayan, seküler yaşamla tam uyum sağlamış Müslüman profili kahir ekseriyeti elde edecektir.  

Dinde bir zorunluluk hali olduğunda, ortam ve şartlara ve bireylerin kişisel arkaplanlarına göre ya “mümin”ler saldırganlaşıyor, ya da imanları zedeleniyor ve intikam alıyorlar. Bu zorunluluğu ortadan kaldıran laiklik, Müslümanların kendi kendilerine zulmeden, dinlerinin içini boşaltan ve şahsen daha önemli bulduğum cihetiyle, dinlerinde estetiğe izin vermeyen, kaba saba bir sofuluğun “dostlar alışverişte görsün şovu”na dönüştüğü bir illüzyondan kurtulmalarının tek yolu gibi görünüyor. Oruç tutmayana ve bunu gösterene tepki gösteren, bunu “saygı beklemek” kisvesine bürüyen, ezanın güzel okunmayışına dair bir hayıflanmada kutsala saldırı gören bir zihniyet, her gün bombalandığı, binlerle öldürüldüğü halde “medeni dünya”da başına gelenler asla facia sayılmayan, haber değeri taşımayan “Müslüman yığınlar” manzarasının müsebbibidir. Bu kadar medeniyet, ince düşünce, terbiye, saygı ve rasyonel düşünce yoksunu bir yığın, elbette daha gelişmiş medeniyetler tarafından “insandışılaştırılacak” ve kendi kendine bu kadar zulmederken zulme uğraması göz ardı edilebilecektir. 


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.  

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.