Bu sayfayı yazdır

Bu Sabah Hangi Kağan Olsam?

17 Kas 2015

Çocukken Jules Verne okurdum, pek severdim: Ayakları yere basan bir hayalperestliği vardı. Ay’a Yolculuk yazıyordu örneğin, bugün o kitapta kendince yaptığı hesaplamaların yanlış olduğunu biliyoruz, fakat Ay’a ayak basıldığını da biliyoruz. Bu “ayakları yere basan hayalperestlik” tavrı, o zamandan beri benimsediğim bir tavır olmuştur.

Türk milliyetçileri, sık kullandığım bir tabirle “bu sabah hangi kağan olsam” diye aynanın karşısında saatlerce zaman geçirip hülyalara dalan liseli kız çocuklarına benziyorlar. Hayal kurma yetenekleri var, maharetliler de, fakat “marifetli” değiller.

İki sıkıntımız var: Ölmeyi biliyoruz, fakat nasıl yaşayacağımızı bilmiyoruz. Gerçi ben, bugün milliyetçi olan gençlerin milliyetçi oluşunda, post-modern grilik tabir ettiğim boktanlığın hakim olduğu dünyada, çeşitli spritüal akımlara yönelebilecekken şans eseri milliyetçiliğe bir “din” gibi, tarikat gibi yönelmiş yığınlar görüyorum. O yüzden, ölmeyi de başarabileceklerinden şüpheliyim ama, herhalde öyle ya da böyle, usulen de olsa edinilen “Türk milliyetçisi” sıfatı, yalın kılıç mitralyöze saldırmak ya da tabutluklara direnmek istidadından bir nebze olsun nasiplendiriyordur kitlesini. Ancak yaşamayı bilmiyoruz, uğruna öleceğimizi beyan ettiğimiz insanları nasıl yaşatacağımızı bilmiyoruz. Örneğin vergi düzenlemesi, toprak bütünlüğünden “daha az aciliyeti” olan bir mesele değildir. Bayrağımız dalgalanırken, o bayrağın dalgalandığı gönder bize at arabasının oku olup at gibi, öküz gibi koşulmamıza sebep oluyorsa, bir “sıkıntı” vardır.

Ve bir “sıkıntı” varsa, bu beylik laflarla çözülmez: Binlerce teorisyen, bilim adamı ve tabii ki yarı-cahil demagog, onbinlerce kitap yazmış ekonomiyle ilgili. Türk milliyetçisi “ya işte şöyle yapalım en iyisi bu” diyerek sıyrılıp çıkacak mıdır işin içinden? Ya da vatan savunması: Amerika’nın vatan savunması neden çok daha girift, teknolojik üstünlük sahibidir de bizimkisi çarıklı Mehmet’in fedakarlığı üzerine bina edilir? Edilmeyecekse, Amerika’daki teknoloji nasıl gelişmiştir? “Acaba hangi kağan olsam” ya da “Türk tarihindeki hangi zatı öz babam zannederek öz anamın dünyasına yabancılaşıp bir futbol taraftarı gibi holiganlık yapsam” diyerek mi? 

“Ürün”ler yani “sonuçlar” değil, o “ürünler”i yaratan sistemler önemlidir. Teknolojimiz olsun demek yetmez, teknoloji nasıl bir ortamda gelişiyor, onu düşünmelidir. Eğer özgür düşünce, bilimsel yöntem, şüphecilik yoksa, teknoloji de ona bağlı olarak tecrit ve tahdit edilmiş olur, istendiği gibi gelişmez. Öyleyse, örneğin, vatan savunmasını önemseyen Türk genci, özgür düşünceyi, bilimsel yöntemi, şüpheciliği, dincilik düşmanlığını en az savaşta harbedebilme cesaretini göstermeyi önemsediği kadar önemsemelidir.  Türk milliyetçisi canhıraş bir şekilde meydana çıkarken bırakın zırhını, iç çamaşırını giymeyi unutmuş bir gladyatör izlenimi veriyor bu cihetten bakınca.


Pekala Türk milliyetçisi diyebilir ki, benim “devletim” var, o düşünmelidir, ben sadece savaş zamanı ölebilmek ve asmak kesmek kelle uçurmak türküleri söyleyebilmekle ilgileniyorum. Ebu Leheb’in elleri kurusun ve kurudu da dediği gibi, “dedi de”, ve Türkiye’nin hali ortadadır: Türkiye’yi, cumhuriyeti tesis edenler Türk milliyetçileriydi ve Türk milliyetçileri yeterince akıllı, zeki, donanımlı, geniş ufuklu ve vicdanlı olmadığından bu ülke bu hale geldi. Zira bir ülkenin sahibi “koyverirse”, diğerlerinin kara kaşımız kara gözümüz için o ülkeye sahip çıkmasını bekleyemeyiz. 

Bu nasıl çözülür? Türk milliyetçisinin tabularını, duvarlarını, kabuğunu yıkması, delmesi lazım. Kendini hapsettiği o küf kokulu delikten başını çıkarması, dünyayı tanıması lazım. Başka milletlerle kendini “karşılaştırabilecek” donanımı edinmesi, Türk’ün zaaf ve muhtemel tehlikelerini tespit etmesi, buna dair “edilgen olmayan” bir bakış geliştirmesi lazım. El yumruğu yemeyen kendi yumruğunu balyoz sanır derler.

Zayıflayan ve kolektif ruhun hakim olduğu topluluklar ve alanlarda, kavramların içi boşalır, tavırlar fevrileşir, bir şey “yaratma” yeteneği yok olur. Türk milliyetçilerinde de olan bu: F 16’nın karşısına bir söğüt çubuğuyla dikilmeye zorlanıyor. Bunu saçma buluyor, fakat itiraf edemediğinden söğüt çubuğuna ve “ne güzel, kahramanca öldüğü”ne övgüler düzüyor. Ölelim, fakat ölümümüz anlam ifade edecekse, ancak bir sonraki neslin söğüt çubuğuyla değil de, başka araçlarla dikilebileceği bir dünyaya hizmet ediyorsa ölelim. 

Sadece “esas”ta yok bu sıkıntı, “usul”de de var, iletişimde, siyasi pratikte. Örneğin devlet ve bir kısım milliyetçiler yıllarca “bunlar Batı’nın, İsrail’in, Amerika’nın oyunu” lafını pompaladılar, bizim öz “adamlarımız”ın ne kadar aşağılık, kafasız ve ruhsuz olduğu anlaşılmasın diye, öcüyle bebek korkutur gibi Türk milletini korkuttular. Yıllar boyunca "PKK Ermeni komplosudur, Kürt sorunu yoktur" dediler. Her yerde "dış güçler" aradılar, saçmasapan bir mantıkla görünmez suçlularla dövüştürdüler toplumsal algıyı.

Şimdi PKK’nın eylemleri, katliamları "falanca komplosu, Ergenekon komplosu, filanca dış güçlerin tuzağı" diye aklanıyor. 

Türkiye'de "Türkler"in öğretmen ve öğrenci olduğu Ermeni, Kürt, Fars, Rus enstitüleri kurulmalı. Ermenice bilen, Kürtçe bilen, bu dillerin gelişim sürecine, bu kavimlerin tarihine "herkesten daha iyi hakim" bir entelijansımız olsa ve bunu uluslararası platformda ispatlasa, o zaman Batı'nın rüzgarını da arkasına alıp bol keseden savuramazdı “bunlar”.

Ama bizimkilerin çözümü basit, Niğde'de dört tane Türk'e Türkçülük bezeli bir konferans ver, tatmin ol, vatan kurtulsun. 

Okuyucu tarif ettiğim manzarayı bir hayal etsin: Dünya ile iletişimi güçlü, örneğin “Ermeni soykırımı…” dendiğinde Ermenice konuşup cevap verebilecek, Avrupalı’nın “çiftdüşün” örneklerini bizzat onun metinleriyle çürütecek milliyetçiler… Burada “Ermeni ağzıyla konuşan Türk”ler yaratıldığı gibi, “orada Türk ağzıyla konuşan Ermeni”ler yaratabilecek milliyetçiler… 

Bu "çağ"da, çağın tarifini başka bir zamana bırakırsak, "milli kimlik"ler dahi "günlük pazarlama"ya konu olur. Her sabah yeniden Türk olur, her akşam Türklüğü portmantoya asar, milliyetsiz yatarsınız. Bir iletişimsel ağın içinde, size hangi ağ merkezinin iplerinin ulaşacağını bilmez halde dolanırsınız, Türk kalıyorsanız tesadüftür ve çoğu zaman o "Türklük" de Türklük değil, bir yanılsama, bir kof ve "yanlış Türklük"tür.

Ömer Seyfettin'in "Bir Kayışın Tesiri" isimli kısa bir öyküsü var. Hediye edilen bir Çerkes kayışının etkisinde Çerkes olmaya soyunup Türkçe'yi unutan, Çerkesçe'yi de konuşamayan tuhaf ve gülünç bir adamı anlatır.

Öykü şöyle biter: "Büfenin önünde durdu. Para veriyordu. Çantasını pantolonunun cebinden çıkarırken gördüm. Belindeki yirmi sene evvel Karamürsel’den hediye gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl parlıyordu. Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek 'millettaş' celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olmadığını düşündüm."

Bunu sağlamak iletişimden geçer, bırakın "dışarıdan" millettaş celbetmeyi, Türk çocuğunun Türk olmaktan mutlu olması ancak böyle mümkündür. Bugün Türkiye'de birer Cermen folklorik motifi olan "prenses ile ejderha", "Pamuk Prenses" gibi masallar okunuyorsa, Türk çocuğuna bu mutluluğu bahşettikten sonra belki yarın Amerika'da Dede Korkut, Ural Batır okunsun isteği de en uzak ve kazanımı en yüksek hedef.

“Asmak kesmek kelle uçurmak” kolay, fakat şu sıralar Türk tek başına saman dahi üretemeyip ithal ediyor. Bu yazıyı, örneğin, Batı teknolojisi ürünü bir bilgisayarla yazdım ve Türk tarihini çoğu zaman yabancılar sayesinde öğreniyoruz. Biraz “yabancılar izin verdiği, merhamet gösterdiği için yaşıyoruz” demektir bu. Türk çocuğuna düşen buradan hareketle “hepsine” diş bilemek, yok edici bir düşmanlık göstermek değil elbet: Önce “onlardan biri” olup, sonra en öne geçmek, yüz yıl sonra bir Bahadır’a benzeyen James’in bir Türk medeniyetine atıflar yaparak böyle yazılar yazmasını sağlamak.


Vatan savunmasının da, milliyetçiliğin de, insan olmanın da yolu bilimden, akıldan, mantıktan, özgür düşünce ve şüphecilikten geçiyor. Türk milliyetçileri, “damarlarımdaki asil kan” lafı kadar, “özgürlüğüm” lafını da yürekten eder, savaşların yalnızca ölmekle kazanılmadığını anlarsa, o zaman bir ümit var: Bir Amerikalı komutan, “savaş vatan için ölmek değil, karşındaki p.çin kendi vatanı için ölmesini sağlamaktır” diyor, ne güzel diyor, keşke bütün Türk milliyetçileri Amerikancı olsa. (İnsanlara batmayı seven bir insan olduğum malumdur, bu yazıyı kaleme aldığım esnada iticiliğimi ve “batıcılığımı” törpülediğimi fark ettim, son anda bunu yapmasam olmazdı. Ezen bolsun karındaş kalık.)

 

M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.



 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.