Bu sayfayı yazdır

İletişim ve Etik

03 Ağu 2015


Aşağıdaki yazıyı, bir vize ödevi olarak, tez taslağı mahiyetinde hocam Oktay Verel için hazırlamıştım. Biraz kısaltarak burada yayımlamaya karar verdim. Kısmetse bir kitaba dönüştüreceğim.

Kısalttığım için biraz dağınık durabilir, bölümlerarası ilişki biraz kopmuş ve yazının sonu hızlı gelmiş gibi gelebilir. Ancak niyetim dört başı bir mamur yazı yayımlamak değil, önemsediğim konuların öne çıktığı bir taslak metin koymak. Belki iletişim okuyan bir öğrenciye, ya da görüşlerimi anlamak isteyen bir okura yardımı dokunur. Genişlettiğim zaman bu halinden de, orijinal halinden de daha iyi olacağını ümit ediyorum.

Giriş

Yıldız Teknik Üniversitesi’nde 2 yıl Biyomühendislik okuduğumdan beri, daha doğrusu okuyamayıp bıraktığımdan beri, o sakıt kalan eğitim sürecinin bende en büyük katkısı, meseleleri bir mühendis “kafasıyla” ele almak alışkanlığı oldu. Bir meseleyle karşılaştığımda, öncelikle pozitif-analitik düzlemde bilimsel değerlendirmesi, ardından uygulamalı sahaya nasıl tatbik edileceğine dair bir arayış, deyim yerindeyse omuriliğimden aşağı inen bir refleks haline gelmiş durumda.

Bu kısa çalışmayı, bu gözle kaleme aldım. İletişim, elbette apayrı bir bilimsel disiplin ve kendince bir tanımı var, ancak örneğin fizik okumuş bir insan için atomların birbiriyle etkileşmesi de bir iletişim olayıdır: Nihayet, insanlar da birer “atom yığını” olduğundan, kişilerarası iletişim, atomlar arası iptidai ve tabii iletişimin daha giriftleşmiş ve işlenmiş bir halinden öte değildir.

Öyleyse iletişimin, aynen sözgelimi makine mühendisliği gibi, iki boyutu var: Öncelikle bilimsel analiz, ardından bu işin “uygulaması”, yani mühendisliği. Ve nasıl mühendislik hem hayatı kolaylaştıran aygıtları, hem de en ölümcül silahları yaratabiliyorsa, iletişim de, bir bilim olarak, ilk boyutu ya da işleviyle “toplumu anladıktan” sonra, toplumu iyiye ya da kötüye evriltme, sevk etme amaçlı kullanılabilir.

Eric Hoffer’ın Kesin İnançlılar kitabında ettiği bir söz, bu çalışmanın ana fikrini oluşturuyor.“Bir yönetim ehliyetinin sınırlarını aştığı halde iktidarda kalabiliyorsa o yerde ya aydın sınıfı yoktur ya da iktidardakilerle söz ustaları arasında sıkı bir anlaşma vardır.”


Bölüm I: Mecranın Doğuşu

Ülkemiz sınırları içinde bulunan Efes Antik Kentinde, şehrin genelevini dileyen ziyaretçilerin bulmasını sağlamak için yaratıcı bir “reklam” usulü kullanılmıştı: Caddelerdeki döşemelere, geneleve giden ayak izi biçiminde işaretler bırakılmıştı. Bu sayede, utangaç ziyaretçiler genelevin yolunu bulabiliyorlardı.

Antik Mısır’da, Eski Yunan’da ya da Çin’de, benzer “ilan”ları görüyoruz: Eşeğini kaybeden bir adamın astığı ilan, kaçak köle ilanları, devlet duyuruları... Bunlar, iletişimin “kişilerarası” düzlemden, özerk bir boyuta, bir “mecra”ya taşındığının ilk göstergeleriydi. Bu süreci anlamadan evvel, “insan nasıl iletişime geçmeyi başardı” sorunun cevabını vermek lazım. Elbette, evrimsel perspektiften bu süreç atomların etkileşimine dek götürülebilir ama, bu çalışmada insanla sınırlayacağız.

Evrime göre, çeşitli tartışmalar olsa da insan evrimi aşağı yukarı şöyledir:

Homo Habilis, yani becerikli insan. El ile kavrama yeteneğini arttıran "karşıt başparmak" ilk defa bu türde ortaya çıktı ve alet kullanılmasını mümkün kıldı.

Homo Ergaster, yani "çalışan insan". Bu tür, basit aletleri çoğaltarak bir nevi "endüstri" oluşturdu, yoğun bir şekilde kullanıma yönelik ya da süs&ritüel amaçlı (genelde “kız tavlamak için”. Zira iyi aletler yapabilen erkek, hayatta kalma ve dolayısıyla çiftleşme şansını arttırıyordu. Antropologlar, bazı aletlerin sadece dişilere sunulmak üzre, kullanım amaçlı değil, ritüel amaçlı, “bu denli ideal, kusursuz aletler yapabiliyorum” mesajını iletme amaçlı yapıldığını söylüyorlar.) aletler üreterek seri ve etkin bir şekilde kullandı.

Homo Erectus, yani "dik duran insan". Bu tür, Homo Ergaster ile aynı tür de olabilir, iki ayağı üzerinde verimli bir şekilde duruyor ve uzun mesafelere göç ediyor, dünyayı kolonize ediyor, yavaş yavaş kavramlar ve konseptler geliştiriyordu.

Homo Sapiens, yani "düşünen insan". Artık insan soyu somuttan soyuta bir düşünsel evrimin içerisine giriyor ve ilk temel ve girift "mem"lerini yaratıyordu.

Homo Sapiens Sapiens, yani "düşündüğünün üzerine düşünebilen insan", bizim türümüz. Fiziki olarak Homo Erectus'tan çok da farklı değildir, ancak mental açıdan çok farklıdır. Yarattığı "mem"ler ile, genlerinin ona sağladığının çok ötesinde bir güce ulaşmış, bütün varlığını ve gücünü "düşündüğünün üzerine düşünebilmek" yeteneğine borçlu bir insan türüdür.

Bu basit kronolojiyi bir teşbih için kullanırsak, "insan gibi insan olmak" için becerikli olmalı, çalışmalı, dik durmalı, düşünmeli ve ne düşündüğümüzü bilmeliyiz.

Homo Sapiens Sapiens’in, genetik açıdan “aşırı farklı olmadığı” atası Erectus’tan, ya da kuzeni şempanzeden bu denli korkunç bir ayrışma yakalamasının (korkunç: Şempanzeler ormanlarından bile çıkamıyorlar, biz dünyayı istila ettik, hatta uzaya çıktık.) sırrı, “iletişim”dedir. Richard Dawkins, “mem” adını verdiği, “kültürel genler” diyebileceğimiz, “enformatik paketler”in, aynı genler gibi, tür içinde iletişim yoluyla yayıldığının ve kültürel evrimin bu sayede başladığının altını çizer.

İnsanoğlu, hayvanların evrim çizgisinden, ilk defa, “konuşma” yetisini geliştirmesiyle ayrıldı. Bunu, kendimce daha önce değindiğim iletişim anlayışında yerine koyacak olursak diyebiliriz ki, “iletişim”in ilk örneği, kütle çekimi ve diğer kuvvetlerin sayesinde birbirlerine etki eden atom düzeyindeki parçacıklarda gözlenir. Madde, canlılık vasfına kavuştuğunda, “iletişim”, ata-döl ilişkisinde kalıtım materyali ile, canlılar arası düzlemde ise, kimyasal salgılar yoluyla gerçekleştirilmeye başlandı. Canlılar arası iletişimi, burada konu dışı kabul edersek, canlıların, genetik bilgilerini, döllere aktarması, bir iletişim yöntemidir.

Tekamül eden canlılar, kompleks yapılar arz etmeye başladıklarında, iletişim yöntemleri de gelişti. Aradaki uzun evrimi geçersek, hayvanlara geldiğimizde, “bilgi” hem genetik olarak döllere aktarılıyor, hem de ebeveynin çeşitli “kodlar” ve araçlar yoluyla, gözlem yapan yavrularına, “tecrübe”yi aktarması ortaya çıkıyordu. (Buraya ilginç bir not düşmek isterim.Prof. Sidney Altman ve Prof. Thomas R. Cech, RNAlar yolu ile, ataların “üst beyin”lerindeki bilginin, döllerin “alt beyin”lerine aktarıldığını gösterdiler. Bu özetle şu demek: Bazen, çok büyük boyutlarda olmasa bile, fikirler dahi genetik olarak, altsoya aktarılıyor olabilir.) İnsana geldiğimizde ise, belli “kavram”ları kodlayarak, ortak bir “uzlaşma” zemininde değer ifade eden sanal araçlar yardımıyla “bilgi”yi aktarma, yani “konuşma” ortaya çıktı. Dolayısıyla, “konuşma”, insanın ilk defa “kavram”lar yaratmasına, ve bilgiyi doğrudan “maddesel” olanın yavaşlığı ve elverişsizliğinden kurtarmasına vesile oldu. (Konuşmanın kendisi de maddi kaynaklıdır, ki insan bilincinin ortaya koyduğu her şey, nörotransmitterler ile kodlanmakla, maddi kaynaklıdır. Ancak bu kaynağın üzerine yaratılan yapı, farklı bir mahiyet arz etmesi ile, “sanal” -virtual- olarak adlandırılabilir.) Konuşma, döllerin atadan genetik miras ve beden dili, ilkel duygu ve güdüleri ifade eden konuşma-öncesi ses kodları (korku çığlığı, sevinç mırıltısı gibi.) ile aktarılan bilgi ve tecrübenin kısmi verimliliğinin çok ötesinde bir miras alabilmesinin önünü açtı. Ve, salt maddesel olanın yanında, “kavramsal” olan da doğdu. (Söz gelimi, “bir ağaç” gerçeğinden “bir” kavramının soyutlanıp matematiğin yaratılması gibi.)

İnsan, “atadan döle” bilgi aktarımını, konuşmanın gücünün de ötesine taşıdı. İcad ettiği yeni araç, “yazı”, yani alfabe, “bilgi”nin çok daha verimli bir şekilde aktarımına vesile oldu. (Bu tarihi seyri günümüze kadar getirip, insanoğlunun bilişsel gelişiminin neden artarak artan bir fonksiyon grafiği çizdiğini açıklayabiliriz. Zira başta yalnızca korku çığlığı, sevinç mırıltısı varken ve altsoya tecrübeyi aktarmak çok zorken, artık kalıcı bir araç geliştirilmişti. Bu, bilginin birikebilmesini sağladı.) Alfabenin gelişimi ile, “kavram”lar arttı, derinleşti ve salt maddesel olanın önüne, geri dönüşsüz bir şekilde geçti. Hala, salt maddesel olanın etkisindeyiz, söz gelimi, saçımızı, göz rengimizi, kimi temayüllerimizi ve sairi genetik mirasımız belirliyor, ancak hayatımıza yön veren ve kişiliğimizi oluşturan, büyük ölçüde, konuşma ve yazı vasıtasıyla edindiğimiz “bilgi”dir.

Görülüyor ki, alfabenin icadı ile, insana dair olgularda, müşahhastan mücerrede olduğu kesin olan bir evrim söz konusu. Sadece kimyasallar salgılayarak “çevre”ye bilgi sinyalleri gönderen canlının çok ötesinde bir “kavram” dünyası, insanın önüne, konuşma ve yazma ile açılmıştır.

Bu “müşahhastan mücerrede evrim”, alfabenin kendisinde de gözlemlenebilir. Söz gelimi, alfabe yerine kullanılan ilk semboller, resim yazısı olmakla, doğrudan maddi olanın simgesel boyutta homolog karşılığı olarak kullanılıyordu. (ne kadar doğrudan benzetme varsa da, resim yazısı dahi, artık yeni bir “alan” açmıştır. Rene Magritte’nin “imgelerin ihaneti” eserinde görebileceğimiz gibi, “asıl” olanın kendisi dışındaki her şey, ”gerçeküstü”dür ve sanal bir alanda varolmuştur.) Bir harfin tarihi serüveni ile bu iddiaya örnek verecek olursak, “alef” kelimesi, eski Mısır’da, öküz anlamına gelirdi. Bir yuvarlak ve yanında iki boynuz ile tasvir edilirdi. Bu simge, Fenikeliler yoluyla Yunan kültürüne taşındı, işaretin sağ tarafa doğru yatırılması ile, “alfa” harfi doğdu, doğrudan “alef” manasına gelmiyor, “alef” kelimesinin ilk harfini ses olarak karşılıyordu. Görünümü, hala öküz kafasına benziyordu, yana yatık olsa bile. Aynı harf, Arapça’ya “elif” olarak geçti, ve artık Latin alfabesinde, alfa, “A” halini aldı. Şekil olarak hala boynuzları aşağı bakan bir öküze benziyorsa da, Latince “öküz” ile hiç bir alakası yoktur, resim yazısından pictograma (resimsel çizgi), oradan ideograma (düşünsel çizgi) evrilmiş, bir “kavram” haline gelmiştir. Okuyucunun “A” harfini gördüğünde “A” sesi çıkarması ile artık, “A” harfinin biçiminin hiç bir alakası yoktur, tamamen “uzlaşımsal” bir imgedir, “rastlantısal” olmasa da. (Benzer evrim, Türk alfabesi için de takip edilebilir. Hatta Türk alfabesi, alfabe olmak özelliği taşısa da, “pictogram” basamağına daha yakındır. “eb” sesi veren harf “ev” –eb-e, “it” sesi veren harf “it” -köpek-e, “ok” sesi veren harf “ok”a benzetilebilir. )

Hafıza, “bilgi”nin bir şekilde kodlanarak depo edilmesidir. Bilginin depo edilmek üzere alınması ise, saydığımız yollar vasıtasıyla olur: Atadan genetik miras alış, çevreden gözlemleyiş, konuşarak öğreniş, okuyarak öğreniş.

Bütün bunlar demek oluyor ki, insanın insan olmasını sağlayan iletişimidir. Bize dair olan her şey gibi, iletişim de özünde “hayatta kalma içgüdümüz”ün itkilemesiyle doğan bir takım araçların yıllar içinde giriftleşmesiyle meydana gelmiştir.

Ancak bizler “Homo Sapiens Sapiens” olduğumuzda, artık iletişim de tek türlü değildi: Kendi aramızda iletişiyorduk, E. T. Hall’un “extension” (uzantı) dediği toplumsal kurumlarımızı yaratmıştık, kolektif bir bilinçaltımız vardı ve Carl Gustav Jung’un “arketipler” dediği zihinsel paketler iletişimimizi etkiliyordu: İnsanın kendisiyle, diğer insanlarla, kurumlarla ve insanların insanlarla, kurumların kurumlarla iletişiminden söz edecektik.

Bu noktada, Marshall McLuhan’ın “the medium is the message” yani “ortamın/mecranın kendisi, iletidir” sözünün altını çizdiği “mecranın özerkliği” ortaya çıktı: İletişimin meydana geldiği “düzlem”, insanın sosyal bileşenlerinden biri haline geldi. Yazı, sözgelimi bugün CD, hatta Blueray teknolojisine evrildi, internet ortaya çıktı: Bunların hepsi, özerk ve “emergent” (sonradan ortaya çıkan, teker teker bileşenlerin dahil olması ile hepsini içeren ancak hepsinin toplamından öte bir gestalt olan, hadis) bir iletişim düzleminin var olmasına yol açtı.


Bölüm II: Bir Silah Olarak İletişim

Fransız İhtilali öncesi, “duvar gazeteleri”, geniş halk kitlelerine ulaşmak isteyen “öncüler”in en etkili silahı haline gelmişti. Elle yazılıp çoğaltılan bildiriler, matbaada basılanlar, çoğaltılmayan, ancak çok kalabalık bir caddenin en göz alıcı yerine asılan afişler... Paris, bir iletişim kovanıydı: İhtilali sağlayan bu iletişimsel hareketlilik olmuştu.

Türkiye’de Kurtuluş Savaşı da, bir boyutuyla bir iletişim savaşıdır: Ankara Hükümeti’ne karşı olan odakların safı, Ankara Hükümetinin safı, tarafsız “dış dünya”yı kendi safına çekme çabaları... Hatta Nişanyan’a göre, İttihat ve Terakki, daha Cihan Harbi sürerken, bir toplumsal örgütlenmenin, işgale karşı koyuşun iletişimsel tohumlarını atmıştır.

Devletleri ayakta tutan, iletişimdir. Devlet, kabaca, bir merkezin, “havza”sını yönetmesi ve idare etmesi meselesidir. O merkezin, havzasını ne kadar genişletebileceği, ordusunun gücünden çok, ne kadar iletişime geçebildiği ile tahdit edilir. Zira, örneğin Antik Mısır, güneyinde Sahra Çölü gibi bir “doğal bariyer” ile kuşatıldığından, daha yakın olan Afrika uygarlıklarını değil, Kenan Diyarı ve diğer Akdeniz toplumlarını etkilemiştir. Ya da Roma, o müthiş büyüklüğüne ulaşırken, Avrupa içlerinden önce Afrika kıyılarını kolonize etmişti: Gemiyle Afrika’ya gitmek, Avrupa içlerine ulaşmaktan daha kolaydı.

“Bütün yollar Roma’ya çıkar” deriz: Sebebi budur. Roma, bir şehrin diğerleri üzerine “hegemonya” kurması ile doğmuş bir devlet olarak, artık müthiş boyutlara ulaşan “havza”yı elinde tutabilmek için, merkezle bağlantısını sürekli ve güçlü tutmak zorunda olduğunu anlamıştı. Bu yüzden, gittiği her yere yollar yaptı, hatta denir ki, Romalıların İngiltere’nin güneyini yönettiği yıllarda, iki atın çektiği standart Roma arabalarına göre yapılan yollar, ilerleyen yıllarda İngiliz demiryolu standardını oluşturmuştu. Amerika’yı kolonize eden İngilizler, bu standardı oraya taşımışlardı. Bu demiryolları, haliyle tünellerden geçtiğinden, tüneller de bu standarda uygun genişlikte yapılmıştı. 1900lü yılların sonlarına doğru, Amerika uzaya daha büyük mekikler göndermekte sıkıntı yaşadı: Zira daha büyük yakıt tankerleri, trenlerle taşınırken o tünellere sığmıyordu. Yaklaşık 1500 yıl önce yaşamış iki atın sağrılarının genişliği, bugünün uzay teknolojisini böyle etkilemişti.

Osmanlı’nın kudretli yıllarında, imparatorluğun en uzak iki ucu arasındaki mesafe, ulak teşkilatı tarafından azami 13 günde kat edilebiliyordu. Ya da Selçuklu, birer günlü mesafe ile ticaret yollarına Kervansaraylar kurmuştu.

Bu organizasyonların hepsinde, devletin toprakları içindeki iletişimi güçlü ve sürekli kılmak arayışını görebiliriz. Zira havzanın zenginliği merkeze aktarılabilmeli, merkezin emirleri havzaya ulaştırılabilmelidir. Bu yüzden, savaşlarda ilk olarak düşman muhabere ağları hedef alınır. Hem stratejik planda bütün bir ülkenin haberleşme ağları, hem de taktik planda savaş alanındaki iletişim bağlantıları: Bunlar çökertildiğinde, düşman bir kaosa sürüklenir ve kaybetmeye mahkum olur.

Bu sebepten, iletişim aynı zamanda bir silahtır: Hem devletin kendi tebası üzerine, Gramsci’nin Hegemonya tabiri ile ifade ettiği iktidarını kurabilmesi için, hem devletler arası savaşlarda.

Toplumlar arası iletişim ve kurum-insan iletişimi haricinde, kişilerarası iletişim de, esasında devleti, kurumları ve toplumun geleceğini etkiler: Fransız İhtilali’ne dair verdiğim örnek, bunun oldukça belirgin bir örneği. Ancak, diyebiliriz ki, dil ve kültür, insanların birbirleri ile iletişimi sonucunda yayılır: Milli kimlikler, aidiyet, lehçeler, homojenleşme; bunların hepsi iletişim sayesinde gerçekleşir. Devletlerin çoğu zaman, doğal sınırlarını bu iletişimsel imkanlar belirler: Tatarca, Kıpçak grubundan bir Türk dilidir, Kırım Tatarcası ve Kazan Tatarcası, bu gruptandır. Oğuzlar ile Kıpçaklar çok evvelden ayrıştıklarından, Oğuz grubuna dahil olan Türkiye Türkçesi ile Tatarca’nın birbirinden uzaklaşması beklenir. Ancak Osmanlı’nın bir “vassal”ı konumunda bulunan Kırım Hanlığı, Karadeniz ticareti ile Anadolu ve Balkanlara bağlandığı için, Türkiye Türkçesi’ne daha benzer hale gelmiş, Kazan Tatarcası’ndan uzaklaşmıştır. Daha iç bölgelerde kalan Kazan coğrafyası ise, Rus tesirinde kalmış, sözgelimi Kırım Tatarcası Türkiye Türkçesi ya da Ukraince’den, Rumca’dan yabancı sözcük alıyorsa, Kazan Tatarcası Rusça’dan almıştır. Bu durumu sağlayan, coğrafi zorunluluk, iletişimsel determinizmdir.

Bu açıdan, Gramsci vee Jürgen Habermas’ın görüşlerinden bir senteze ulaşacak olursak, iletişim mecrasında, iki temel “ark” var diyebiliriz: Kurumlar/Devlet ve insanlar arasında, insanlarla insanlar arasında. İkinci ark, farklı alt gruplara ayrılır: Bireylerin bireylerle, bireylerin toplumla, toplumların/toplulukların toplumlar/topluluklarla iletişimi.

Gramsci’ye göre, devlet ya da hakim sınıf, “hegemonya”sını, kilise, eğitim ve medya yoluyla hem inşa, hem muhafaza eder. Sürekli bir “endoktrinizasyon” söz konusudur. Dini ve eğitimi kullanarak algısını daha uzun vadeli değiştirdiği toplumu, taktik planda medyasını kullanarak sevk ve idare eder. İttihat ve Terakki Cemiyeti, modern anlamda propagandanın ilk siyasi örneklerini verirken, II. Dünya Savaşı, Nazi ve Sovyet cephelerinde aşırı devletçi ve totaliter, müttefik saflarında ise daha üstü kapalı ancak eşdeğer bir yoğunlukta bir “propaganda” savaşı olmuştur.

Nazi anlayışına göre, Goebbels tahrik, düşman seçme ve “sürekli tekrar” anlayışı üzerine kurulu bir propaganda geliştirmişti. Nazi Dışişleri Bakanı Von Papen’in anılarından bir kesit, ilginçtir: Mihver antlaşmaları yapılırken, Almanya'yı ziyarete gelen bir Japon heyet temsilcileri, Von Papen'e nasyonal sosyalist sistemi çok beğendiklerini iletirler. Von Papen, onlara böyle bir sistemi ülkelerinde kurmayı tavsiye ettiğinde, Japon heyetinin cevabı oldukça önemlidir: "Bizim Yahudimiz yok".

Sovyet anlayışı, Sovyet doktrininin tek taraflı ve sürekli pompalanmasından, bireysel ve özgür, tarafsız düşüncenin kısıtlanmasından ibaretti. Bu anlayış, savaştan sağ çıkmış ve meşhur Çernobil vakasını dahi, dünyadan gizlemeye çalışmıştır. Çernobil, İskandinavya’daki alıcıların aşırı radyasyon uyarısı vermesi ile anlaşılmıştı.

Müttefikler ise, daha demokratik ve çoğulcu görünümlü işleyişe sahip olduklarından, toplumlarını savaşın haklılığına ikna etmek ve askere yazılma, devlet bonolarını satın alma, gönüllü işlerde çalışma gibi kampanyalar için propagandaya başvuruyorlardı.

Bu görece “özgür ülkeler” için, iletişimsel hegemonya tesisinin bir bileşeni olarak, “kültür endüstrisi”nden de söz etmeliyiz. Kapitalizm bugünkü anlamıyla tesis edilirken, “kültür endüstrisi” de doğdu. Bu, “kültür”ün artık “kendiliğinden, gayr-ı ihtiyari ve alt-bilişsel” özelliğini git gide ortadan kaldırmaya başladı: sözgelimi köy köy gezen ozanlar ve bir defaya mahsus dinlenilen (ve sevilirse köylüler tarafından tekrar tekrar, her defasında tek kerelik olmak üzere söylenen) şarkılar ortadan kalktı; bir icrayı kasede kaydedip, milyonlarca defa dinlenebilir halde piyasaya süren ozanlar ortaya çıktı. Aydınlanmanın Diyalektiği ve diğer eserleri ile Frankfurt okulu, kültür endüstrisi terimini ortaya atan ve açımlayan bilimsel sosyetedir.

Bu kültür endüstrisi, “milli bilinç”, “vatandaşlık bilinci” ve hatta “etnik bilinç”i dahi birer “pazarlama” meselesi haline getirdi. Bazen, modern insanın “içgüdü”den öte, çok daha “akıllı” (?) bir davranış modeliyle yaşadığını düşünüyoruz ancak, Suskunluk Sarmalı, Hipodermik İğne Modeli gibi hipotez ve modellerden, bilimadamlarının çalışmalarından biliyoruz diyebiliriz ki, modern insan, “içgüdü”nün daha fazla tesirinde: Daha yalnız.

Bu devletler, diyebiliriz ki, vatandaşlarını “yalnız” bırakarak, “içgüdüleri”nin esiri kılmış ve bir üst-akıl oluşturarak, o içgüdüleri sömürme yoluyla bir “özgürlük illüzyonu” yaratmış, kültür endüstrisi ile bu sanallığı pekiştirmişlerdir.

İletişimin bu çok yönlü silah olma işlevi, bir diğer tartışmayı beraberinde getiriyor: Etik.


Bölüm III: Etik

“Bir yönetim ehliyetinin sınırlarını aştığı halde iktidarda kalabiliyorsa o yerde ya aydın sınıfı yoktur ya da iktidardakilerle söz ustaları arasında sıkı bir anlaşma vardır.”

Eric Hoffer

İletişim özerkliğini kazandığından ve serbest piyasa ortaya çıktığından beri, bu mecranın “yönetimi” de özerkleşebildi. Devlet tekelinde ya da kaos durumundaki iki uç arasında, özel sektörün de dahil olduğu, müstakil bir “basın”ın ortaya çıktığı bir “medya”dan söz edebiliyoruz.

Bu bakıştan, devlet hizmet zorunluluğunun bir gereği olarak hem “iletişimi doğrudan sağlayan”, örneğin posta teşkilatı, devlet televizyonu gibi hizmetlerle vatandaşlarının faydalanmasına vesile olan bir kurumken, hem de anayasa ve yasalar ile iletişim özgürlüğünü “garanti eden” yapıdır.

Özel sektör ise, yasa ve yönetmeliklerle tahdit edilmiş bir çerçevede, özgür –en azından özgür olması beklenen- bir medya bileşeni olarak yer alır.

Kitaplardaki haliyle böyle; pekala gerçekte ne kadar böyledir sorusu, etik tartışmaya açılıyorsa mutlaka sorulması gereken bir soru.

“Devlet, güvenliğini tehlikeye atan bir durumda, haberleşmeye kısıtlama getirmelidir.” Yargısı, örneğin, ilk bakışta gayet makul gelebilir. Peki bu anlayış, Çernobil’i dünyadan gizlemeye kalkan bir Sovyet Rusya doğuruyorsa? Bu tutumu rafa kaldırdık diyelim: Bir bomba ihbarı varsa, terörist de yakalanmak üzereyse, bunun haberinin yapılması teröristin önlem almasını sağlayacaktır, devlet buna izin vermeli midir?

Özel sektörde, örneğin en önemli tartışmalardan biri, PR çevreleri ile gazetecilik ilişkisidir. Bu bir profesyonel ilişki midir, yoksa halkı aldatmak mıdır? Gazeteler, PR şirketlerinin yazdığı haberleri yayımlayarak halkı aldatmış mı oluyorlar, yoksa her makul şirketin yaptığı gibi “doğal” bir şekilde para mı kazanıyorlar?

Ülkemizde etik sorunları ele alınınca, yukarıdaki tartışmalar basit bile kalıyor: Cumhurbaşkanı seçilen şahıs, seçildiği tarihte değil de, yaklaşık iki hafta sonra sonucun Resmi Gazete’de yayımlanmasını sağlayarak, sevmediği bir başka şahsın, görevi bırakmasından sonra partiye geçmesini engellemişti. Bu, en üst düzeyde devletin kendini “asması”, intihar etmesidir. Devletin başı, anayasayı, teamülleri ve hukuku ihlal ediyorsa, orada etik tartışması yapılamaz, zira etik tartışmaları, hukukun mümkün olduğunca “kör” ve “geniş” olmak zarureti sebebiyle “gri” kalan bölgelerde “iyi ve doğru olan”ı bulmak için yapılır. Hukuk baltalandıysa, orada etik sorunu değil, çok daha acil ve hayati bir “meşruiyet” sorunu vardır. Hobbes’un doğa düzeninde “birbirinin kurdu olmuş insanlar” arasında, bir etikten söz edilemez.

Bir ülkede devlet imkanları siyasilerin emrine veriliyor, özellikle basında bir “havuz medyası” yaratılıyor ve bunun hesabını soracak merciler de siyasileştirilerek bir baskı rejimi yaratılıyorsa, tarihin hiçbir döneminde zaten ideal anlamda özgürleşememiş, hep silah kullanılmaya çalışılmış “iletişim mecrası”, en beter, en iptidai ve vahşi haliyle bir zulüm enstrümanı haline getiriliyor demektir.

Bu hukuk ve etik sorunlarının çözümü ise, kanımca “güçlü ve küçük devlet” ile, “şeffaf serbest piyasa”dan geçer. Devlet, kâr amacından tamamen uzak, “ortam ve garanti sağlayıcı” pozisyonuna çekilmeli, adaleti tesis etmeli ve denetlemelidir. Bu sayede, her hükümetin “kendi adamları”nı TRT yoluyla finanse etmesinin önüne geçilebilir. Aynı şekilde bu “küçük ama güçlü” devlet, özel sektörün mesleki örgütleriyle muhatap olmak yoluyla, etik ile kâr referansları arasında bir denge kurarak toplum yararına kendisini konumlandırabilir.

Ancak en önemlisi, toplumun “aktif bir toplum” haline getirilmesidir. Burada devlet, kendi diğer hegemonya araçlarını, toplumu katılımcı ve çoğulcu olmaya sevk etmek için kullanmaya mecbur edilmelidir. Zira edilgen bir toplum, kâr hırsıyla yoldan sapan özel sektörün farkına varamaz, ya da hukuku ve etiği ihlal edip yozlaşan devleti “düzeltemez”.


Sonuç

Toplumu ve devleti yaratan, bir arada tutan bir “Toplumsal Sözleşme”dir. Bu toplumsal sözleşme bir takım araçlar vasıtasıyla yaratılır ve uygulanır.

Bu araçlar, insanlık tarihinin erken safhalarında doğal olarak ortaya çıkmış, sosyal dengesizliklerimiz ve düzenimiz sebebiyle çok kısa sürede sömürücü amaçlarla kullanılmıştır. Uzunca bir süre, “iletişim”, hakim sınıf ya da yapıların uhdesinde kalan araçları sebebiyle, toplumu geliştirdiği kadar, ona zarar da veren bir silah olarak kullanılmıştır.

Toplumun nihayet yıllar süren mücadelelerden sonra kazandığı görece daha özgür konum, insanlık tarihi açısından oldukça kısadır, yenidir. Bu mücadele henüz bitmedi ve bitecek gibi görünmüyor. Ve eğer “toplum” aktif değilse, mücadeleci değilse, kazanımlarını bir gecede, tek bir hükümet değişimiyle dahi kaybedebilir ve sürekli kendisini besleyen bir kısır döngüyle git gide daha mazlum, daha sefil bir hale gelebilir.

Eğer devlet “vergileri yöneten kurum”dan, “insanları yönetmeye kalkan kurum”a dönüşür, yani “anayasa” ruhundan çıkar da, “kararname” ruhuna girerse, bu yeni tahakkümünü iletişim araçlarıyla kurmaya çalışacak ve koruyacaktır. Bunun karşısına toplum, kendi iletişimsel değeri, ağı ve araçlarıyla çıkarak karşı koyarsa, özgürlüğünü tekrar kazanabilir.

Günümüzde iletişim internet ve diğer teknolojik imkanlar sayesinde, daha katılımcı ve çok katmanlı bir hale geldi. Arap Baharı ya da Gezi Olayları, her ne kadar dört dörtlük değiller ve sürekli “hakim güçlerin ajitasyonu”na maruzlarsa da, temelleri itibariyle geniş kitlelerin hakim yapılara karşı çıkabileceğini gösteren olaylar olmakla önemlidirler.

Bütün bunlardan hareketle, toplumun öncelikle “kimin neye ehliyetli” olduğunu idrak edebilecek donanımı haiz olması, ardından bu ehliyet sınırları aşıldığında ona tepki gösterebilecek reflekslere ve bu refleksleri “manifesto edecek” organlara sahip olması gerekmektedir. Zira tarih, “bela”ya uğrayan toplumlara “gökten” yardım indiğini kaydetmedi, toplumlar kaderlerini ellerinde tutarlar.

M. Bahadırhan Dinçaslan



 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

Yorumlara dahil kullanıcılar

  • İddia ediyorum bizim kuşağın en kalifiye üyesi Bahadırhan Dinçaslan'dır. Bu ne kapsamlı bir içerik üretmedir ya beyninize, kaleminize sağlık :)