Bu sayfayı yazdır

Blut und Boden ve Tesadüfen Haklılık: Türk Milliyetçiliği

15 Eyl 2015

Geçenlerde Kuzgundan Dinlediğim radyo programında bir laf ettim: Türk millliyetçileri tesadüfen haklıdır. 

Bu lafı elbette açmak, deşmek ve neden söylediğimi anlatmak gerekiyordu. Bir de uzun zamandır kafamda evirip-çevirip durduğum "Blut und Boden" meselesi vardı, "Kan ve Toprak". Bu ikisini birleştirerek düşüncelerimi toparlayıp paylaşmam gerektiğini düşündüm. 

İlk olarak, şu "Kan ve Toprak" meselesinin kökenlerine inmek, tarihçesini şöyle bir gözden geçirmek ve bizim memlekette nasıl işlenmiş, ona bir bakmak lazım.

Terim ilk olarak Almanya'da ortaya çıkıyor, Nazi öncesi dönemde. Alman toplumu ve Alman toprağını kutsayan, handiyse eko-milliyetçi denebilecek bir konsept. Tabii o haliyle dahi büsbütün tutarlı, faydalı değil, fakat sonrasında çok doğru bir Alman kimliği ve milliyetçiliği tasarlayabilecek bir bakışın ilk hamlelerini içeriyor. Sanat eserlerinde pastoral, köylülüğü, doğayı öne çıkaran motifler olarak kendini gösteriyor, söylemlere giriyor. Ve nihayet Naziler tarafından, Bismarck'ın bütün terekesinde sözkonusu olduğu gibi, ırzına geçiliyor, propaganda malzemesine dönüşüyor. 

Gerçekte "olduğu şey" ile benim anlatmak istediğim "Blut und Boden", kan ve toprak, pek alakalı değil, o yüzden bu kadarlık bilgi yeterli. Pekala benim gördüğüm cihetten kan ve toprak nedir? "İnsan"ı ve "tabiat"ı kutsayan, hümanizmin "insansınırlılığı"nı "evrensellik" (tabiat) bileşeni ile aşan, mekanik modernizmin insansızlığını "insanilik" (kan) bileşeni ile tamamlayan bir bakış. 

Bu Blut und Boden'i en güzel, Hürriyet Kasidesi'nde Namık Kemal anlatıyor:

"Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır
Ne gam rah-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten"
 
(Vücudun ki hamuru ve mayası vatan toprağındandır
Vatan yolunda çile ve sıkıntı ile toprak olursa gam değildir)
 
Nedense hiç kan geçmese de, bu "kan ve toprak"ı bulduğum şiirlerden biri de Yahya Kemal'in "Yol Düşüncesi" şiirinin sonudur:
 
...Eğer mezarda, şafak sökmiyen o zindanda, 
Cesed çürür ve tahayyül kalırsa insanda, 
-Cihan vatandan ibarettir, itikadımca
Budur ölümde benim çerçevem, murâdımca; 
Vatan şehirleri karşımda, her saat, bir bir; 
Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir; 
Şerefli kubbeler iklimi, Marmara'yla Boğaz; 
Üzerlerinde bulutsuz ve bitmiyen bir yaz; 
Bütün eserlerimiz, halkımız ve askerimiz; 
Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz; 
İçimde dalgalı tekbiri en güzel dinin; 
Zaman zaman da "Neva-kar'ı" doğsun, Itrî'nin. 
Ölüm yabancı bir alemde bir geceyse bile, 
Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle.

Bizde sanırım "Osmanlılık" sıkıntısı yüzünden, farklı etnisiteleri de ihata edeceğimizi ancak öyle beyan edebiliriz diye belki de, "blut", "kan" unutuldu, yani "insan" unutuldu. Toprak ululandı. Ve nihayet elimizde, "insansız bir vatan" konsepti kaldı: Vatan diye ölürken ya da öleceğini beyan ederken, vatanın üzerinde yaşayanlara dair fikri olmayan, nasıl öleceğine saplantılı derecede ilgili, fakat nasıl yaşayacağını bilmeyen milliyetçiler yarattık. 
 
Mithat Cemal Kuntay'ın meşhur şiirini hep anarım, bu yüzden; pek yanlış anlaşılmıştır. Mesela, en vurucu kısmı, 
 
Gökten ne çıkar? Gök ha büyükmüş ha değilmiş,
Sen alnını göster ne kadar yükselebilmiş.
 
Dediği kısımdır. Fakat alnından utandığı için göklerin hayaline dalan, kendinde sevilecek bir şey göremediği için -aslında atası bile olmayan- atalarıyla bir fetiş ilişkiye giren milliyetçi, bu beytin anlamını ve yol göstericiliğini unuttu. Vatanda insanın yaşadığını unuttuğu gibi. Oysa ne diyordu Kuntay, dillere pelesenk olan o beyitte?
 
"toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır."

Bu insansız vatana kendince karşı çıkmaya çalışanlarsa yalnızca "kan"a odaklandılar ki, onu da Naziler gibi bir fetiş objesi, bir "kut kaynağı" olarak görme aptallığına saplandılar. Bu mesele yazıyı lüzumundan fazla uzatacaktır, o yüzden ayrıntılı değinmeyeyim.

Milliyetçilerin "tesadüfen haklılığı" burada başlıyor işte. Muarız oldukları "şey"ler karşısında haklılar: Örneğin PKK karşıtlığında. AKP karşıtlığında. Fakat PKK ve AKP yok edildikten sonra ne yapılacağını bilmiyorlar: Yaratıcı bir milliyetçilik yok. Zira üreten, yaratan, var eden ile rabıtasını yitirmiş, bir tek boyutlu "alet"e indirgenmiş bir milliyetçilik var. "İnsan ve tabiat" ile uyumlu değil: Rasyonel değil, bilimsel değil, faydalı değil, güzel değil. Bu yüzden neden haklı olduğunu anlatamaz, ispatlayamaz: Tesadüfen haklı.

Hal böyleyken, milliyetçinin saçmasapan bir putperestlik ilişkisine girdiği, "ideal" bir düzlemde olduğundan bambaşka gördüğü kan ve toprak; vatan, millet, tarih, toplum, semboller, tamamı milliyetçiye "yan çiziyorlar". Ve tesadüfen de olsa haklı olduklarından, fakat bu haklılığın "hakkını veremediklerinden", toplum onlara teveccüh etmiyor, daha tehlikelisi, karşıya teveccüh gösteriyor. Zira karşı haksız bile olsa, ne vaad etmesi gerektiğini biliyor. Diğer yandan, Osmanlılık ve Osmanlıcılık'ın bomboş bir vatanı ululaması tesbitime benzer biçimde, yeniden üretilmiş bir Osmanlıcılık, islamcı ya da kemalist kisvede, bizi "Türkiyelilik"e, kansızlığa doğru götürüyor. Bu kansızlık, herhangi bir ırkçının tabir edeceği anlamda değil, özel anlamda bir kansızlık: Kof, tarihi veraset ilişkisini yitirmiş, farklı etnisiteleri bağrına basabilen bir millet (Türk) damgasını yitirerek, Türk'ün de bir etnisiteye indirgendiği, doğan gerilimin de piçleşmek ve hiçleşmek ile çözülmesinin ümit edildiği bir Türkiyelilik, bir kansızlık. Bu kansızlığın menfi sonuçlanacağına dair iddiam, milliyetçi bir iddiadır, nedeni, nasılı bir sonraki yazıya kalsın.

"Gerçek"i, ya da gerçeğe en yakın olanı, "bilim" tespit eder. "Doğru"yu  ideoloji, "iyi"yi ahlak anlayışı/felsefesi. "Güzel"i ise, "estetik" tespit eder. Ve bu sıralamada, Gerçek - Doğru - İyi - Güzel dörtlüsünde, soldan sağa öznellik artar ve isabetlilik azalır: Hatta gerçek dediğimizin kendisi bile timsaller ile tarif edildiğinden, gerçeğin pür hali değil, "kodlanmış" halidir. Diğer "her şey", bu temellerde bina edilmiş fikrin toplumsallaşması ve amaçlarını gerçekleştirmesi için birer araçtan ibarettir: Tarihte ne yaptığımız, dedemizin kim olduğu, edebiyat, Kür Şad ve 80 öncesi asmak kesmek kelle uçurmak... Bunlar birer araçtır, fakat Türk milliyetçiliği bahsettiğim dört temelde neredeyse bir "hiç"e dönüşmüş durumda, araçlarsa amacın ve fikrin kendisi zannediliyor. 

Ve manzara, devam ettiremediğimiz kulturkampf'ın yenik kılıç artıkları olarak, kapandığımız gettoda toplu mastürbasyondan dini bir vecd haline dalmış bir yığın gösteriyor benim gözüme. "Türk milliyetçilerinin yönettiği bir Türkiye'de yaşamak ister misin?" diye sorun kendi kendinize, cevabınız beni anlamanızı kolaylaştıracaktır.

M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.