Bu sayfayı yazdır

Türkçü Hümanizm: Kuantum Türkler

22 Oca 2016

"...İşte insan, aşkında buram buram cehennem
Düşünde kayıp cennet, ah yüzü asla gülmez..."

İnsan, sık sık "ideal" addedilen organizma.

Buradaki ideal, tabii, "ideal" sözcüğünün her anlamını kastetmiyor. soyutlama ve "türevleme" yoluyla, Faruk Nafiz'in "bunlar sizin duygunuz, sizin düşüncenizdir" dediği, kendi tecrübe ve bilgilerimizin ufacık bir "şuurlu kısmı"na dayanarak yarattığımız sanal varlık, ideal insan. Bu cihetten idealizm eleştirisini anlayacak idrakten yoksun insanlar, "idealizmden habersiz bir Türk büyüğünün iddialarına cevap" gibi başlıklarla yazılar yazabiliyorlar.

"A Treatise of Human Nature" isimli eserinde, Hume, özetle der ki: insan çelişkilerle dolu bir varlıktır. Duygulanımının kontrolündedir. Rasyonellik, insanın bir bileşenidir ancak "tümü" değildir. O zaman diyebiliriz ki, rasyonel bir aktivite olan "idealize etmek", bir "özet" içerir, eksiklik, dolayısıyla “enigma” içerir ve bizi türev ardından türeve, gerçekten uzağa götürür.

Türev, matematikte zevkli bir konu. En basit haliyle, bir eğriyle bir noktada kesişen doğrunun eğimi, o eğrinin denkleminin türevi olarak tanımlanır. Yani türev, belli bir örgü (pattern) dahilinde sürekli farklı değerler alabilen bir "paket"in, anlık resminin ya da meylinin tanımıdır.

Bu türevlemeyi, zihin sahibi olduğumuz, dolayısıyla "şey"leri imgeler, göstergeler, duyular yoluyla anladığımız için, halihazırda bir defa gerçekleştiriyoruz. 

Bunun da ötesine geçip, hali hazırda "omnipotent ve omniscient" yani "bilaistisna kuşatıcı, kapsayıcı ve içerici" olmayan bilincimizin, ondan da dar kapsamlı "idea"larının "koşulsuz itkileriyle" tabi tuttuğumuz idealize ediş, bizi gerçekten uzaklaştıracaktır.

Yani nasıl? İnsan çelişiktir, dolayısıyla insana makrun ideoloji, kurumlar, kavramlar ve fenomenler de. (futbol, üretim, aşk vs.) Bunlar bir "doğal diyalektiği" ve çatışmayı içinde barındırır:

"karşıtıyla yüklüdür her şey 
mutlak çözümlerden vazgeç 
tartışılmaz mükemmellikler 
ne gizli kusurlarla gelir "

(Attila İlhan)

Kimi ideolojiler, örneğin marksizm, bu diyalektiği "içkin" olduğunu iddia eder. Buna göre, bu örnekte marksizm, bir “insan yaratısı” olduğu halde, insana dair ne varsa ve ötesini kapsayacak enginlikte bir diyalektik kapsayış ve kuşatıcılığı haizdir.

Oysa tek bir insanın ya da bir insan grubunun, “gerçek”i bu kadar etkin bir şekilde kapsaması, imkansızdır. Tan Yeri dergisinde Cangızbay ile gerçekleştirdiğim söyleşide, kendisi “Marks’ın büyüklüğü sosyalistliğinde değil, sosyologluğundadır.” Demişti. Öyleyse Marks ve Marksizm, bizim “gerçeğe yakınsama” serüvenimizde bizim için faydalı veriler ve araçlar içerebilir, ancak bir görüş olarak en azından klasik Marksizmin iddia ettiği kadar kuşatıcı ve kapsayıcı olduğu iddiası, bir neo-peygamberlik atfından öte değildir.

Bir de “insan doğası” var tabii. Her ne kadar “davranışçı” modeli eksik bulsam da, anladığım kadarıyla davranışçı beşeri bilimler okulunun ortaya attığı “insan doğası yoktur, insan davranışı vardır” sözünü çok severim. Zira, bizim ilk anda “doğa” dediğimizde aklımıza gelen şey, hatalı, “idealize” bir kavramdır: Fabrika, doğal bir oluş ya da olgudur. Fabrikanın “malzemesi” doğaldır, fabrikayı doğanın ham cevherinden çıkaran insan da “doğal” bir varlıktır. İnsanı da doğa yapmıştır, dolayısıyla, “ideal” anlamda “doğal olmayan” diye bir şey yoktur. (Günlük retorikte kullanırız tabii ki, örneğin bence insanın bana hayran olmaması gayet doğaüstü bir durumdur. Öyle saçma şey mi olur yahu!)

Ancak davranışçı akımın bu tezi, “insanı sınırlayan, belirleyen hiçbir şey yoktur, her şartta yeni bir davranış, eşsüremli olarak, öncülünden bağımsız ve şartlardan etkilenmeyen bir ana örgü belirleyiciden münezzeh bir biçimde belirebilir” gibi oldukça saçmasapan bir fikre de kaynaklık edebilir.

Bu konuda, dil bağlamında, Noam Chomsky’nin görüşlerinden etkilenen Steven Pinker, “The Language Instinct” isimli kitabında (Türkçe’ye çevrilmemiş, Bilge Kültür Sanat için gerekli yazışmayı yaptım, haklarını aldık. Gelecek yıl çevrilir diye düşünüyorum. Hayatımı bu yolla kazandığımdan, okura tam bir küçük burjuva ahlaksızlığı ile kazık atacak ve alıntıyı Türkçe’ye çevirmeyeceğim.)

"But Chomsky called attention to two fundamental facts about language. First, virtually every sentence that a person utters or understands is a brand-new combination of words, appearing for the first time in the history of the universe. Therefore a language cannot be a repertoire of responses; the brain must contain a recipe or program that can build an unlimited set of sentences out of a finite list of words."

Diyor. Chomsky’nin “evrensel gramer” tezinin, davranışçı okulu korkuttuğundan, zira zihnin de gayet biyolojik ve “önceden belirlenmiş bir doğaya [burada natür daha güzel giden bir sözcük]” sahip olduğuna işaret ettiğinden dem vuruyor.

Spinoza’nın meşhur “fırlatılan bir taşa sorsak kendi isteğiyle hareket ettiğini söylerdi” vecizesi, bu noktada, koyu bir kaderciliğin değil, insanın genleri, DNA’sı, çevresi ve elinde olmayan belirlenimler ile kuşatılmış bir akışta, yine kontrol edemediği duygulanımının salınımında çelişik ve ideal (tekrar; “ideal” burada girişte verdiğim özel manada. Yoksa, “insan” konsepti bir “ideal”dir, idealler olmadan konuşamayız. İlk ideal, bir türevleştirme eylemi iken, ikincisi, “idea ile alakalı olan” demek.)olmayan bir varlık olduğunun işareti anlamını kazanıyor.

Dolayısıyla “ideoloji” ya da “kişisel ahlak yasası”, idealize etmek tavrından ne kadar uzaksa, o kadar güzel. “İdeal aşk”, “ideal iş” gibi kurgular yerine, sürekli değişen ve ancak beynimizin “pattern recognition” (örüntü ve anahat tanılama) özelliği sebebiyle özetini algılayabildiğimiz “dış dünya” ile rabıtasını arttırma tavrı güden zihin, gerçeğe daha çok yakınsayacak ve dinlerin, ideolojilerin, duygusal bir salınımın pençesinde, hormonları ve anlık psikolojisinden bağımsız olmadığını fark etmeyen bireyin körlemesine yafta ve kararlarının pençesinden kurtulacaktır.

Fark eden? Yine mutlak doğru ya da gerçeğe ulaşamayacaktır ama, insan olmanın hem en büyük avantajı, hem de belası olan bu “şey”den soyutlanıp, avantajın baskınlığını arttırma şansı yüksektir.

O yüzden, şahsen, başkalarından çok kendinden bahseden insanı sever sayar, besler büyütür, mamasını verir, kumunu temizlerim. Zira, “kendinden hiç bahsetmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür” Nietzsche’nin dediği gibi (google araması yapmadan Nietzsche yazabilen ender insanlardan biriyim ben, mesela. Gerçi bu söz ona mı ait, yoksa popüler kültürün ona atfettiği bir laf mı, emin değilim, aklımda değil kaynak.)  ve insanın bir nebze olsun doğru görüye sahip olacağı ve hakkında emince konuşmaya gerçekten “sonuna dek” hakkı olan tek nesnesi, kendisidir.

Gelelim "Kuantum Türkler" meselesine. Bir evvelki yazımda, "kuantum teorisinden teşbih ödünç alacağım" demiştim. Okuyucuyu sıkmamak adına, öncelikle ödünç alacağım motifi çok yüzeysel biçimde açıklayacağım.

Belirsizlik ilkesi bize kısaca der ki, bir atomaltı parçacığın konumu ve momentumu aynı anda tam kesinlikle ölçülemez. "Gözlem", kuantum fiziğinde önemlidir: Örneğin çift yarık deneylerinde "gözlemlenirken" parçacık özelliği gösteren düzenekler, gözlemlenmezken, belli bir parçacık izlenmezken dalga özelliği gösterirler. Buna "kuantum durumu" diyelim ve şöyle özetleyelim: Biz baktığımızda ortada tekil ve biricik bir parçacık var, ama biz bakmazken ortada bir "dalga" var. 

Bunun Türklerle alakası nedir? Türkçü'nün iki sorunu vardır: "Bütün Türkleri sevecek miyim?" "Bütün Türkçüleri sevecek miyim?"

Genelde yazının girişinde değindiğim idealci ya da bir boyutuyla Platoncu bir anlayış bize hakim olduğundan, ortalama Türkçü bu işin içinden sıyrılamıyor. İdeal tasarıları bir kenara bırakarak, kuantum durumu ile izah edecek olursak: Hem evet, hem hayır!

"Herhangi bir Türkçü", gözlemlemediğimiz, nazari (belki de bu yüzden ideal) Türkçü, sevilmelidir. Bu durumdaki Türk de öyle. Fakat, diyelim ki gözlemledik ve ahlaksız: Artık bir parçacık özelliği gösteriyor, bir dalga değil. Bir "bütün" değil. Dolayısıyla bu "örneği" sevmemek, Türklük ya da Türkçülük için sorunlu değildir. 

Türkçü, "herhangi bir Türk" ya da "herhangi bir Türkçü"yü sevmekle mükelleftir, ta ki bir "tekil örnek", eylemleriyle sevilmeyi hak etmediğini ispatlayana dek. 

Bu örneğimi yabana atmayın; bizim Türkçüler idealistlikleri nedeniyle kendilerinin bile uymadığı Türk tanımları yapıyor, Türklerin içine düştükleri durumlara şahit oldukça da çözümü, bu tipleri Türklükten iskat edip işin içinden sıyrılmakta buluyorlar. Bu durumun nesnel olarak neden hatalı olduğu ve pragmatist açıdan ne tür sakıncalara yol açacağı apayrı ve upuzun bir yazı olabilir. 

Bu tavır, Türkçü'nün "Türkler ve Türkçüler"e takınacağı tavrın yanında, diğer uluslara ve insanlığa takınacağı tavırda da faydalıdır. "İnsanlığı" bir bütün olarak, bir dalga olarak severiz; gözlemlediğimiz ve bizim ahlak felsefemiz&ideolojimiz vs. ile çelişen, sevilmeyeceğine kani olduğumuz birey ve gruplar dışında. Körü körüne ya da primordialist grup düşmanlığındansa, ahlaklı ve yüce karakterli bir biçimde, eylemlere, söylem ve davranışlara düşmanlık. 

Özetini geçtiğim bu tavır Türkçülere hakim olursa, özellikle genç Türkçüler sürekli şahit olup moral bozukluğuna sürüklendikleri anlarda çok daha kolay akıl ve ruh sağlıklarını muhafaza edeceklerdir. 

 


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.



 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.