Bu sayfayı yazdır

Arapçı: Dinine Değil, Kafana Düşmanız

12 May 2016

Bir "Arapçı" terimi yarattık ve kullanıyoruz. Fakat doğru mu kullanıyoruz, yanlış mı kullanıyoruz çok emin değilim. Bazı gençler, "Arapçı"yı direkt olarak müslüman anlamında kullanıyorlar. Türkiye'de birçok toplumsal unitede yaşandığı haliyle İslam'ın, şamanizmin arapça terimler kullanan versiyonu olduğunu söyleyebiliriz. Toplumlar tarih boyunca usul ve biçim değiştirebilirler ancak, herhalde milli öz dediğimiz bir şey varsa o surette değil, sirettedir. Gerçi geçenlerde pek akıllı bir muarızımın top sakal bıraktığım ve Yüzüklerin Efendisi okuduğum yahut metal müzik dinlediğim için Türk olmadığımı anlatan bir zırvasını okuyup kendimden şüpheye düştüm. (Bıyıklarım, edebiyat ve müzik zevkimle Türkiye'de benden daha Türk yoktur bu arada) Yanılmıyorsam Roux, kurban keserken hayvanı okşama adetimizden bahseder bir eserinde. Türk, tam olarak orada bir yerde, az sonra keseceği hayvanı okşayan eldedir işte: İster Allah adına kurban kesiyor olsun, ister suda balığın hakkı var diye yıkanmaktan imtina ediyor olsun, Türk'ün varlığını bir davranış kodunda aramak gerekliliği muhakkak. Öyleyse "Arapçı", müslümanı tanımlamaz. Ancak, islamcıyı tanımlayabilir, bu yazıda çok daha farklı bir davranış ve fikir özelliğinden meseleye bakmaya çalışacağım.

Roma yıkıldıktan sonra, Bizans her ne kadar kendisini kesintisiz ve gerçek bir şekilde Roma'nın devamı olarak görse de, kıta Avrupasında siyasi ve mental olarak bir boşluk doğdu. Siyasi boşluğu doldurmaya çalışan Kutsal Roma İmparatorluğu dediğimiz Alman müessesesine, Voltaire isabetli bir şekilde "Ne Kutsal, ne Roma, ne imparatorluktur" diyor. Fakat mental boşluğu dolduran "kilise" var ki, bütün menfi özelliklerinin yanında bir işlevi ile, Batı'nın gelişmiş, medeni ve güzel, müslüman coğrafyalarının ise pespaye, rezil ve ahlaksız olmasına neden olmuş olabilir. Kilise, "hükümet-dışı" ve hatta "devlet-üstü" bir hukuk organizasyonunun iptidai, eksik, çarpık da olsa bir örneğidir. 

Doğu, hele ki Ortadoğu, coğrafyanın ve yaşayan toplumların bir takım etno- ön ekli özelliklerinin zorlamasıyla, çoklukla "Tanrıkrallar" yahut "Rahipkrallar" dünyası olmuş. Din ve devletin çoğu zaman aynı şey olduğunu görüyoruz Sümer'den bu yana. Nişanyan'ın tespitleri doğruysa, aslında İsrailoğulları bunu kırmaya çalışmış ve çokluk yöneticiler bu yüzden "resuller"i sevmemişler, fakat yine de en önemli İsrailoğlu da bir rahipkraldır: Davut. Batıda ise durum farklı, eğer Dumezil'in Hint-Avrupa toplumu için önerdiği "üç sınıflı toplum" tezi doğruysa, çok erken çağlardan itibaren bir yapısal, kurumsal ve mental ayrışma var: Rahipler - Askerler - Üreticiler. (Brahman - Kşaritya - Vaişya gibi) İlk zamanlarda rahipler yönetici olsalar da, zamanla tenzil-i rütbeye uğrayıp bu işlevi askerlere terk etmişler ve yönetim "kılıç hakkı"na dayalı, elbette rahiplerin "tanrı hakkı" desteğiyle tesis edilmiş. Elbette dinin yapısal ve mental alandaki etkisi inkar edilemez, ancak belki de kültürün kolektiften çok bireyci (Bkz. Gustave Le Bon ve G. Hofstede) ve düşük bağlamlı (Bkz. E. T. Hall) olması dinin kendi kurumsal yapısı içinde, bir "ortak kamusal alanda bileşen" olarak var olmasına temel hazırlamış olabilir. 

Tabii mitolojik dönemden itibaren süreç uzun uzadıya incelenebilir ancak maksadıma ve sadedime çabuk gelmek istiyorum: Roma hukukunun "devletlerüstü" bir temsilcisi yahut varisi olarak kendini yerleştiren Papa ve Katolik kilisesi, bu hukuk geleneğini başlatıyor. Hükümetin dışında, ona karışabilen, onunla çoğu zaman çatışan, özü bozuk olsa da kıymetli bir hukuk alanı. "Kamusal alan" fikri gibi insanlığın medeni olmak için idrak etmesi gereken müthiş evrim basamağı da (ki bizim islamcılar bunu idrak edemedikleri için asla neden nefret objesi olduklarını ve ölseler üzülmeyeceğimizi anlamıyorlar) ancak böyle bir "güçler ayrılığı" düzeninde yeşerebilirdi. Osmanlı gibi yöneticinin hem din hem dünya lideri olduğu, üstelik kendisine denge unsuru oluşturabilecek yerel soyluları ortadan kaldırdığı, sermaye birikiminin, toplumsal ve etkili direnç noktalarının olmadığı bir ülkede elbette bu denli bir sıçrama bekleyemezdik. 

Fakat bir şekilde "hukukun üstünlüğü" fikri Batı'da yeşerdi (adamların hem kızları güzel, hem kafaları, hem ahlakları. Kızları çirkin, kafaları kof, ahlakları bozuk adamlar Batı eleştirip duruyor sabah akşam.) ve Türkiye, bizim "doğucu"ların yaptığı gibi "ne münasebet efendim, biz doğuluyuz, doğu duygu, batı akıl medeniyetidir. Biz akılsızız, onlar duygusuz, biz akılsız kalmakta ısrar edeceğiz" demedi, bunun batı-doğu meselesi değil, insanoğlunun kolektif evrimine bir kültürel bölgeden yapılan katkı olduğunu -şükür ki- gördü ve Türk milliyetçisi subaylar ile aydınlar, cumhuriyet rejimini tesis ettiler. Elbette tesis süreci ve akabinde gelişen öykü dört dörtlük bir manzara arz etmez ama bir yerden başlanmış ve çokça mesafe kat edilmişti. İlk defa, herkesi "kamusal alan"da bağlayıcı, hükümetten öte, toplumun sağlıklı kalması ve bireylerin haklarıyla özgürlüklerinin muhafaza edilebilmesi için gerekli bütün karmaşık dengeler denklemlerini oluşturabilecek "hukuk rejimi" tesis edildi. 

İşte arapçı, tam olarak burada nefret objemiz oluyor, meselenin İslam'la, daha doğrusu kağıt üzerindeki İslam'la alakası yok. Arapçı, hukukun üstünlüğünü istemiyor, "eski"ye de dönemediği için, ona en yakın "Hobbes doğa durumu"na geçerek, bir "fiili durumlar Türkiyesi" yaratmayı arzuluyor. Arapçının ahlakı, hukuku, prensibi yoktur, sadece amacı, yahut arz-ı mevudu vardır, bir defa şahlandırılmış iştihası bu yolda her şeyi mübah görür ve fark edemez ki, bir fiili durumlar rejiminde kendisi de teminat altında değildir, "sistem" kurmak ve geliştirmekten aciz beyni ile, stratejik derinlik ile dünyaya kafa tutan kasımpaşalı med ceziri arasında çırpınır durur. Eski Türklerde gerçekten "töre konuşunca Han susar" denir miymiş bilmiyorum, ancak "tanrı gibi gökyüzünde olan", dolayısıyla tanrısallık iddiası olan Göktürk kağanlarının dahi kendilerini aşkın bir "töre" yahut teamüller dizgesine riayet ettiklerini tarihi vesikalardan biliyoruz. Gökalp'in "çoğu toplum daha medeni olmak için ileri gitmeli, biz ise önce geri gitmeliyiz" mealindeki tespiti bir defa daha aklıma düşüyor. 

Meselenin kağıt üzerindeki İslam'la alakası yoktur dedim, açayım: Dinler, sosyolojiden beslenir, sosyolojik, antropolojik gerçekleriniz ne ise öyle bir dininiz olur. (Ayrıntılı&mitolojik bilgi için bkz: Dede Korkut Alman Mıydı?) Türkler de İslam'ı kendi sosyolojik gerçeklerine uyarlamışlardı (Bkz. Afedersin Şaman) ve yuvarlanıp gidiyorlardı. İlginç bir şekilde asla yerli kaynaklardan beslenmeyen, Mısır, Pakistan, İran vs. kaynaklı bir takım sözde-fikirler peşinde islamcı öncüler, "müslüman"ları ajite ve manipüle ederek peşlerine taktılar ve sosyolojimize büyük bir çomak soktular. Ve bu yeni varoş sosyolojisine uygun bir islam şekilleniyor, buna da arapçılık diyoruz. Zira Ortadoğu'nun en sefil çocuğu Arap, Süryani, Arami ve İbrani kardeşlerinin gölgesinden ancak bir Rahipkral öncülüğünde çıkabilmiştir: Kuran, dünyevi boyutuyla ilk -seba-yı muallaka gibi efsaneler hariç- Arapça yazılı eserdir ve dönemin yazı dili olan Süryanice'nin etkisi altındadır. Yani teşbihte hata olmayacaksa Arapça, İstanbul Türkçesine nazaran Kayseri şivesi ne ise odur. Rahipkral sayesinde hem devletleşmiş, hem oldukça gelişkin bir dil haline gelmiş ve bir süre gerçekten medeni olmuştur. Ancak kurulan sistemde din ile devletin hep aynı oluşu, bu nedenle önceleri din ile eklemli olup, sonra göğe yükselirken yakıt bileşenlerini bir bir atan uzay füzesi gibi dini terk ederek müstakil bir sistematiğe kavuşan hukuk hikayesi asla kendini gerçekleştirememiştir. 

Ben, arapçıyı bu en tehlikeli yönüyle tanımlıyor ve telin ediyorum: Hukuksuz, fiili durumlar düzeninin savunucusu. Bu yönüyle tecavüzcülük yahut hırsızlık ile eşdeğer bir fikri hastalık, bir toplum düşmanı olgudur. Hep sorduğum bir sorudur, bir daha sorayım: Sanat, bilim refahla gelişir derler. Müreffeh Arap ülkelerinden bir tane büyük sanatçı, düşünür, edip, bilim adamı çıkıyor mu?

Hem merak edip okuyacaklar için, hem de "vay be Allah'a sövüyor dinsiz bezemenk" diyecek gerizekalılar için alakalı yazılarımın bir listesini de vereyim:

Yunus Emre Agnostisizmi ve Seküler Milliyetçilik  

Ahlaksız Taassup, Gerçek Muhafazakarlık

Allah Bizi Taş Yapar mı?

Hıristiyanlar Neden İyi, Müslümanlar Neden Kötü?

Ontolojik İslam ve Vicdan Masturbasyonu Olarak İslamcılık

Pek Allahsız Bir Türk İslam Savunması

 


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. 

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.