Bu sayfayı yazdır

Genç Milliyetçiye Mektup

16 Oca 2017

Sevgili kardeşim;

Namuslu, iyi bir yaşam sürmeyi hedeflerken bunu yalnızca kendine değil, milletinin bütün azaları için isteyen, evladının üzerine titreyerek yetiştirmiş ve büyük fedakarlıklarla eğitim aldırmış bir anne babanın, biricik evladısın. Fakat muhtemelen oy verdiğin partinin davranışları seni üzüyor, kaygılarınla kitaplarda okudukların ya da büyüklerinden, "başkan"larından duydukların tam örtüşmüyor, bir şeyler boşlukta kalıyor. Ya, senin derdin ve gözleminle sana "sunulan" arasındaki bu büyük makas moralini bozdu, "koyvermek" üzeresin, ya da tepkilisin, kendince bir çıkış yolu arıyor, ama her katıldığın küçük teşkilattan, kapıldığın fikirden, eskisinden de pişman biçimde dönüyor, bu kısır döngünün içinde iyice bileniyor ve temsilini göremediğin, nereye gideceğini bilemediğin için çaresiz hissediyorsun.

Ben de öyle.

"Dost ufuklar düşünceme dar benim" dizesi var bir sabık milliyetçi şairin, tam o noktadasın. Milliyetçi olmaya milliyetçisin ama, milliyetçiler senden değil gibi. Üstelik, uyuştuğun, uyuşmadığın herkesin zihninde, zikrinde aşağı yukarı aynı şikayetler. Bir masaya oturduğunda, herkes aynı şeyden şikayet ediyor ama bu illetten nasıl kurtulacağına dair sundukları çözüm önerileri, bu defa aralarında da kavga çıkmasına neden oluyor gibi, değil mi? 

Hiç değilse ben öyle görüyorum.

İçine düştüğün vaziyeti, buhranlarını, açmazlarını sanki bin yıldır dertleşiyormuşuz gibi isabetle anlatabilirim. Zira ben de aynını yaşıyorum. İlk olarak "uyanman" gereken şey bu: Yalnız değilsin. Mor koyun değilsin. Senin gibi binlercesi var. Ama bir "suskunluk sarmalı" bir yandan, kurmaysızlık diğer yandan, bizi yalnızlaştırıyor, tekilleştirip sindiriyor. Fakat, yıllar önce ben, senden çok değil, birkaç yaş büyük bir ağabeyin olarak ben, aynı uyanışı yaşamıştım: "Hadi canım, ben yalnız olamam. Mutlaka benim gibi birileri vardır." Bu düşünce aklımda belirdiğinden beri, benim gibi insanları aradım. Buldum da bak; hiç değilse tek başına, cılız bir iniltiyle şikayet eden bir adam olarak, bir süre sonra pes etmeme bu engel oldu. Sesim hala çok yüksek değil, ama eskisinden yüksek. Düzenli olarak tehdit alacak kadar hem de. (Buraya gülücük gelecek.)

Bunu anlattıktan sonra, başka başlıklara geçmeden -ki yaptığım öğüt vermek değil, ben nasıl baş ediyorum bir şeylerle, onu paylaşmak. Sana uymayabilir, beğenmeyebilirsin, sen karar vereceksin- duygumu nasıl muhafaza ettiğimi anlatmak istiyorum. Yıllar önce, sevgili kardeşim, Kayseri'de bir mekanda oturuyordum annem ve dostlarıyla. Hepsi ülkücü insanlar. Bir yaşlı amca geldi, annem kulağıma fısıldadı "Ülkücü şehit ...'in babası..." Hemen ayağa kalkıp buyur ettim. Bir köşeye geçtik, hasbihale başladık. Yaşı nedeniyle çok sağlıklı konuşamıyordu, zihinsel melekeleri bir asra çeyrek kala biraz buğulanmıştı. 

Derken, annemin arkadaşı bir ağabey, "Bahadır, gel bir işimiz var acil" dedi. Apar topar özür dileyerek gittim. Başka bir masaya oturttu, "Ya, ... amca seni esir almıştı, kurtarayım dedim" dedi bana. "Ağabey" dedim, "O adam, reşit bile olmamış tek oğlunu sırf ülkücü olduğu için toprağa vermiş. Yarım asır boyunca her gece tekrar ölüp dirilmiş belki. Yaşadığı sürece çekeceği bir ıstırabı üstlenmiş. Sen benim bir saat olsun bir nebze ferahlık olmama engel oldun şimdi, etmeseydin..." Gözleri doldu, sonra beraber gittik amcanın yanına, oturduk, konuşturduk, gönlünü ettik. O sıralar yine ocaklara doluşmuş köpeklerin hedefindeydim, "Bahadır" dedi, "efendim ... amca" dedim, "oğlum, bundan sonra arkanda kim var diye sorarlarsa ülkücü şehit ...'in babası ... var diyeceksin, tamam mı?" dedi. "Sen arkamdaysan, mermiye kafa atarım amca" dedim gülüştük.

Ben buna tutunup ayakta kalıyorum. Sırf aşağı yukarı aynı hayali yahut hassasiyeti paylaştığımız için şehit olan insanlar var. Bu bizim omuzumuzda yüktür. Biz başarılı olmazsak, onlar boşuna ölmüş olacaklar. Bir dava için, ölümden daha büyük bedel ödenebilir mi? Bizim bedel ödememiz sözkonusu değildir öyleyse. Onlar vebali bizim omzumuza bırakıp gitmişlerdir. Vazgeçmek kolay, ama ben o amcanın mecazi huzuruna çıkıp, "Amca, oğlun ... bok yoluna gitti, boşuna öldü" diyemem. 

Propaganda diye bir film var, onda güzel bir sahne vardı. -Devlet olmasaydı ne olurdu? -Ne olurdu? -Ne olurdu? Biz, devlete kendimizi feda etmek için değil, yahut bayrak, millet gibi kavramlar bizden bağımsız ve öte bir anlam taşıyor diye milliyetçi değiliz. Sana öğretilen saçmalıklara saçmalık demekten çekinme. Biz, basitçe, medeni yaşamanın yolu milliyetçilikten geçtiği için milliyetçiyiz. Medeniyeti tesis edebileceğin kurum ve anlayışlar ancak millet olmamız halinde oluşabiliyor. Ve, biliyorum, "bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk / yalnız bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk" diyorsun, bu sürü için mi milliyetçilik yapıyoruz diyorsun. Hayır ve evet. Biz o sürüyü yeniden millet yapmak, yitirdiğimiz millet olma haline yeniden kavuşmak için milliyetçiyiz. Ve burada bir fedakarlık yapıyorsak, bu bizim ödevimiz olduğu için değil, bireysel kararımızdan, şahsi büyüklüğümüzdendir. Senden, kendi yapamayacağı şeyi bekleyene kulak asma. Milliyetçinin şövalye ruhundan doğan fedakarlığı ile, milliyetçiyi vatan millet salvolarıyla IŞİD militanına çevirip, oraya buraya köpek gibi hırlatmak arasında fark vardır.

Tam olarak bu yüzden, benden tavsiye isteyen kardeşlerime hep "önce birey ol" derim. Milliyetçilik, hayattan bağımsız değildir. Hayattan zevk alman da milliyetçiliğine halel getirmez, hatta hayattan beslenerek etiyle, kemiğiyle gerçek milletin ve onun gerçek azaları için adam gibi çözümler üretebilmeni sağlar, milliyetçi olabilmek için hayattan zevk almalısın. Sana acı çek, düz adam ol, onu yapma, bunu yapma diyenlere aldırma. 

Asıl meseleye geliyorum: Önümüzde çok korkunç bir dönem var. Sen yalnız, örgütsüz, temsilsiz, parasız gireceksin bu döneme. Pes etmek elbette mümkün. Ama etmeyeceksen, gerçekçi ol. Sanrılara, hayallere kapılma; ne karamsarlığa, ne iyimserliğe. Gerçeği gör ve her defasında buz gibi bir iradeyle milletin için en faydalı olanı tespit edip, uygulamaya çalış. Daha önce de korkunç dönemlerimiz oldu. O dönemlerde, bir avuç insan, belli fikirlerin, hatıraların, birikimlerin, kurumların ölmemesini sağladı. Osmanlı zamanında kırsaldaki ozanlar, geç Osmanlı'da İttihatçılar, 40 karanlığında Türkçüler, 70lerde ülkücüler... Bu insanlar mükemmel değildir, hatasız değildir; ama bir şeylerin aktarılmasına vesile olmuşlardır. Şimdi, bizim sıramız geldi. Azalsak da, karanlık çökse de, hatta Avrasyacılık yahut İslamcılık, kendini tuhaf sentetik ambalajlarla kaplayıp, milliyetçilik kisvesiyle bizim Orhun'un bakir kaynağından daha çok teveccüh gören bir zehir gibi yayılsa da, sana düşen budur. Sen, küçük dünyandan, küçük perspektifinle baktığında, umutsuzluğa kapılacaksın ama, on yıllar sonra, pes etmeyip aktarılmasına vesile olduğun bir tohum, yepyeni bir neslin ufkunu araladığında, ne demek istediğimi anlayacaksın.

Bu süreçte, sana bu zaviyeden müthiş bir ciddiyet sorumluluğu düşüyor. Üç kişi bile olsa, çevrenin kanaat önderi olacaksın. İş edinecek, meslek edinecek, güç edinmeye çalışacak; ancak hiçbirini başaramasan bile, mutlaka kendini donatacak, hatırlayacak, hafızana her şeyi kaydedeceksin. O hafıza ki, Yunan işgal edince üç beş efenin, eşkıyanın ve ağanın zihninden mayalanır, yeşerir, vatan kurtarır. Ve evet, Milli Mücadele'de, kahramandan çok asker kaçağı vardı. Bizim derdimiz, ta onun öncesinden beri, kahraman mayayı hakim kılmak, bozulanı, kokuşanı ise tarihin tozlu sayfalarına gömmek. Bunun yolu, senin var olmandan, baki olmandan ve hatırlamandan, dik durmandan geçiyor.

Milliyetçinin ödevi, öyle bir Türk olmak ki, milliyetçi olmayan Türklerin kendi kimlikleriyle barışmaları için ilham olmak. Seni gören, kendini hatırlasın, kendini sevsin. Bırak asarız keseriz tavırlarını, astığın kestiğin de yok zaten. Biz, insanlara yitmiş bir terbiyeyi, unutulmuş bir vakarı hatırlatmak için dolanmalıyız bu ülkenin sokaklarında.

Vaktiyle, beni de seven, biraz da hoşuma gitsin diyen bir solcu arkadaş, "Ey Güzel Kırım" şarkısını sevdiğini, faşist şarkısı olsa da sürekli dinlediğini söylemişti. "Faşist şarkısı". İfadeye bak. Tepki göstermedim ilk an, ama çok üzüldüm. Bir yaşlı kadının, yıllar sonra Kırım'a gidip hüzünlenmesine faşist şarkısı demek...

"Türk'e dair her şey", ya itici, ya köylü, ya faşist. Bunda düşmanın propagandasının tesiri kadar, bizim de suçumuz var. Temiz ve iyi niyetli Türk çocukları, bırak milliyetçiliği, Türk olmak istemiyorlar. Türk temsili devlette ve siyasette kötü ellerde çünkü.

Ömer Seyfettin'in Bir Kayışın Tesiri öyküsü çok vurucudur bu konuda. Bir Çerkes kayışı hediye edilen adam, Çerkes olmaya kalkar. Seyfettin de, bizim Türklerin hariçten millettaş celbedecek böyle şeyleri yok diye üzülür öykünün sonunda. Bırak harici, biz Türk olanı yitiriyoruz sürekli. Milliyetçilik değil bak, o bir ideolojidir. Adam öz kimliğine düşman yahut yabancı.

O yüzden milliyetçinin ilk ödevi, Türk olmayı çekilir kılmaktır kardeşim. Tasavvurlarına, tanımlarına dikkat et. Manyak manyak yorumların, yaşasan kendinin bile şikayet edeceği ülke hayalin, kendinin bile karşılayamadığı Türk tanımın var, zaman zaman görüyorum. Milli simgemiz olan Bozkurt, popüler kültürde görünür değilse, sözgelimi Rus ayısı gibi yerleşmemişse, bozkurt çekenlerde sorun var. Etme, insancıl ol, insan sev, ahlaklı ol, güzel insan ol. Hayat sadece görünmez düşmanlarla kavga etmek değil.

Lisede biz de Osman Öztunç dinleyip kim olduğu belirsiz "parkamızın derdindeki piçler"le hayali kavgalar ederdik. Fakat Türk milliyetçiliği, bir çocukluk hastalığı değildir. Çocukluğu bırak, büyü. Vakur, temiz, ölçüsünce sert ve müşfik bir insan ol.

Geçtiğin yerde, insanlar etkileyici bir insan geçtiğini fark etsinler. Her yerde fark yarat. Sen, sadece millet azası olsan, bu denli bir sorumluluğun olmazdı. Bu denli sorumluluğu olmayanları da çok kınama. Ama milliyetçiyim dediğinde, omuzlarına bir yük bindi. Boş işleri bırakacak, illüzyonu reddedecek, bayrağı yerden sen alacaksın. 

Bu mektup, "çözmüş, bitirmiş" bir ağabeyinin değil, seninle aynı sorunları yaşayan bir kardeşinin, kendince sana hitabı. Bir nebze sırat-ı müstakime yaklaştırırsa seni, ne mutlu bana. Birkaç yıl önce sen gibi kardeşlerimden aldığım ilhamla yazdığım bir selamlama ile bitiriyorum mektubumu:

Halka kul olup almadan verenler ezen bolsun
Yurdun bağrında cennete erenler ezen bolsun
Emir övgü ödül ceza beklemeden davranıp
Kaderini ilmek ilmek örenler ezen bolsun
Bağ-ı iremdir diyerek devrin gam bostanından
Çiçek çiçek çilemizi derenler ezen bolsun
Yar ışığın arkasında koyup önünce mahzun
Gölgesini hak yoluna serenler ezen bolsun
Yirmiüçü ve dokuzu üç ve kırkı şad edip
Hasmını top namlusundan görenler ezen bolsun
Siyahlanıp silahlanıp sevabına vatanın
Yedi günaha abdestli girenler ezen bolsun
Kendi kalemini kırıp ey ılgara çıkanlar
Ey batılın defterini dürenler ezen bolsun
Yolda yoldaş belde nöker iki cihanda gardaş
Kam atanın sofrasında yarenler ezen bolsun
Yelden yılmaz selden korkmaz balbal olup nöbette
Cefasını sefa edip sürenler ezen bolsun
Ezen bolsun Bahadırlar Kürşadlar Alperenler
Aybikeler İlbilgeler Cerenler ezen bolsun

Bana bir cevabın var ise, aşağıdaki e-posta adresine göndermekten çekinmeyesin.


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. 

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.