Bu sayfayı yazdır

Ruh Hastası Bir Nesil: 90'larda Doğanlar

09 May 2018

Millet olmak ortak sembollere, değerlere, ikonlara sahip olmak demek: 10 Kasım gibi günlerde "ayakta dikilmeyen"ler millet olmayı beceremezler. Değerler, semboller ve ikonlar ayrıca öyle bir gecede ortaya çıkamazlar; geçmişte yahut geçmiş algısında var olan bir kolektif "materyal"den belki devlet eliyle yontulabilirlerse de, yoktan var edilemez, ancak kolayca yok edilebilirler. 

Millet ve cemiyetlerin nesilleri arasında kopmaz, homojen ve benzerliği sağlayan bir süreklilik varsa da, bu süreklilik ve benzerlik içinde hiç değilse davranışsal modelleri değiştiren belli faktörler, bir büyük kümenin alt kümeleri gibi farklı ve öncekine göre yeni özellikleri haiz nesiller yaratırlar. Amerika merkezli beşeri bilimler okumaları yapanlar, Baby Boomer, X ve Y "jenerasyonları" gibi terimlere aşinadır. Basitçe kıtlık zamanı doğan çocuklar, bolluk zamanı doğan çocuklardan farklı davranışlar sergilerler. En büyük plandan en küçük plana birçok ortak değer, sembol, ikon anlam değişikliğine, kaymasına ya da yok olmasına uğrayabilir; yahut belli semboller muhafaza edilirken doğuş sebepleri unutulur. Çok basit bir örnek vermek gerekirse, eski Türkçe "sançmak" (kargıyla dürtmek) sözcüğünden "sancı" sözcüğü türemiş, bugün nasıl bu etimolojik kökenin farkında olmadan sancı kelimesini kullanıyorsak, sözgelimi hiç bir kolu çevirmek suretiyle cam açmamış, camı kol çevrilerek açılan araba dahi görmemiş bir genç, trafikte yanına duran arabaya kol çevirme hareketi yaparak camı açması işareti verebilir. İşareti birilerinden görmüştür ancak kökeninden habersizdir. Yahut, bu genç çevresinde hiç böyle araba görmemiş ve bu "sözsüz iletişim sözcüğü"ne aşina değilse, aynı hareketi yaparsınız anlamaz. Teknolojik gelişmeler, savaşlar, kıtlıklar, zaferler, yenilgiler; vatan addedilen toprağın büyüklüğü, küçüklüğü, bunların hepsi cari oldukları zaman doğan ve büyüyen insanlar üzerinde tesir yapar, o neslin kendinden öncekilere göre farklı davranmalarına sebep olurlar. 

2. Dünya Savaşı'nda Doğu ya da Merkezi Avrupa'da büyümüş bir çocuğu düşünün. Annesinin tecavüze uğradığını, babasının bunu seyretmeye mecbur bırakılıp dövüldüğünü, kız kardeşinin yemek bulmak için bizzat bu vahşeti gerçekleştiren adamlarla fuhuş yaptığını görmüş olsun. Bu çocuğun kafasında "anne", "baba", "aile", "şeref", "haysiyet", "namus" kavramları, Kayseri'de bir memur çocuğu olarak büyümüş bendenizin kafasındakinden elbette farklı olacaktır. Daha bu mertebede başlayan ayrılık, o çocuğun benzer travmaları paylaştığı nesil kalabalıksa, büyük planda iki inanılmaz derecede farklı dünya görüşü ve cemiyet yaşantısı olarak tezahür edecektir. Herhangi bir yaşam tarzını bu saiklerle eleştirmem ancak, bizde "anneye sövmek" cinayet sebebidir, bahsettiğim çocuğun gözünde bu motif o kadar da önemli olmayabilir. Yahut, yokluk görerek nesiller geçirmiş Anadolu'da ekmek kutsaldır, devleti soyup soğana çevirmek ise ekmeği çiğnemek kadar tepki görmez. Amerika'da ekmeği çiğner, çöpe atar, hatta porno filmlerde kullanıp -bir Türk gözünden- "tahkir" edebilirler. Ama vergilerin neye kullanılacağı konusunda ortalama Amerikalı bize nazaran daha hassastır. 

Bugün 2. Dünya Savaşı'nın en ağır travmasını geçirmiş Almanya'da "Alman kimliği" ve değerler hala sorunludur. Evvela Atsız'ın belki en sevdiğim yazısı olan 68. Vilayete Seyahat yazısına, Almanya gezisinden aldığı notlara bakalım:

"(...)Filimin sonu ibret vericiydi. İkinci Cihan Savaşındakilerle bugünküleri resimlerle ölçüştürüyordu. O zamankiler siperlerde tarih yaratmak için çarpışıp ölüyorlar, tutsak düşüp tipi altında saatlerce bekletiliyorlar, fakat vakarlarını kaybetmiyorlardı. Spiker: “Şimdikilerse tarihten mahrum olmak için yaşıyorlar” dedi. Tarihsiz olmak.. Yani hayvan olmak.. Ekranda karşımıza karı kılıklı, saçı uzun, pis, yanşak heriflerle vesikasız, hayvan yüzlü genç orospular çıktı. Dondurmayı, bir köpeğin çanak yalaması gibi yalayarak yiyorlar, haysiyetsizce sırıtıyorlar, mukaddesatla alay ediyorlardı.

Bu hayvansı heriflerin hakikilerini Münih’in “Şıvâbing” (Almanca yazılışı galiba Schwabing) denilen semtinin bir köşe başında da görmüştüm. Bir kısmı yere oturmuştu. Kimsenin onlara aldırdığı yoktu.(...)"

Bernhard Schlink, Alman olmanın hala bir yük olduğundan bahsediyor: Dedeniz bir Nazi ise? Popüler kültürde karşınıza çıkan filmlerde Almanlar hep kötü adamsa? Alman kimliği sıkıntı yaşamaz mı? Yaşaması pek tabiidir. Daha 1960'larda ciddi yaygınlık kazanan Alman değerlerine düşman, ancak yeni bir değerler manzumesini de ikame yoluyla kabul etmemiş, dolayısıyla değersiz kalmış, yüksek bir kültür ve eser ortaya koymaktan aciz Alman gençliği tehlikesi bugün bile devam etmektedir. Buna tepki olarak doğan Neo-Naziler ise, vaktiyle Almanya'nın geç yakaladığı endüstri devrimi ve şehirlileşmeye tepki veren Lebensreform gençliğine benziyor: Üst bakışı olmayan, haklı tepkileri yanlış yollardan ifade eden, merkeziyetsiz, politik değeri olmayan bir "güruh". Almanya'da bir kayıp nesil var ve o neslin kaybedilmesinin etkileri hala hissediliyor.

Türkiye'ye bakalım. Sık sık alıntılarım, Belgrat'ı kaybettiğimiz anlaşmada, düşman bizden Nis'i de isteyince, bizimkilerin tepkisi şu oluyor: Oldu olacak İstanbul'u da verelim. Selanik, Kırcaali bugün toprağımız olan Hakkari'den çok daha görünür ve merkezle ilişkisi çok daha sıkı olan yerleşimler. Cumhuriyetin kurucusu doğduğu toprağı kaybettiğimize şahitlik etmiş. En büyük şairimiz Yahya Kemal, Üsküp'e ağıt yakmış. Son dönem toprak kayıplarının travması bugün hala geçmiş değil ki, ecnebilerin eleştirmek amaçlı, olumsuz bir tonda olsa da tespit ettiği "Sevr sendromu" gerçekten vardır. Mültecilerin, kaybedelerin, eli kolu bağlı kalıp büyük bir yıkımı izlerken çenesini ve yumruğunu sıkanların kurduğu cumhuriyet elbette can havliyle tepki verip parçaladığı Sevr'i bir sendroma dönüştürecek ve bu konuda hassas olacaktır. 

Paul Gilroy'un post-emperyal melankolisine eskiden sık sık atıf yapardım, vakti gelmişken değineyim. "Hani mavi denizlerim / Üç kıtada nal izlerim..." diye giden ağıt, gerçekte olduğu haliyle değilse bile, "bugün"ün psikolojik etmenleri ve ruh hali tesirinde muhayyilede aldığı haliyle özlenen bir imparatorluğa ağıttır. İmparatorluk yitiren uluslardaki melankoli sanatlarından mensuplarının gündelik yaşamlarındaki tavırlarına, her alanda gözle görünürdür. Bir diğer travmamız da bu. 

40'ların ve 70'lerin kıtlık, darlık yılları pek fark edilmeyen travmalar. Özellikle tüketici davranışlarında etkisi çok yüksek: Annem yakın bir zamana dek sürekli 10 paket makarna alırdı. Sürekli bir kıtlık, yokluk, olağanüstü hal korkusu. Yahut "ne pahasına olursa olsun" ev alma deliliğinin bu kadar yaygın olması da bu dönemde çocukluk ve gençlik geçirenlerin garantici, dar ufuklu harcama temayüllerinden geliyor.

Bir de AKP dönemi travmaları var. AKP, post-emperyal melankoliyi, kaybediş travmasını, akabinde Sevr sendromunu sömüre sömüre iktidara gelmiş bir parti. İnsanların korkularına, kolektif bilinçaltının en gizli hassasiyetlerine oynayan, bununla iktidarını pekiştiren, insanların gözlerini bağlayan bir şebeke. Bu şebekenin iktidarında yaşanan en korkunç travma elbette 15 Temmuz darbe girişimi. Ancak AKP eliyle bu travmaya yol açan gerçek amillerden hiç bahsedilmiyor: İhale hep dış güçlere fatura ediliyor, "senin benim gibi" bu topraklarda büyüyen ve bizzat AKP tarafından "makbul vatandaş" görülen adamların nasıl meclisi bombalayacak hale geldiği hiç konuşulmuyor. Tarikat-cemaat düzeni, cemaat kayırmacılığı ve islamcılık temel sebeptir, AKP burada fail ve sorumlu olduğu için işin bu cephesini tartışmaya açmıyor. Bunun yerine, bir cadı avı yaratıp, Ergenekon soruşturmaları zamanında yapıldığı gibi, kendisine muhalefet eden herkese FETÖcü yaftası yapıştırıp zulmüne devam ediyor.

Bundan daha çok önemsediğim bir başka travma var. Adaletin, hukukun, eşitliğin, vatandaşlık haklarının ırzına o kadar korkunç ve örneği görülmemiş bir şekilde geçildi ki, kimsenin hesap vermemesi insanların "devlet", "millet", "adalet", "vatandaşlık", "kamusal alan" gibi değer ve motiflerle rabıtasını tehlikeye düşürmüştür. Kötünün yaptığı yanına kâr kalıyor ve hatta ahlaksızlık ödüllendiriliyorsa, bu dönemde yetişen gençlerin ahlak, devletli millet olmak, hukuk düzeni gibi kazanımları önemsemesi beklenemez. 

Deizm tartışmalarındaki saçmalıklar burada başlıyor. Evet, Türk gençliğini bir "iman sorunu" bekliyor. Fakat bu Allah'a imanla alakalı, teolojik bir mesele değil. Değerlere, haysiyete, hasletlere iman edemeyen, elinden yüksek hassaları çalınmış bir gençlik geliyor. Sözgelimi "milliyetçilik"in infaz, gasp, tehdit, şantaj ve tedhiş amaçlı kullanıldığını gören bir gençlik, sonunda AKP'ye başkaldırsa ve onu indirse bile, milliyetçiliğe mesafeli duracaktır. Kaldı ki, milliyetçi görünmek dünyanın en kolay işidir. Milli "etno-semboller"le bezeli mesajlar verir, milliyetçi olduğunu iddia edersin. Ancak sürükleyiciliği, etkileyiciliği, toplumu sevk ve idare edici işlevi bulunan bu sembolleri kullanmak milliyetçilik değildir. Bu, milli görünerek milleti sömürmektir ki, millet olma halimize kasteden AKP'ye milliyetçi eleştirilerimiz bizim "sembollerimizi kullanmadığı" yönüyle değildi. Hukuku, devleti, teamülleri yok ederek, ortak varlık fikri ve şuuruna kastetmesi, devleti Arap usulü bir kabile asabiyesiyle yönetilen "adi şirket"e çevirmesi nedeniyle AKP'yi eleştiriyorduk. 

Yiyenin yanına kâr kaldığını, vaktiyle Gülen örgütüyle iş tutanların aldatıldım yahut Reis'e biat ettim deyince kursağında haram lokmalar dururken aklandığını, ama en başından beri aynı konumu koruyup bu yapıyla mücadele edenlerin sırf siyasi ikbal uğruna ahlaksızca FETÖcü diye damgalandığını gören genç, ahlaklı, dürüst, namuslu, ilkeli bir adam olmak isteğini nerede bulacak? Toplumun ve siyasetin verdiği bütün mesaj, "İşini bilen adam ol, kaba göre şekil al, kazananın yanında ol". Cemaatçi köpeklere bile verilen tek mesaj var: Yanlış cemaati seçtiniz. Yoksa "cemaatçi" olmanın kötü olduğu mesajı verilmiyor. 

Gazeteler, televizyonlar ahlaksızca yalan haber yapar ve bedel ödemezlerken, binlerce sahte fotoğraf, video ortalarda dolanır insanları yanıltırken, göz göre göre "görüntüleri izledim" diyen adamlar görüntü falan olmadığı ortaya çıktığı halde gazeteciliğe devam ederken, Türkiye'de bir baba çocuğunu nasıl "dürüst" olmaya sevk etsin? 

Çözüm sürecinde yapılan ihanetler hala hatırdayken ve yapanların hiçbiri bedel ödememiş, hatta asker ziyaretine gitmişken, cephede savaşana nasıl moral vereceksin?

İddia ediyorum, 20-30 yıl sonra 2010-2019 yılları arasında gençliğini yaşamış neslin kendine has bir adı olacak. Bu nesil psikolojik bozukluklar ve suç oranlarının yüksekliği ile dikkat çekecek. Seri katiller, sosyopatlar bizden çıkacak. Zira en çok bizim psikolojimizle oynandı.

Hele ki bu yıllar arasında genç, muhalif Türk milliyetçisi olmuş adamların hepsi sapıtabilir. En başta ben, bu satırların yazarı. En akıl almaz döneklikleri, bunların nasıl sıradanlaştığını, en aşağılık eylemlerin meşrulaştığını, karşı çıkanın hain olduğunu vs gördük hep. Çeçen savaşı bitince savaştan başka bir şey bilmediği için terör örgütlerine ve hatta sabık düşmanı Rusya'ya paralı askerlik yapan Çeçenler gibi olacak sonumuz, korkuyorum. Bir nesli mahvettiler. Kafamız bozuk. Grunge gençliğinin şarkı sözlerinden fırlamış bir hayat yaşıyoruz.

Bizim neslin en büyük sorunlarından biri inançsızlık olacak. Hayır, dinle ilgili değil. İnanmakta zorlanacağız zira bütün değerlerin ırzına geçildiğini, en dokunulmaz sembollerin en aşağılık planlara alet edildiğini gördük. Değersiz, imansız bir nesil: Güruh. Peyami Safa'nın dediği gibi:

"İdealsiz cemiyetlerde, ihtiyar ve yatalak, uyuşuk ve mıymıntı cemiyetlerde gençlik, davasız ve teşkilatsız bir parazit sürüsüdür. Bütün ateş çağı, dinamizm ve kahramanlık çağı evle okul, kahveyle okul arasında geçen bu şaşkın ve avare yığınının başı omuzlarının arasına kaçmış, bakışları ürkek ve solgun, sesi kısıktır. Talimatnamelerin demir korsası, geçim zoru ve imtihan kâbusu içinde beyni karmakarışık bilgilerin ve ihtiyaçların antreposu haline gelmiştir. Bu yığın memleket davalarını alçak sesle konuşur ve hiç birinde faal rol almaz.Ona bir tek hedef gösterilmiştir: diploma. Bunu ele geçirinceye kadar o, ezeli ana kuzusu, istiklâlinden mahrum, sosyal bir rol sahibi olmaktan mahrum bir tufeylidir ve… Adam değildir."

Gençliğin imanını kurtarabilmek için, AKP'li mücrimlerin yargılanması gerekiyor. Hızlandırılmış tren faciasından başlayıp Gemerek fesadına, devlet araçlarını kullanarak yapılmış her yolsuzluk, her kötülük mutlaka yargı eliyle karşılığını bulmalı ki, insanlar "kendi adaletini temin" yoluna, dolayısıyla hukuksuzluk, düzensizlik ve anarşi yoluna sapmasın. Bugün, devir kendi adaletini temin devridir. İşini yaptırmak için AKP'li dayına, sözü geçen şeyhe, bir "büyüğe" gidiyorsun, devlete değil. 

Tekrar bir ortak yaşamımız, millet varlığımız ve şuurumuz olacaksa, bunları tesis eden yapılara güven yeniden yaratılmalı. Yoksa, Türkiye'yi imansız, kişiliksiz, vizyonsuz, günübirlik yaşayan çıkarcı bir imam hatip gençliği bekliyor. Elbette taktik icabı bugün AKP seçmenine "hesap soracağız" denerek oy toplanmaz, ama stratejik planda bizler İYİ Parti'den bunu bekliyoruz.


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. 

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.