Bu sayfayı yazdır

Şükretmemek Üzerine Bol Salvolu Bir Yazı

29 Tem 2019

Çok sevdiğim bir hatıram var, sık sık anlatırım, geçenlerde bir kardeşim de hatırlattı. Özetle, şehit haberleri aldığımız bir gün, bir parkta hiphop müziğiyle dans eden çocuklar görünce babama "Vatan elden gidiyor, bunlar kafasının üzerinde dönüyor" demiştim de, babam "Öyle deme. Mücadele sizler kafanızın üzerinde dönmek istiyorsanız dönebilin diye veriliyor" demişti. Öyle ya, şehitler biz yaşayalım diye ölüyor, anneleri biz gülelim diye ağlıyor. İstiklalimiz de, hürriyetimiz de bedava değil; ama bunların kıymetini ne kadar biliyoruz?

Yine anlatmayı çok sevdiğim bir mesel. Benim memleketim, Kayseri'nin ilçesi Sarız, bayağı dağlıktır. İskan yeridir, Osmanlı Avşarları buraya iskan etmiş. Dünyayla bağlantıları zayıftır.

Vaktiyle, iki Avşar, artık Allah'ın dağında nasıl olmuşsa, silah altına alınmışlar milli mücadele için. Sarız'dan Kayseri'deki tren istasyonuna kadar, redif taburuyla yürüyecekler, tabii ilk defa köylerinden çıkıyorlar. Yürürlerken, köy arkalarında kalıyor, Avşarlar şaşırıyor tabii "vatan toprağı"nın genişliğine. Biri gidip komutana soruyor, "Gomtanım buralar bizim mi?", komutan "evet evladım" diyor. Az daha gidiyorlar, bambaşka bir yer, Avşar yine soruyor, "Gomtanım buralar da mı bizim?", komutanın cevabı yine aynı. İlerliyorlar, git git bitmiyor vatan toprağı: Uçsuz bucaksız, çorak, kurak Anadolu arazisi.

Avşar yine yanaşıyor çavuşa, "Gomtanım buralar da mı bizim şimdi?", usanıp "Evet evladım" deyince komutan, "Yavv bu gavurun da saldırdığı gadar varımış, her yeri biz almışsık adamlara toprag galmamış gomtanım" diyor Avşar, yiyor komutandan tokadı tabii.

Derken trene binip, bir başka istasyona götürülüyorlar. Artık nerede inmişlerse, Avşar büyüleniyor: Aydınlık, çok güzel bir yer, büyük büyük binalar, medeni bir muhit. Avşar yine çavuşu buluyor, "gomtanım" diyor, "bura da bizim he mi?" Komutan "evet evladım" diyor yine tokadı hazırlayıp, fakat Avşar'ın tepkisi bu defa başka oluyor:

"Yavv bura güzelimiş, ölek de buraları düşmana vermeyek".

Çile çekilir, mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir elbet. Buna itirazım yok. Fakat amaç çile çekmek değildir. Hiçbir diğerkamlık da, "ben"den bağımsız değildir. Bu ne demek? Elbette fedakarlıklar yaparız, başkaları yaşasın diye ölebiliriz. Ama bu da bizimle ilgilidir; bizim gibiler yaşasın diye ölürüz mesela, genlerimizi paylaşanlar yaşasın diye. 

Fakat "ben"den bahsediyorsan belasındır bu ülkede. Mahzuni "Bir sürüye katamadım ben beni" derken, bu topraklarda "ben" diyenin başına gelenlere dikkat çekiyordu. Aydın, entelektüel, münevver; adına ne dersen de, topluma uymayandır elbet. Kırsalın irfanının münevverleri de ozanlardır, o yüzden "Kimse bana yaran olmaz yar olmaz" diye, ben dedikleri anda "biz"in onları nasıl boğduğunu anlatan ağıtlar yakarlar. Ben nedir? "Bir anda ölseler de insanlar tek tek ölür" diyor şair. Nihayetinde tecrübe ettiğin her şeyi tek başına tecrübe edersin; evrenin sonsuz ve korkunç ölçeğinde hem önemsiz bir zerre, hem de biricik, nadide, tekrarı ve benzeri olmayan bir parçasındır. Chomsky "kurulan her cümle, birbirinin aynı olsa da ilk defa kurulmuştur" diyor. Bunu bir düşün. Evet, sen insansın:

yangınlar alevinden geçip de gelen dost
yanar olmuş yüreğin, nar olmuş lilişan
sen insansın sen insansın sen insan
meydanlara seni heykel heykel dikmişiz
her destana dökülmüş boydan boya adın
kahraman demişiz meçhul asker demişiz
ismin mübarek cismin mübarek
alkış alkış kasideler sarmış boyunu
ağırbaşlı kitaplar senin adına
en yiğit besteler seni söyler
kuyruklu yıldız gibi nutuklar çekilmiş
her namına her şanına bayram günleri
mızıkalar ayak vurmuş beste beste
örülmüş çelenkler aldan yeşilden
laleden sümbülden karanfilden
sen insansın lilişan iki milyar cansın
gemici ve rençber çırak ve uzman
elinde dümen yekesi süngü ve orak
dünyada şarkılar misali yaşayansın
sen insansın sen insansın sen insan

Gerçi lafı bu kadar uzatmaya gerek yok, "Hoşça bak zatına ki zübde-i alemsin sen / Merdum-u dide-i ekvan olan ademsin sen" demek yeterliydi. 

İmdi, bugüne gelelim. Bir yanda bir dünya var. Bu dünya, tarihte hiç olmadığı kadar bilgiye ve eğlenceye erişimi kolaylaştırmış. Efendim kültür endüstrisiymiş, popüler kültürmüş, etnosentrizmmiş, bırakın bunları: Endüstri, sektör, mecra yahut üst yapı her haltı düşünmek zorunda değildir. İnsan insandır, kafası vardır, muhakeme ve mukayese yeteneği vardır. Arayan aradığını bulur ve önemli olan, Çin'e, İskenderiye'ye, yahut Roma'ya gitmek zorunda değildir. Yalnızca bir telefon sahibi olarak her türlü bilgiye ulaşabilir, okulunu okumadığı konularda dahi uzman olabilir. Ama bugün çıkar bir akademisyen unvanlı beyinsiz, "geçinemiyorum" diyen amcaya, çıkar telefonunu der. Demek, telefonu akıllı olsa, internete erişime izin veriyor olsa, amcaya bilmiş bilmiş gülecek, fakirim diyorsun akıllı telefon kullanıyorsun diyecek. Akıllı telefon onun için lüks: Amca bilgiye erişmese de olur. Önce aç karnını doyursun. KARIN BU DEVİRDE BİLGİYLE DOYUYOR.

Bunun ötesinde, kavgam tam da bu lüks kavramıyla. Bu ülkede dostlarla bir rakı sofrası lüks. Özel tüketim vergisi alıyoruz. İnsanlar haftada en az 45 saat çalışıyor, çoğumuz haftasonu da çalışıyoruz. Ve bütün bu mücadele ne için? Çile, çile için midir? Hiç değilse bir haftasonu dostlarla rakı sofrası kurmayacaksa niye çalışıyor insan? Ve neden, bu satırları okuyan bazılarının aklına "rakıdan başka bir örnek mi yoktu şimdi" fikri geliyor? Şarabın divan edebiyatımızdaki lakabı, "duhter-i rez" yahut "duht-i ineb"dir. Üzümün kızı. Necati Bey'e de, demek, böyle lüzumsuz eleştiriler gelmiş ki, "Men üzümün suyun severem sofu danesin / Zira kimi kızın sever kimi anesin" demiş. Kimi üzümün kızını sever, kimi annesini. Seven sevdiğini yapabiliyor mu, mesele o. İnsanlara eğlenceniz budur diye sunulan: Millet bahçesinde yatıp yuvarlanmak. Mangal yapmaktan başka eğlencesi olmayan bir millete dönüştük diyeceğim de, mangal yapacak parası da yok artık. 

Ev, araba, rakı, gezme, tozma, sinema, tatil; bunlar lüks değildir. Bunlar en temel ihtiyaçlardır. İhtiyaçlar hiyerarşisi çok da isabetli bir kuram değildir: yaşam bir üretim hattı değil ki her merhalesinde bir bileşenini takasın da sonunda ortaya adam koyasın. 

Şimdi düşünüyorum mesela, birisi bana dese ki, "Kardeşim telefonun akıllı, pahalı. Görüyorum da, her gün bir yerde geziyorsun. Şuradan, buradan fotoğraf paylaşmışsın. Nasıl şikayet edebilirsin?" Evvela, "sana ne lan eşşoleşşek" derim, ama merhamete gelirsem anlatırım. Benim mesleğim metin yazarlığı. İçerik üretim ajansım var. Yaratıcı olmam lazım. Zihni açık, zekası sivri insanlarla sohbet etmezsem... İnternette gezinip ilginç yazılar okumazsam... Seyahat edip düşler kurmaz, farklılıklarla karşılaşmazsam... Nasıl yaratıcı olacağım? Bu sadece benim işime özel değil hem; benim işim bunları normalden de fazla gerektiriyor ama, mutmain olmayan, hiç değilse temel eğlence ihtiyacını karşılayamayan, sürekli ay sonu hesabında, tamam rakı olmasın, sevdiklerini haftada bir olsun yemeğe, kahveye çıkaramayan insan nasıl verimli olur? Nasıl çalışır?

Efendim mesele sistemden kaynaklanıyor, kapitalizm böyle, falan. Hiç de öyle değil, tam tersi mesele sosyalizmden kaynaklanıyor. Sosyalizmde memleketin "temel"(!) ihtiyaçların karşılanmasından ötede kaymağını yiyen bir avuç nomenklaturadır. Temel ihtiyaç doğrudan sosyalist bir tabirdir: Karnın doyuyor işte, ötesini napcan? Öteki Kırım'da tatil yapabiliyor ama, sen Sibirya'daki madene çakılı kaldın, seyahat özgürlüğün bile yok? Hayır, her ihtiyaç temeldir, insan o ihtiyacı hissediyorsa, bedelini biriktirir, öder, karşılar. Karşılayabilmelidir. Hangi ihtiyacın suni, hangi ihtiyacın önceliksiz olduğuna kim karar verecek benden başka? Benim evime Lousie Rayner tablosu asma ihtiyacım var kardeşim, sen mi karar vereceksin? Paramı rakıya, yahut emekli ikramiyemi dünyayı gezmeye yatıracağım, sana ne? 

Devlet dediğin basitçe "vergileri nereye harcayacağımıza" karar veren bir yapı. Devletin görevi benim hangi tüketimimin özel olduğuna karar vermek değil. Üstelik, Türkiye fakir bir ülke değil. Öteki hiç emek harcamadan cipe biniyor, nargileye 200 lira veriyor. Bunu benim vergimle yapıyor. Bir defa devletin bu kadar nimet dağıtabilmesi kusurludur. Liberal kapitalist bir ülkede devlet böyle zengin olamaz, zenginlik de dağıtamaz. Ne yapmışlar, ne üretmişler de elde ediyorlar bunu? Onların her şeyi makul, beklendik iken, rakı, sigara, araba neden özel tüketim sınıfında? 

Neden insanlar geçinme tavsiyeleri veriyor? İş beğenmiyorsunuz diye gençlere bilmişlik taslıyor? Türkiye'de işsizlikle ilgili bir sorun varsa o da nepotizmdir. Adamını bulan işe girer. Bunu değil de, gencin üç kuruşa sömürülmeye karşı çıkıp gerekirse taş kemiririm diyen namuslu duruşunu hedefe oturtuyorlar? 

Ben çevremde hiç miskin, avantacı adam görmedim. Ama "abi bana iş bul" diyen çok insan gördüm. İnsanlar iş istiyor, çalışmak istiyor. Ama daha önemlisi, çalışınca karşılığını görmek istiyor. Merak ettiğin bir ülkeye seyahat yapmana izin vermiyorsa çalıştığının karşılığını alamıyorsun demektir. Başa dönüyoruz, niye çalışıyoruz kardeşim, çalışmak için mi? Hayır. Hayatımızın geri kalanını satın almak için. Bu kadar basit; kimse bedavacı değil, kimse yatayım da ağaç üzerime eğilsin meyvesini ağzıma bıraksın demiyor. Tamam diyor, günümün bir kısmını buna ayırayım, ama karşılığında günümün geri kalanını elde edeyim. Gezeyim. İlginç bir şeyleri tecrübe edeyim. İnsanoğlunun ölümlü yaşamını çekilir kılmak için gelişmiş devasa bir eğlence sektörü var. Her meşrebe, bütçeye, meraka ve ilgi alanına göre sunulan hizmetler var. Bunlardan faydalanabileyim. Gerçi bunu söyleyince "Pursuit of Happiness" göndermesi yapıyor, Amerikancı diyecekler. Desinler. 

İnsanoğlunun geldiği seviyeye bakın. Teknolojiye, bilime, sanata, eğlence sektörüne. Bunların milyonda birinin bile tadına bakamıyorsa insanımız, milliyetçiliğin en büyük derdi bu olmalı. Bin lira, on bin lira değil. Sevdiklerini yemeğe çıkarabiliyor mu insanlar? Onu sor. Mesela, Tanrıdağlarını görmek isteyen bir Türkçü bir kez olsun gidip görebiliyor mu rahatça? Akşam İtalya'yı görmek isterdim diyen karısına, sabah sürpriz yapıp uçak bileti alabiliyor mu? Bu lüks mü? Pasaportun Britanya'dan olaydı, maaşın pound olaydı mümkündü. Şimdi bunun aynını Türk çocuğu için istemek kötü müdür? Yanlış mıdır? Bunun yollarını göstermek gerekmez mi? 

Gerekir. Basitçe, devleti beslemeyeceğiz kardeşim. Fakirliği kronikleşmiş ve kolektif hafızasında, bilincinde köklenmiş bir toplumuz. Bu toplumun ekonomik faaliyetleri, kalabalık olduğu için, aynı Hindistan'da olduğu gibi, bir hacim yaratıyor. Bu hacimden doğan rant da, piyasaya dönmüyor. Hayır, siyasette yenip bitiyor. Devletle vatandaşın ilişkisi vergi üzerinden kurulmuyor mesela. Hiçbir politikacı da bu bilinci yaymak için uğraşmıyor. Devletten yardım gelince, lütuf kabul ediyor insanlar. O yüzden bir pozitif kısır döngü halinde, sürekli artıyor bu. Daha fazla rant toplanıyor devletin elinde, siyaset kurumu aracılığıyla da ulufe dağıtılıyor. Bu yüzden kurulan sistem asla düzelmiyor, hep daha kötüye gidiyor. Fakir bırakılan, sadakaya alıştırılan topluma, bir de şükür empoze ediliyor. "Ben" diyen de, kolektifçi bu güruha dövdürülüyor. Hayal kuran baskılanıyor. Eski köye yeni adet getirilmiyor, siyaset bununla besleniyor, nihayet fakir, fakirliğe hapsedilmiş, bununla gurur duyması öğütlenmiş, ihtiyaçlarının ne olduğunun başkaları tarafından belirlenmesini kanıksamış kitle, gerçek gündemlere aldırış etmiyor. Komik olan da şu: Kızlarını çalıştırma diyenin kızı yönetici. Aman Erasmus'a gitmesinler fahişe olurlar diyenin çocuğu yurtdışında okuyor. Tevazu iyidir, kanaat iyidir diyenler altın varaklı makamlarda oturuyorlar. 

Hayır, bu çarkın kırılması için, hassasiyetlere uymayacağız. "Siyasi" gerekçelere kanmayacağız. Canımız ne istiyorsa onu söyleyeceğiz. Onu isteyeceğiz. Bizim ihtiyaç bellediğimize lüks muamelesi yapan düşmanımızdır, bileceğiz. Ölse üzülmeyeceğiz. Ölsün diyeceğiz. Binlerce yıllık evrimin nihayet yaratabildiği bu girift hayatın zevklerini, renklerini isteyeceğiz. Onlardan payımızı alacağız. Savaşımızı da, o payımıza sahip çıkmak için vereceğiz. O paya kastedenle savaşacağız. Şunu bileceğiz mesela: Türkiye, bağımsız bir devletse, bu serhatte can veren arslanlar sayesindedir. Bağımsız devlet olduğu için de, uluslararası anlaşmalara imza atar. O zaman o imzalardan kaynaklanan bütün avantajları kullanacağız. Erasmus'a en çok biz gideceğiz anasını satayım, örgütçüler gidip propaganda yapmayacak. Yurtdışı burslardan en çok biz faydalanacağız. Bir kamu bankası lüzumsuz kredi veriyorsa bu yeri yerinden oynatacak. Sen kimsin diyeceğiz, evet, sen kimsin? Başkan, vekil, bakan kimmiş diyeceğiz. Biz Türkmeniz, buna kavga derler bey ne paşa ne diyeceğiz. Çalışan kazanacak, üreten saygı görecek, makam mevki değil; isimleri konuşacağız sıfatları değil!

Şükretmeyeceğiz!

Oku, şayet sana bir hisli yürek lazımsa;
Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. 

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

Yorumlara dahil kullanıcılar

  • Çok zor değil dedikleriniz kesinlikle... 1-1.5 haftadır Amerika'dayım ve geçirdiğim şokları sadece anlatabilirim. Yaşamadan bilmiyormuşuz gerçekten. Kazandığımız parayla bırak başka ülkeyi, etkinliği(sinema, dışarıda yemek vs), ayı geçirebiliyorsak sevinebiliyoruz. Bizi bu duruma getirdiler.

    Umarım bu durum sona erer. Benimle aynı saatte çalışan veya daha az çalışan buradaki insanların (İŞ TANIMI ÖNEMSİZ, HERHANGİ BİR İŞİ YAPAN KİŞİ) benden daha rahat ve stressiz hayat yaşamaları kanıma dokunuyor.

    O yüzden Alman Festivaline 80 yaşındaki dede ve nineler stressiz yaşamları sayesinde elinde birayla vs. rahatlıkla 36 derece sıcaklıkta gezebiliyor... Uzatmayayım, yazılarınız için teşekkür ederim. Emeğinize sağlık!