Şu sıralar çok sıradan bir meselem var: sıkıldım. Sıkıldığım zamanlar aslında en yaratıcı olduğum zamanlardır; sıkıldığımda siber zorbalığa maruz kalmama neden olacak tweetler atar, dernek kurar, dergi çıkarır, kampanya yapar, yazı yazar yahut proje geliştiririm. Fakat işlerim başımdan aşkın, sıkıntım meşgalesizlikten kaynaklanmıyor, yıllar önce yazdığım şeyleri gündem, bağlam ve diğer nedenlerden ötürü tekrara zorlandığımı görüyorum. Bu beni yoruyor, sıkıyor. Elbette kimse benden fikir beyan etmemi beklemiyor, ama ben fikir beyan etme işine ciddiyetle bakıyorum. Tekrar, yeni ufuklara yelken açmamı engelliyor, kendimi geliştirmemi, fikrimi, söylemimi derinleştirmemi engelliyor.
Bu yüzden bir süre beni hiç sıkmayacak şeylerden bahsetmek istiyorum: kendimden. Kendinden hiç bahsetmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür diyor Nietzsche. Bense kendimden bahsetmeyi çok seviyorum, başı ve sonu hiçlikten ibaret şu kısa misafirlikte önemsiz ve yüzeysel varlığımızın altını biraz daha koyu -ama nihayetinde kurşun- bir kalemle çizmenin tek yolu bu zira. Kendimden bahsetmenin en güzel yolu da şiirlerimden bahis açmak, zira insanlar beni "geleceği parlak bir Türk milliyetçisi", "genç bir milliyetçi aydın", "şerefsiz ajan", "mehdi", "gençlerin dinini bozmaya çalışan bir gavur", "fetöcü", "entel piç" diye meşrep ve mezheplerine göre nitelerken şiirlerimi pek umursamıyorlar. Bu normal de; bundan şikayet etmeye hakkım yok, ancak benim için bana dair en güzel ve en önemli şeylerin başında şiirlerim gelir. Şiirlerin hedefsizliği bunda etkili olabilir; sırf güzel olsun ve benim zevkimce olsun diye bir eser inşa etmek. İnsanların çok azı benimle aynı estetik bakışı ve zevki paylaşıyor, bunların çok daha azı beni tanıyor ve beni tanıyanların çok küçük bir kısmı şiirlerime dokuduğum göndermeleri, anlamları keşfetmek için çaba gösteriyor. Olsun; herhalde yaparken en çok zevk aldığım şey, şiirlerimi "açıklamak"tır. İlgi gösteren birine hikayesini, göndermeleri, saklı anlamları, mecazları, kullanılan kelimelerin anlamlarını saatlerce açıklayabilirim.
Oralarda bir yerde, belki bu "Hasbıhal" yazılarını okuyunca şiirime ilgi duyacak birkaç kişi ile tanışırız diye umuyorum. O yüzden bir dizi Hasbıhal yazısı yazacağım, her birinde ana tema benim şiirlerimden biri olacak, o şiiri anlatırken edebiyata, felsefeye, fikre ve insana dair birçok meseleye de değineceğim. Karşınızda duran eşarımın hüviyetine dair bir çift laf hoşunuza gidecekse, okumaya devam ediniz.
Hasbıhale mevzu olsun diye seçtiğim ilk şiir, "Tanrıkıran". 2018 Ekim ayında yayımlandı. Önce tam metni buraya koyayım:
Tanrıkıran
-Lenore ilhamıyla-
"Peccavimus!"
Bedbaht adam, elinde altın kasesi kırık
Uçup gitmiş mey-i nab dudağında bir ıslık
Herkesin unuttuğu bir ağıdı üflüyor
Dudakları ölümün bürudetiyle mosmor
Dikilmiş ölülerin en güzeli önünde
İştiyak ürperirken göklerdeki düğünde
Musallayı okşayan elleri Sahra Çölü
Yatan mı? Dikilen mi? Hangisi daha ölü?
Bir gelin uğurluyor cennete cehennemden
Ruhunu çırılçıplak soyup gamdan, elemden
O, baharı gittiği diyara götürecek
Kalan layemut kışa ram olup iz sürecek
Tekinsiz silüetin ardı sıra yıllarca
Yol bitince yeni yol: Her menzilde bir irca...
"Günahkarız, hepimiz, bu lanet nekrofili
Biziz, biziz, sen ve ben: Bu genç kızın katili
Gülü yolup severiz, taze yemişi daldan
Koparmaktır kavlimiz, yazılan ilk masaldan
Beri şerik ararız kadim günahımıza
Ancak ölüm lezizdir arsız iştahımıza!
İşte bin yıl saklayıp bağrında tabiatın
Sürdüğü en nadide filizi tüm nebatın
Kırılgan köklerinden hayvan gibi kopardık!
Haydi, kesin matemi, geviş getirin artık!"
Göğe kalktı çenesi titreyen cinnetiyle
"Yerde nasılsa" dedi, "Mutlaka gökte öyle"*
"Demek Allah da ölür, öldüyse sevdiceğim
Yıldızlar solsun madem, soldu benim çiçeğim"
Döndü, taziyeciler kaçırdı gözlerini
Baş önde dinlediler mecnunun sözlerini
"Şeytan haklıydı" dedi, "Kıskandı bizi Tanrı
El erişmez uzağa koydu ki yıldızları
Görüp anlamayalım. Sezip, bilemeyelim
Bir yıldız çaldı benim göğümden bugün, elim
Cehennemden daha boş kaldı iki yanımda
Fakat yeni bir gayız fokurduyor kanımda
Karanlığı seçtim ben. Işık bizi aldatır!
O ipeksi hayali kaç sene saklar hatır?
Göz yumunca düşümde, göz açınca aynada
Kulağımda ipince, uzaktan gelen seda
Bir hayalin peşinde deliremem ben, hayır
Gerçek neyse peşine düşeceğim, dağ bayır
Aşacağım, haydudun inine gireceğim
Yıldız çalan hırsızın izini süreceğim!"
***
Tuhaf sonsuzlukların en tekinsiz rüzgarı
Eserken, beyabanda ölü uzanan Tanrı
Ürperdi son bir defa, sonra kıpırdamadı.
Pul pul döküldü gökten meleklerin kanadı
Varoluş sona erdi, koptu kızıl kıyamet
Dikildi baş ucunda ve haykırdı "Nihayet!
Mekreden ve muntakim yenildi mahlukuna
Tat sen de öz zehrini! Yollan sonsuz uykuna!"
Kaybederken gökyüzü yere doğru irtifa
Işığın ölümünden önce ekvan son defa
Gözleri ilişince bir havf ile yukarı
Cılız fakat hünerli, örümcek parmakları
Levh-i mahfuza son bir satır eklerken gördü:
"Allah'ın kaderini işte bu eller ördü!"
______________
*Quod superius sicut inferius.
Evvela, bütün şiirlerimde ya bir alıntı, ya bir ithaf vardır. Palimpsesti seviyorum, bir başka şairin imgelerini kullanmayı, onu yepyeni bir metinde, çoğu zaman farklı bir bağlam ya da işlevle yeniden üretmeyi zevk edindim. Bu bir yandan şairlerin yarışması gibi bir şey; gül mazmununu bütün şairlerin kullanması ama farklı kullanması gibi. Biri "ben yarime gül demem gülün ömrü az olur" der, diğeri "ben sana gülüm derim gülün ömrü uzamaya başlar". Tabii en yeteneklisi, "gülüm şöyle gülüm böyle demektir yare mutadım / Seni ey gül sever canım ki canana hitabımsın" diyerek çok önceden zirveye çıkmıştır. Fakat mazmunları sürekli ve başka kullanmanın ötesinde, şairin dizelerini yahut imgelerini yeni bir metinde doğrudan kullanmayı da seviyorum. Şiirdeki "kanda fokurdayan gayız" Atsız'dan önemsiz de olsa bir alıntı değil de nedir, mesela?
Böyle bakınca, Edgar Allan Poe şiirine hakim okuyucu fark etmiştir ki, bu şiir bir bakıma Poe'nun Lenore şiirinin palimpsestidir. İngilizce bilmeyenler için çalakalem yaptığım bir çeviriyi buraya koyayım:
-Ah, kırıldı altın kase - ruh ebediyyen uçtu
Çalsın şimdi çan! Muazzez bir ruh Stygian ırmağında yüzüyor; (Styx nehri, ölüler ırmağı)
Ve sen, Guy de Vere, nasıl ağlamazsın? Ya şimdi ağla ya da hiç!
Bak! Şu kasvetli ve kaskatı musallada uzanmış yatıyor sevgilin, Lenore
Hadi! Defin ayini okunsun, cenaze şarkısı söylensin!
Genç ölenlerin en asiline bir ilahi
Genç yaşında iki defa ölene bir mersiye
-Alçak herifler! Onu serveti için sevip, gururundan nefret ettiniz
Ve ne zaman bozuldu sağlığı, takdis ettiniz öldü diye
Öyleyse, nasıl okunsun ayin? Nasıl edilsin dua?
Sizin; kıskanç gözleriniz, sizin; müfteri diliniz
Yüzünden ölmüş masum ölüye, genç yaşında ölene?
-Hepimiz günahkarız; (Peccavimus, buna geleceğiz) ama ağzına geleni söyleme böyle. Bırak bir ilahi
Öylesine vakur ağsın tanrıya, ölüler utansın!
Munis Lenore çok önce, Ümit'le el ele uçtu
O sevimli çocuk, eşin olması gerekirken bir çılgınlığa terk etti seni
Latif ve güleç o kız, şimdi uzanmış yatan
Sarı saçlarında hala titreşiyor yaşam, gözlerinde değilse de
Hala hayat var saçlarında, gözlerinde ölüm varsa da
-Defol! bu gece kalbim hafif. Mersiye okumayacağım
Ama o uçarken melekler onu eski günlerden bir zafer şarkısıyla taşıyacak
Hiçbir çan çalmasın! Ki duymasın munis ruhu, kutsal neşesine gark olmuşken
Bir notasını bile, lanetli dünyadan yükselirken.
Aşağıdaki şeytanlardan, yukarıdaki dostlara; öfkeli ruh ayrıldı
Semada yüce bir mertebeye, cehennemden
Gamdan ve iniltiden, altın bir tahta, cennetin kralının yanına.
Poe şiirinde genç ve güzel kızların trajedisine sıkça rastlarız. Lenore şiiri de trajik bir şekilde genç yaşında ölmüş, ve genç yaşında ölmekle iki kere ölmüş bir kızın musallasının başında, nişanlısı Guy de Vere ile, muhtemelen bir din adamının diyalogundan ibarettir. Şiirde Latince bir sözcük geçer, "Peccavimus". "Günahkarız" anlamına geliyor, fakat diyalogun diğer tarafının papaz olduğuna hükmetmemin sebeplerinden biridir. Karakter sürekli ağıttan, cenaze ritüellerinden bahsediyor. Guy de Vere sertçe karşı çıkınca da, söze Latince Peccavimus diyerek giriyor. Dini metinler başka dilde ya da aynı dilin arkaik formlarında kullanılınca daha etkili olurlar, büyüsel bir nitelik kazanırlar. Bizim hoca tayfası da bu yüzden sözün arasına hadislerin Arapçasını karıştırmayı severler. Tahmini papazımız, bu yüzden söze Peccavimus diyerek giriyor. Ki bu ifade, doğrudan İncil'de Judas'ın (Yehuda, İsa'ya ihanet eden havari) Yahudi rahiplere gidip "Günah işledim... bir masumun kanına girdim!" ifadesine gönderme yapar ki, Judas Latince çeviride "peccavi" demiştir, çoğulu "peccavimus".
Tanrıkıran şiiri bu "günahkarız" ifadesinin etrafında dönüyor. Elinde kırık bir altın kase ile sevgilisinin cesedi başında dikilen bedbaht adam imgesi direkt olarak alıntı. "The spirit flown forever" ifadesi de "uçup gitmiş mey-i nab" şeklinde şiire girmiş. Çok önceleri bu şiiri çalakalem değil, edebi bir şekilde Türkçeye tercüme edeyim demiştim. Spirit sözcüğüne hem anlamı karşılayan, hem de edebi bir karşılık bulmak için kıvranıp dururken, ekşi sözlük'te "mey-i nab" ifadesine denk geldim, süzme şarap, damıtılmış şarap anlamında. Esans, ispirto ve ruh sözcüklerini aynı anda karşılayan spirit için güzel bir Türkçe karşılıktı. Bu yüzden o ifadeyi kullandım.
İlk bent, bir kaybın tetiklediği ilk sorgulamaları tasvir ediyor. Giden baharı alıp bilinmez bir diyara götürürken, kalan ebedi bir kışa mahkum oluyor. Bu, kalanı sonsuz bir döngüye sokacaktır, hem baharı bulmaya çalışacak, ancak bahar bir başka evrene gittiği için arayışı beyhude olacaktır. Kahramanımız bunu fark eder ve çok daha büyük bir aydınlanmaya, bir epifaniye doğru yol alır.
İkinci bentte şiir Poe'nun çerçevesinden ayrılmaya başlar. Günahkarız diyen, bu defa kahramanımızın kendisidir. İnsanlığın hep birlikte suç ortağı olduğu büyük günahı anlatmaya başlar. Bu günah öldürmektir: Meyveyi daldan koparır, öldürürüz, ancak böyle zevk alabiliriz. Yazılan ilk masaldan beri bu günaha ortaklar da ararız: Yılan Havva'yı baştan çıkarır, Havva Adem'i. Nihayet, bütün tabiatın olanca kudreti ve emeğiyle yarattığı en nadide çiçeği (Burada "benim tabiattan bir tek muradım / Götüreyim nazlı yare bir çiçek" diyen Reyhani'ye selam var.) insanlık el ele verip öldürmüştür; adamın sevgilisini.
Fakat ilk bentle birleştirince, ikinci bendin asıl anlamı ortaya çıkıyor: İnsanoğlunun günahı, idealleştirmesidir. Kızı yaşarken sevmeyiz, ama onu öldüğünde, gerçekliğinden soyutlayarak bir ideale dönüştürür ve o zaman güzelliğin simgesi kılar, severiz. Geviş getirdiğimizi unuturuz, yemeklerin esasen karbon temelli bileşikler olduğu gerçeğiyle yüzleşmez, "lezzet"e odaklanırız. Bu yüzden kendimizi kandırır dururuz, tekinsiz bir silüetin peşinden yıllarca koşarız da, onu silüet haline getirmeyen, saf, samimi, hatta çocuksu bir gerçekçiliği hiç denemeyiz.
Üçüncü bent tam olarak bu fikrin açılmasıdır. Kahraman yukarı bakar, "yukarda nasılsa yerde öyle" (quod superius, sicut inferius) vecizesini hatırlar. Bu, karşılaştırmalı mitoloji kitabımda da değindiğim, ezoterik bir şiar. Zümrüt tablette yazdığı iddia edilir. Buna göre rütbece yüksek olan nasılsa, alçak olan da öyledir. Mitolojik yorumda bu, bir toplumun yaşantısının aksinin, gökyüzünde "tanrılar" arasındaki ilişkide görülebileceğine yorulur. Anaerkillikten ataerkilliğe geçen bir toplum, sözgelimi, mitolojisine erkek tanrıların dişi tanrıları kovduğu bir hikaye ekler. Bunun gibi, kahramanımız nasıl yeryüzünde idealleştirmeyle, soyutlamayla maddi gerçeklikten bağını kopardığımız "şeyler"e inanıyorsak, gökyüzünde de aynının geçerli olduğunu düşünür. Yani tanrı, en büyük idealleştirme, en büyük soyutlamadır. Kendisi yeryüzünde ölen sevgilisini idealleştirip ömrünü onu beyhude yere olduğunu bile bile aramaya vakfetmeyi reddedebildiyse, yani aldatılmayı, illüzyonu elinin tersiyle bir kenara ittiyse, tanrı için de bunu yapabilir. Bunu da sevgilisini öldürdüğü için tanrıya kızan ve onu öldürmeyi kafaya koyan bir adamla hikayeleştirmeyi seçtim. Tanrı, bilinmezliği, bilinmediği için tahminle, mistik anlamlar yüklediğimiz inançları, kahraman da, karanlık olsa da, teselli edici olmaktan çok uzak olsa da çirkin hakikati ve bilmeyi tercih eden insanı temsil ediyor, şeytanı da bu yüzden haklı görüyor. (Bu da Milton'un "Do they only stand..." diye başlayan, şeytanı konuşturduğu pasajına gönderme. Çalakalem çevirisini nesir olarak koyayım: "Ve öylece dikiliyorlar mı, cehaletleri içinde? Bu mu onların mesut halleri, itaatlerinin ve inançlarının delili? Ah, latif temellerin atıldığı yerde harabe olacaklar! Böyle harekete geçireceğim zihinlerini bilmek için daha fazla arzuyla, ve reddetsinler diye onları aşağıda tutmak için tasarlanmış kıskanç emirleri, ki bilgelik onları tanrılarla eşit kılardı.") Kahramanımız "aşağıda kalmama"yı kafasına koyuyor, ve yukarıya, tanrıyı öldürmek için çıkıyor.
Dördüncü bent, tanrının ölümünün hemen sonrasını tasvir ediyor. Girişte, Lovecraft'a bir gönderme var: That is not dead which can eternal lie / And with strange aeons even death may die. Yani "sonsuza dek yatabilen ölü değildir / Ve tuhaf sonsuzluklarda ölüm bile ölebilir". Tuhaf sonsuzluklarda tekinsiz bir rüzgar esiyor, tanrı Nietzsche'nin kehanetine uygun bir şekilde ölüyor. Göklerden meleklerin kanatları pul pul dökülmeye başlıyor. Benim şiirimde tanrının ölümü sıkça tekrar edilen bir motif. Bu da Ramiz Rövşen'in bir şiirinin çok etkisinde kaldığımdandır. Yaşayan en büyük Türk şairi gördüğüm Ramiz Rövşen, "Sen göyde men yerde / Düşürük heyden / Sen göyde, men yerde / Tek kalmışık, tek / Son şair boğulup ölende / Göyden / Ölü Allah düşecek" diyor. Allah'ın gökten düşmesi, ölüp uzanması bu yüzden şiirlerimde sıkça tekrar eder, "Evladı çarmıhta, göklerden Allah / Balkıyıp devrildi bozuldu sükûn" dizelerinde, yahut "Göğe bakıyorum gökten ölü Allah düşüyor" dizesinde, yahut "Bir rabbin cesedi titrer, ürperir" dizesinde... Mekreden ve muntakim, yani tuzak kuran ve intikam alan diye anılan tanrı, yarattığında aynı sıfatlar olduğu için, nihayet bizzat elinin eseri tarafından yok edilmiştir. Bu, esasında "ideallerimizin bizi öldürmesi"ni de anlatıyor, hakikatinden koparıp idealize ettiğimiz her şey, önceki bentlerde kusurlu addedilmişti, gözbağı, aldatıcı olarak sunulmuştu. Tanrının ahsen-i takvim ile idealize ettiği yaratısı da, insanın ideallerinin insanı aslında ölü kılması gibi (Yatan mı? Dikilen mi? Hangisi daha ölü?) halıkını öldürüyor.
Ve nihayet bütün varoluş sonlanıyor. Olmuş ve olacak her şeyin kaydedildiği levh-i mahfuza, son dize bir insan eliyle kazınıyor: Allah'ın kaderini işte bu eller ördü. Bütün tasavvurların, ideallerin, inançların kişiselliğine, subjektifliğine bir işaret. Bunun farkına varan insanın, zihninin efendisi olmasını, her şeyin anlamsızlığını ve buna rağmen her şeye anlam atfetmenin güzelliğini görmesini anlatıyor.
Bu Tanrıkıran şiirinin, bir de kardeş şiiri var. Şubat 2018'de yazılmıştı. Yine Lenore şiirinden mülhemdi, fakat yatan kızın tasviriydi:
Castrum Doloris
Kımıl kımıl taze ölüm gölgesi
Dolanıyor odada son nefesi
Her köşede birer şeytan pusuyor
Bir soğuk parıltı kirpiklerinden
Süzülüyor buzul mavi, derinden
Sönmüş dudakları mermer kusuyor
Keşişlerin dillerinde terennüm
İnliyor uzaktan uğursuz kudüm
Gözü açık gitmiş Meryem, susuyor.
Castrum doloris, Latince "keder kalesi", "keder hisarı" demek. Musallaya yatırılmış ölünün etrafındaki süslemeler, dekorlar ve eşyalara, ayrıca musallanın kendisine diyor. Şairin taht misali musalla taşı dediğine, Latinler de saray benzetmesi yapmışlar. O musallaya uzanmış bir Meryem anlatılıyor: Meryem'in susması önemli. Meryem, insanları doğru söylediğine inandırmak için, susma orucu tutmuştu. İnanışa göre, bebek İsa onun yerine konuşmuştu.
Böyleyken böyle. Bir sonraki şiirde buluşmak üzere.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar