Hasbıhal yazılarım bütünüyle bana ve şiirlerime dair olacaktı. Öyle de gidiyordu ama sonra bozmuşum. Bir baktım, malumatfuruşluğa dönmüş iş. Burada bir irtica şart oldu efendim.
Geçenlerde İskender Öksüz bir laf etti, çok mantıklı geldi. Diyor ki, "Sen aslında iyi şairsin, ama herkes seni kafasında kavgacı mendebur din düşmanı kapitalist olarak konumlandırdığı için kimse şair yönüne odaklanmıyor. Konumlandırma sorunu bu. Başka bir marka yaratmakla çözülebilir. Müstear isimle yayımlasana şiirlerini?" Bir iletişimci olarak tespitin doğru olduğunu söyleyebilirim, şiirlerim güzel midir, bilmiyorum, ama emek ürünü ve tekniğine, içeriğine bolca mesai harcanmış, ciddiye alınmış, bir poetika dahilinde örülmüş ürünler olduğunu söyleyebilirim. Simam ve yarattığım intiba, evet, şair olabilecek bir tip değil, bu yüzden kimse benim şair olduğumu görmüyor, kitabımı görse de görmüyor, şiirlerime dizilerde atıf yapılsa da, birkaç şiirim sağda solda "pelesenk" nevinden yaygınlaşsa da. (İstanbul'da yaşarken yaptığım iş İngilizce idi, tipime bakan İngilizce bildiğime de inanmıyordu.) Belki de hakikaten şiirlerimi müstear isimle yayınlamalıyım.
Her ne ise, geçen gün bir şiir yazdım. Şiir bir meçhul şaire atıfla başlıyordu, sosyal medyada insanlara bu şairin kim olduğunu tahmin edene hediye vaat ettim. Ümidi kesmiştim ki, Mert Çetin Bey tam isabetle tutturdu. Böyle şeyler beni bir çocuk gibi sevindiriyor. Belki William Blake'in şahsi mitolojisi kadar derinlikli ve ince işçilikli değil ama benim şiirlerimde belli örüntüler var, bir evren var. Bu evrenin sırlarını kurcalamaya çalışan tek bir insan dahi görsem, tarifin ötesinde mutlu oluyorum. Mesela yıllar önce bir arkadaş, 42 motifini tespit etmişti. "Cantiga 42, Psalm 42... Her şeyin 42.sini alıntılıyorsun, Otostopçu'nun Galaksi Rehberi'ne gönderme midir?" diye sormuştu. Yaşadığım hazzı, tamam olmak hissini, amaca ulaşmak hissini tarif edemem. Evet, şiirlerim kapalı anlamlıdır, ancak keşke insanlar çözmek isteseler de benden yardım isteseler, alakasız değil ama Poe'nun dediği gibi ancak dikkatli, bana özel olarak da benim ilgi alanlarıma dair bilgili insanların tespit edebileceği gizli anlamları, göndermeleri açıklasam. Ben bir şiirde bunları tespit edince seviniyorum, zevk alıyorum, benim okurum da zevk alacaktır diye ümit ediyorum. Unutulup gitmiş vakalara (mesela şu sıralar Gwyneth Ericka Morgan'ın ölümüne) kafayı takıyorum, es geçilen ayrıntılar benim ilgimi çekiyor, pek itibar edilmeyen eserler bana ilham veriyor ve ben şiirlerimi bunlarla örüyorum. İnsanoğlunun geçmişinde, en az bildiklerimiz ve alıştıklarımız kadar çarpıcı, zevkli, güzel başka "malzeme"lerin de olduğunu ve bunların keşfettikçe tükenmeyeceğini, tam olarak da bu yüzden insan olmanın muhteşem olduğunu göstermek istiyorum. Hangimiz, harabeler arasında dolanırken, mesela Antik kentlerde, vaktiyle oradan geçmiş insanları ve onların dünyasını düşünmedik, hayal etmedik ki?
Bu hasbıhal yazısına konu edeceğim iki şiirin ortak bir özelliği var: Kafirlerin ilham verdiği şiirler. Evvelden de söylemiştim, şiirlerimde hıristiyan motifleri çoktur. Fakat islami motifler de ilham veriyor. Sık sık ayet alıntılar ya da ayetlere gönderme yaparım, mesela "Açıp genişletmedin mi sadrımı sen de benim" dizesi, yahut "Üsküp'te bir öksüz Fatiha gibi."
Ama ne yalan söyleyeyim, felsefi yahut ahlaki tartışmasına hiç girmeden, salt ilham vericilik zaviyesinden baktığımda, bana islami literatür ve metinlerdeki "kafir"ler daha "karizmatik" geliyor. Kuran'daki Tanrı'yla kaç müslüman muhatap olmuştur? Tanrı, kaç müslümanın adını anmıştır? Lanetlemek için dahi olsa, Ebu Leheb'in adını anan bir Tanrı var. Bir nevi tanrılaşan Ebu Leheb. Ebu Leheb takıntım biraz bundandır. İlk şiiri şimdi paylaşayım öyleyse, vaktiyle, 2014'te şiiri yayınaldığımda yalnızca bir kişi fark etmiş, islamcı olduğunu düşündüğüm bu zat "Adam Ebu Cehil'e şiir yazmış!" diye hayret ve tiksinti belirtmekten öteye gitmemişti. Fakat, Ebu Cehil'in hikayesi muhteşem değil midir, iyinin ve kötünün ötesinde? Önce şiiri okuyalım, sonra anlatayım:
Öteki Ömer
"Pek sarp yere çıkmışsın ey koyun çobanı! Hılfü'l-Fudül veya Mutayyibin'den bir adam tarafından öldürülmeyi ne kadar arzu ederdim..."
Eller var; tanrıyla bilek güreşindedir
Eller var; abdestli, munis, eller var hakir
Kimi tir û tirkeş kavrar, kimi sabanı
Ve bir el var lanetlenir günde beş vakit
Kurumadı, günahlarım ve küfrüm şahit
Zincire vuracak yine âl-i abânı
Alevlerin babasına değmez hutame
Ümmî sözü tesir etmez ebu'l hakeme
Gözbağların kaplasa da dağı yabanı:
Cesaret edemediğim cinayetlerden
Bir haber getirdim sana geldiğin yerden
Pek sarp yere çıkmışsın ey koyun çobanı!
Kimdir bu "öteki Ömer"? Peygamber, dua ediyor: "İki Ömer'den biriyle İslam'ı güçlendir." İslam'ı güçlendirmek, malum Ömer'e, Amr bin Hattab'a nasip oluyor. Diğer Ömer, Amr bin Hişam ise, yaşarken lakabı "Ebu'l Hakem" yani "Bilgeliğin babası" olduğu halde, Ebu Cehil diye anılıp lanetleniyor müslümanlar tarafından. Öteki Ömer'in hikayesi daha vurucu, benzeri Ebu Leheb gibi, adı anılmasa da ona dair ayetler de iniyor. Ebu Leheb, yani "alevlerin babası" ile iki ilham verici kafir! Şiir, Amr bin Hişam'ın son sözlerinin alıntılanmasıyla başlıyor. Buradaki Hılfü'l Fudül, faziletliler ittifakı/sözleşmesi gibi bir anlamda, vaktiyle Mekke'de kurulan bir cemiyet. Peygamber de bu cemiyetin üyesi, rivayete göre şöyle demiş: "Ben Abdullah ibnu Ced'an'ın evinde yapılan bir antlaşmada hazır bulundum. Böyle bir toplantıda hazır bulunmam benim için kırmızı develere sahip olmamdan daha sevimlidir. İslam'da da böyle bir antlaşmaya davet edilsem yine icabet ederim." Amr bin Hişam, yaralı yattığı yere kendisini öldürmeye gelen müslüman koyun çobanına böyle sesleniyor: Çıkıp çıkabileceğin en sarp yükseklik, benim göğüs kafesimin üzeridir. Ölürken bile alttan almayan, hırslı ve cevval bir ruh! Tanrı gibi, bütün kaderleri ve geleceği kudret elinde bulunduran bir varlığa inanan müslümanların kaçı, imanları yolunda Ebu Cehil kadar kesin ve keskindir? Evet, şiir onun ağzından konuşuyor, alevlerin babasına, yani Ebu Leheb'e Hutame cehennemi bir şey yapmaz ve ümmi peygamberin sözleri, bilgeliğin babasına tesir etmez. Tanrıyla bilek güreşi yapan eller kimin? Kupkuru kalsa da, kimin?
Bu sahne müthiş. Kim ne derse desin müthiş. İlham dolu, etkileyici, "karizmatik". Eğer sofuların hassasiyetlerini umursasaydım, bu dizeleri kaleme alamazdım. Sahnedeki müthişliği idrak eden okuyucu içinse, dizelerim estetik açıdan güzel olmasa bile, o sahneyi akla düşürmekle en azından güzeldir. Ben yazarken zevk aldım, kimi okuyucu da alacaktır, sofularaysa sözümüz evvelden belli: "Zahid-i bihod ne bilsin zevkini aşk ehlinin?"
Diğer şiir, girişte bahsettiğim şiir. Ebu Afak'a yazıldı. Ebu Afak, bir yahudi şairdir. İlk dönem islam karakterlerine dair araştırmalar yaparken, İslam Ansiklopedisi'nde Ebu Afak maddesine bakayım dedim. Böyle bir madde yoktu ve koca ansiklopedide, Ebu Afek ifadesi yalnızca bir kere, üstünkörü geçiyordu. (Mezkur ansiklopedi, bu arada, Arap maddesine "tarihin gördüğü en büyük milletlerden biri" diye başlık altı açıklaması koyarken, Türk maddesine koymamış.) Bu ağırıma gitti. Ebu Afak'ın ölümünü düşününce ağırıma gitti.
Nasıl öldü? 100 yaşını geçmiş bir şair, Ebu Afak, bir şiir yazıyor. Şiirde mealen diyor ki, "Ey kavmim, boyun eğecek olsaydınız Yemen Krallarına boyun eğerdiniz. Onlara boyun eğmeyen sizler, şimdi, size haddiymiş gibi gelip bu yasak, bu helal diyen adama mı eğileceksiniz?" Bunun üzerine bir sahabe, gece yarısı ihtiyar şairin evine sızıp hançerlemek suretiyle öldürüyor. Şimdi şiiri paylaşabilirim:
Tempus Fugit
-Kadim çağlarda uykusunda ölen, o çağların tafsilatlı bir çetelesini tutan ciltler dolusu bir eserde adının anılmadığını gördüğüm bir şairin anısına-
Bir avuç çamur al kabristanımdan
Üfle, bir teselli lazımsa sana
Olur ya, tekerrür ederse zaman
Bir mucize olur gelirim cana
Gözlerinde bir tül, yalancı mazi
Dürer bir tomarda gerçeği saklar
Zamanın katibi unutur bizi
En sonunda kendisini bıçaklar
Bir ihtiyar şair uykuda ölür
Değişir izzeti ve dünyasını
Geceleyin bir entrika örülür
Himyer kralları tutar yasını
Sustuğu bir anda hemen herkesin,
Emre ve yasağa bir intifada!
Kavmine seslenen o yiğit sesin
Son sedası nabız kulaklarımda:
Hayat bir tağşiştir, ölüm avarız
İster inan ister kendini kandır
Yaşar ölür yaşar ölür yaşarız
Bizi helak eden ancak zamandır
Himyer Kralları, yani bugünkü Yemen'in kadim hükümdarları, gittikleri ademde Ebu Afak'ın yasını tutarlar mı bilinmez, ancak Ebu Afak, evet, cılız, buruşmuş elleri ve görmeyen gözleriyle İslam'a karşı bir intifadaya girişiyor. Son iki dize, Casiye suresine gönderme, münkirler derlermiş ki, "Ölürüz ve yaşarız. Bizi helak eden ancak zamandır." Ebu Afak, bu sözü söyleyenlerden biri miydi? Bilmiyorum. Ancak hakkındaki kısıtlı (ve erişime kolay kaynaklardaki eksiklik nedeniyle kısıtlı kalmaya mahkum) bilgimle, bu sözü söyleyebileceklerden biri olduğuna karar verdim. 100 yaşında kendini öldürtecek sözler söylemeye cüret eden bir adam, müthiş değil de nedir?
Müthiş, bu arada, dehşetle aynı köktendir. İngilizce'de "awe" kökünden türeyen "awful"un bugünlerde "korkunç, kötü, berbat" anlamlarına gelirken, evvelden "awe" yani "hayranlık" uyandıran, çok güzel anlamına gelmesi ("Abashed the devil stood and felt how awful goodness is!") gibi, dehşetle müthiş arasında böyle bir bağ var. Korku uyandıran saygı uyandırır, hatta korku ve hayranlığı ifade eden kelimeler başka dillerde de akrabadır. Belki de "müthiş" ifademe takılacak olanlar, bu yüzden korkuyorlardır, ne dersiniz?
Ateşime odun atmaya geleceklere, bana ilham veren bir başka kafir, Jan Hus'un sözleriyle, "O, sancta simplicitas!" diyerek cevap verebilme vakarı nasip olsun. O gün gelene dek, vadilerde şaşkın şaşkın dolanmaya devam!
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar