Bir süredir aklımda bir küçük proje vardı, deyim yerindeyse Türkiye'yi bir birey gibi kabul edip, psikiyatrlara "değerlendirin ve bir teşhis koyun lütfen" demek. Tohumlarını, kıymetli hocam Zekeriya Kökrek ile yaptığımız sohbetlerde kendisine sorduğum sorularda attım. Sonra kafamdakini biraz değiştirdim; analiz edip teşhis koyun demek çok iddialı olacaktı, "bir psikiyatr gözüyle..." başlığının yeterli olacağına kanaat getirdim. Yine de başlık, belki terminoloji kullanımı açısından biraz hatalı olsa da, "X ile Türkiye'nin Psikanalizi" olacak ve gelecek söyleşide umuyorum ki Zekeriya Kökrek'i konuk edeceğim.
Bu kapsamda, ilk olarak İlker Küçükparlak ile bir söyleşi yapmak istedim ve kendisi bunu kırmayarak kabul etti. Fakat bu söyleşinin başka bir boyutu da var: İlker Bey uzmanlık alanının yanında, sosyal medyada bilimsel düşüncenin yayılması adına güzel işler yaptığına şahit ve minnettar olduğum bir insan. James Randi ile yaptığım söyleşide olduğu gibi, bu söyleşinin bir "bilimsel düşünce militanlığı" davası da var. Sözü fazla uzatmadan soru ve cevaplara geçeyim.
İlker Küçükparlak ile Türkiye'nin Psikanalizi
MBD: İlker Küçükparlak kimdir, hikâyenizi kısaca anlatır mısınız?
İlker Küçükparlak: En zoru bu soru oldu sanırım. Tıp doktoru ve psikiyatristim. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde lisans eğitiminin ardından 2 yıl bir dağ köyünde pratisyen hekimlik yaptım. Ardından Siirt Eruh’ta yedek subay olarak askerlik yaptım. Sonrasında Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde psikiyatri ihtisasını tamamladım. Mecburi hizmeti Bolu İzzet Baysal Ruh Sağlığı Hastanesi’nde tamamladım. Başasistanlık sınavında Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yerleştim. Muhtelif nedenlerle istifa etmek zorunda kaldım ve halen Cihangir’de kendi muayenehanemde çalışıyorum.
Cerrahpaşa yıllarından beri evrimsel biyoloji ilgimi çekmekteydi, Bakırköy’de ihtisasa başladığımda bir evrimsel psikiyatri çalışma birimi kurduk ve bu alana yoğunlaştım. Evrimsel psikiyatri yapısı itibariyle genetik, antropoloji, sosyoloji, tarih, dilbilim gibi birbiriyle alakalı olmayabilen pek çok disipline uzanımı olan bir alan. Burada sosyal psikoloji ile ilgilenmeye başladım ama Gezi sürecini okuma arzum sosyal psikoloji okumalarımı arttırdı. Mesleki olarak da cinsel terapiler, grup terapileri, psikososyal rehabilitasyon ve bağımlılık alanlarında çalıştım.
MBD: Türkiye imparatorluk kaybetmenin travmasını hala atlatamamış görünüyor. Bir "post-imperial sendrom"dan bahsedebilir miyiz? Bütün siyasi akımları genel hatlarıyla değerlendirirseniz, bütün söylem ve eylemlerin "çocukluğu"nda ne var sizce?
İlker Küçükparlak: İmparatorluk travmasını atlatamamış göründüğüne katılıyorum. Aslında bireysel boyutta travma ile yas nadir olmayarak iç içe geçmiş şekilde yaşanılabilir. Bu toplumsal sürecin de hem travma hem de yasa ilişkin boyutları olduğunu söylemek yerinde olabilir. Şimdiye kadar ağırlıklı olarak muhafazakar tabanda vücut bulan fakat son 15 yılda AKP’nin kurucu kimliğini oluşturan travmayla ilgili kısım gibi görünüyor; İmparatorluğun yitirilmiş olmasının travmasını büyüklenmeciliğe savrularak iyileştirememe hali.
Seküler tabanda ve ağırlıklı olarak CHP bünyesinde vücut bulan ise yasla ilgili kısmı desek yeridir. Bu seküler kimlik bir imparatorluğun yitirilişinin yasını tutamamakta ve bu imparatorlukla tarihsel bağını bile reddetmekte. Bireysel boyutta kayıptan sonra yasın ketlenmesi hiç de nadir değildir. Özellikle kaybedilen kişiyle ilişkinin sorunlu olması halinde yasa ilişkin bir duygusal tepki vermeme, kaybı ve kaybedilen kişiyi nadiren anımsama gibi durumlara rastlanabilir. Bu durumda bireysel terapide kaybedilen kişiye ilişkin duygunun çıkmasına müsade eder ve bunu kolaylaştırırız. Bir kayıbın ardından -örneğin öfke ya da kin gibi- çok olumsuz duyguları çıkarmak hiç de kolay değildir fakat bu duyguların ifade edilmeden de yas tutabilmek mümkün olmayabilir. Daha hazmedilebilir ölçülerde olduğunda bu kızgınlık kaybedilen kişiye “bizi neden terk ettin” nidalarıyla yöneltilebilir fakat sağlığında kurulan ilişkide bunun ötesine geçen çatışmalar olduğunda öfke o kadar kolay hazmedilemez, dolayısıyla ifade de edilemez.
Dolayısıyla bireysel terapide ketlenmiş yas sürecinde yaptığımız şey kişinin kaybettiği yakınıyla sağlığında nasıl bir ilişkisinin olduğunu irdelemek olur. Yani kabaca kişisel tarihle yüzleşme yaşanılır. Toplumsal ölçekte de tarihle yüzleşme olmadan yas tutabilmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. O yüzden 1915 yılının konuşulmaması ya da popüler öneriyle “tarihçilere bırakılması” Ermenileri olduğu kadar Türkleri de sakatlıyor kanaatindeyim.
Daha anlaşılır olmasını umut ettiğim için böyle dikotomik biçimde aktardım, yoksa seküler tabanda travmatik, muhafazakar tabanda da yasın ketlenmesine ilişkin etkiler de mevcut elbette. Sonuçta seküler taban da kendi büyüklenmeci matriksini inşa etmiş durumda.
"Mevcut polarizasyonun MHPyi kimliksiz bir noktaya zorladığını düşünüyorum, kulağa inanması güç geliyor ama öyle sanırım."
MHP tabanı da elbette bu toprakların mahsülü olarak büyüklenmeciliğe ziyadesiyle meyilli. Son durum itibariyle mevcut büyüklenmeci paradigmalar arasında adeta karar veremiyor gibi göründüğünden (ya da hem ketlenmiş yas hem de travmaya ilişkin belirtiler verdiğinden) dolayı önceden beklenmeyecek şekilde mobilize oldu sanırım. Birbirlerinin iyiden iyiye antitezi haline gelen CHP ve AKP kimliklerinin tam ortasında, dolayısıyla her iki partinin de alternatifi ama her iki partiye de seçmen kaptırma riski olan bir durumda. Mevcut polarizasyonun MHPyi kimliksiz bir noktaya zorladığını düşünüyorum, kulağa inanması güç geliyor ama öyle sanırım.
MBD: Ertuğrul Özkök bir canlı yayında "gazeteci olarak değil, sosyolog olarak ifade etmek isterim ki artık tek bir milletten bahsedemeyiz" demişti. Siz buna nasıl bakarsınız? Türkiye eskiden daha homojen ve kenetlenmiş bir kitle miydi, yoksa hep varolan ayrılıklar daha keskin bir şekilde karşımıza çıkıp kendilerini mi gösterdiler? Etnik ayrışmaların yanında şehirli-varoşlu-köylü ve seküler-mutaassıp ayrışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İlker Küçükparlak: Türkiye önceden kendini beton zanneden mozaikti. Tarihiyle yüzleşemediğinden kendisinin de ne olduğundan pek haberi yoktu. Bu yüzleşmenin bedeli olacağı için yüzleşememe hali "eskiden kim Kürt kim Türk bilmezdik” nostaljisine dönüştü. Aslında bu nostaljisi yapılan durum “Ne sen sor ne ben söyleyeyim” hali idi. İnsanın kimliğinin en temel bileşenlerinden olan etnik kimliğinin bilinmemesinden bahsetmek mümkün değil, etnik kimliğin ancak gizlenmek zorunda olması mümkün olabilir. Homofobik tutumların yaygın olduğu bir döneme ilişkin “Eskiden kim gay, kim hetero bilmezdik” denildiğini düşünün. Burada cinsel yönelim çeşitliliğine dönük barışçıl ve güvenli bir ortamdan bahsetmek çok da mümkün değildir.
"Unutmayalım, alışkın olduğumuz siyaset -ne kadar çirkefleşse de- diğer partinin eleştirisi üzerinden olurdu. Bu dönemde eleştiri partiyi aşıp partide temsil bulan toplum kesimlerine taştı."
Yine de ülkedeki mevcut fay hatları aktif ve demokratik siyasete müsade edilmemesi nedeniyle bastırılageldi. Tek parti döneminin bitmesiyle periyodik olarak gerçekleşen darbe ve muhtıralar, parti kapatmalar, sivil toplum örgütlerine yönelik baskı, basın yayın organlarının görevlerini tam olarak yerine getiremeyişi ya da getirmeyişi ve sonuç olarak sivil siyasetin önünün açılmayışı bu fay hatlarına rağmen polarizasyonu engelledi. AKP gerçekten askeri vesayeti yenebildi, ki bunu AKP’nin çok demokrat bir yapısı olmasından çok zamanın ruhunun askeri vesayete artık müsade etmemesine bağlamak gerekir. AKP bunu yaparken bütün gücünü tabanın desteğinden aldı, ki milli irade söylemi ile sık sık bu duruma gönderme yapıyor halen. Bunu kendi tabanını konsolide ederek ve toplumdaki mevcut fay hatlarını dinamitleyerek yaptı. Unutmayalım, alışkın olduğumuz siyaset -ne kadar çirkefleşse de- diğer partinin eleştirisi üzerinden olurdu. Bu dönemde eleştiri partiyi aşıp partide temsil bulan toplum kesimlerine taştı. “Bunlarrr…” söylemi ile toplumun bir kesimine diğer kesiminden mutlak biçimde farklı olduğu tekrar tekrar ve mutlak bir otorite figürü tarafından dikte edildi. Sonuç olarak da oldukça kutuplaşan bir toplumsal tablo oluştu.
Özetle zaten mevcut olan ayrışmaların kanırtıldığı bir dönem yaşıyoruz. Örneğin başörtüsü konusunda toplumun küçük bir kesimi haricinde bir kutuplaşma yoktu, seküler insanların pek çoğunun etrafında başörtülü insanlar olabiliyordu, şimdi muhafazakar/seküler ayrımında akrabaların birbirlerine küstükleri bir dönem yaşıyoruz. Elbette son durum itibariyle muhafazakar/seküler polarizasyonunun da önüne geçen bir etnik ayrışma yaşadığımızın altını çizmek gerekir. Etnik ayrışmanın telafisi çok daha zor-hatta adını koyalım, mevcut siyasi öznelerin varlığında- mümkün değilmiş gibi görünüyor. Yasal düzenlemelerin olmamasına karşın fiili olarak sistemin değiştiğinden bahsediliyor ya, resmi olarak bir ülkeden bahsetsek de etnik zeminde telafisi çok da mümkün gözükmeyen bir ayrışma yaşamaktayız ne yazık ki.
MBD: Geçenlerde Radikal'de "PKK'nın "Z nesli" ve Füzyon Radikalleşmesi" başlıklı bir yazı yayımlanmıştı. Yakın zamanda, "mutaassıp ülkücüler"in tepkisini çeken "Yeni Nesil Ülkücüler" adında bir kitap yayımlandı. Gezi'ye katılan genç grupların hepsi bambaşka saikler ve eylem biçimleri ile kendilerini gösterdiler. Bir taraftan ırkçılık ve Amerikan tipi "politically incorrect" akımları gençler arasında moda oluyor.
90 ve sonrası nesil hangi siyasi akım mensubu olursa olsun çok farklı davranış ve düşünce kodlarına sahip gibi duruyor. Buna katılır mısınız? Farklı siyasi kampların "yeni gençliği"ni nasıl değerlendiriyorsunuz? Eğer farklılarsa, sizce bu farklılıkların nedenleri nelerdir ve bunlar ilerleyen yıllarda nasıl bir etki gösterecek?
İlker Küçükparlak: Farklı siyasi akımların gençlik hareketlerine ilişkin bir değerlendirme yapabilecek kadar reel politikaya hakim değilim doğrusu. Yine de sorunuzdaki tespitlere katıldığımı söyleyebilirim. Evet, metropol nüfusunun artması ve sonrasında internet ve mikrobloglar ile birlikte insanlar daha da anonimleşerek kendilerini ifade edebilmeye başladılar. Şöyle örneklendireyim, Gezi sürecinde Bolu’da yaşayan bir arkadaşım eylemde kapı komşusu olan emniyet müdürüyle karşılaşıp selamlaştığını anlatmıştı. Taksim’de ise bu durum olası değil, oldukça anonim bir eylemci kitlesi vardı. Benzer şekilde mikrobloglarda da daha genç kullanıcıların anonim olmayı daha çok tercih ettiğini görüyoruz. Sonuçta bu anonimleşmenin kimliksiz biçimde aktivist olabilmeye olanak sağladığını düşünüyorum. Siyaseten doğru olmak zorunda değiller, ya da bir davaya gönül vermeden de bir olayla ilgili tutum belirleyebiliyorlar. Bu durum zaten doğası gereği dinamik ve yönetilmesi güç olan gençlik yapılanmalarının bu özelliklerini daha da körükleyebilir gibi düşünüyorum.
MBD: Bir diğer sorunumuz rasyonel düşünceyi benimsemek ve benimsetmek. Türkiye'de eğitim sistemi git gide evrim düşmanlarının, metafizikçilerin ve uzman olmayan, akla zarar sanrı ve inançları kitaplara, müfredatlara sokan adamların eline kalıyor. Bu nasıl kırılır? Carl Sagan'ın, mutassıplığın politikacılar tarafından oy kaygısıyla empoze edildiğini ima eden ve oldukça karamsar beyanları, kitapları var; sizce Türkiye de, aydınlanmacıların kurduğu ve git gide kırsal muhafazakarlığın etkisine giren Amerika gibi midir?
İlker Küçükparlak: Rasyonel düşünce ve aydınlanmacılık insan aklı ve sağduyusuna göndermeleri nedeniyle aslında büyüklenmeci bir doğaya sahiptir. Eşref-i mahlukat’a çok da uzak düşmeyen bir söylemi var aydınlanmacılığın. Yine de kendi içinden türeyiveren evrim kuramı ya da astronomik keşifler gibi ilerlemeler sonucunda insanı evrenin merkezinden indirivermiştir. Bu nedenle insanı evrenin merkezine tekrar yerleştiren mistik-parafizik öğretiler büyüklenmeciliğe hizmet eder. Reenkarne olan her kes önceki yaşamında ya Kleopatra’dır ya da bir şövalye. Ortaçağ köylüsünden reenkarne olanını hiç duymadım Batı dünyasında. Tanrı bütün evreni insan için yaratmıştır, melekleri secde ettirmiştir. Yaratılanların en şereflisidir. Kendi dini hak dinidir kuşkusuz, o yüzden günahları olsa da sonunda affedilecektir ama kafirler öyle mi? Elbette bu pozisyon aydınlanmanın insan aklı ve sağduyusuna yaptığı göndermeden çok daha iddialı bir büyüklenmeci potansiyeli barındırıyor. Büyüklenmecilik öneren her ideoloji tarihi ile yüzleşememiş bir toplumu büyüler, Türkiye’de de bu oluyor sanırım. Evet, Cumhuriyet ile birlikte aydınmacı bir sıçrama yaşandı ve fakat alışkın olmayan götte duramayan don gibi oldu kaderi sanki.
MBD: Türkiye'de özellikle "bilgisayar gençliği"nin kimlik, temsil ve kendini gerçekleştirme sorunları, belki dile getirmek daha kolaylaştığı için oldukça net ve derin görünüyor. Sizin bu konuda nasıl bir analiziniz var?
İlker Küçükparlak: Evet, bu kimliksizlik hali kimlik siyasetinden patlamaya hazır hale gelen ülke için ümit verici olsa da kimlikliliğin insan hayatını kolaylaştıran tarafları da var kuşkusuz. Gençlerin özellikle hayatlarını anlamlandırmaları çok güç olabiliyor. En büyük sıkıntılardan biri motive olamamak. Motive olamadığı için ders çalışmıyor, okula gitmiyor, işi bırakıyor… Önceden ağır depresif ya da sosyal fobik durumlarda gözlemlediğimiz durumlar şimdi çok daha kolay yaşanıyor çünkü bir eşik düştü adeta. Gençler hayatlarını anlamlandıramıyorlar. Bu durum demotivasyonel bir tablo ortaya çıkarabiliyor ama belki daha da korkuncu bu anlamsızlık iyi-kötü bir anlam vaat eden herhangi bir düşünceye sert bir savrulma şeklinde de yaşanabiliyor. Oliver Roy mevcut durumu “İslam’ın radikalleşmesi değil radikalliğin İslamlaşması” olarak analiz etmiş. Bu anlamsızlık içerisinde anlam vaat eden radikal ve islamcı bir terör örgütü de olsa rock müziği bırakıp örgüte katılan insanlar oluyor Avrupa’da. Dolayısıyla bu kimliksizleşme durumu farklı boyutlarıyla farklı etkilerini hissettirecek hayatımızda.
MBD: Sizin milliyetçilik karşıtı olduğunuzu az çok tahmin ediyorum. Nasıl bir milliyetçilik anlayışı, sizi milliyetçi yapmasa bile, bakışınızı değiştirir, hiç değilse mesafenizi azaltmanızı sağlardı?
İlker Küçükparlak: Birey kendisini ve diğerlerini algılarken bir takım kimliklere gereksinim duyabiliyor. Bu noktada kimliklerin ne kadar bütünleştirici ya da ayrıştırıcı olarak işlev gördüğü önemli. Kuramsal boyutlarına hiç değinmeden, toplumdaki tezahürü üzerinden milliyetçiliğin ötekine işaret ettiğini ve öteki ile farkları vurguladığını ve bazı dayatmaları barındırdığını düşünüyorum. Prototipi “Ya sev ya terket” sloganıyla vücut bulan bir anlayıştan bahsediyorum. Herhangi bir ilişkide ya beni böyle sev ya da görüşmeyelim diyen birine tahammül etmesi zordur ve hatta bu oldukça buyurgan bir tavırdır. Bunun dışında milliyetçilerle ilgili bir önyargımın olduğunu düşünmüyorum. Sizin kimliğinizin farkında olarak bu söyleşiyi kabul ettim mesela. Okuyanlar da muhtemelen ağırlıklı olarak milliyetçi kimliğe sahip insanlar olacak, ne ala…
Söyleşi: M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar