Üye Girişi

Üye Girişi

İstanbul'da Bir Bohemyalı: Neyzen Tevfik

24 Eyl 2015

“Biz harabat olduk alemler harabat olmasın
Sevmeziz biz öyle çok çok ziyneti, Bektaşiyiz”

Dertli

***


Boii isimli bir Keltik kabilenin ardından, Romalılar bugünkü Çek Cumhuriyeti’ne denk gelen bölgeye, “Bohemia” dediler. Bohemia’da, ortaçağ ve yeniçağda, Çingene nüfusu oldukça fazlaydı. Fransızlar da, Çingenelere “Bohémien”  yani Bohemyalı dediler; ardından sanatçılar ve düşünürler, Çingenelerden mülhem, “sıra dışı” ve çoğunlukla “kalender” hayat yaşayan insanlara bu adı taktılar. Nihayet “Bohem” ya da “Bohemyalı”, genel hatlarıyla nihilistik ve kalender bir hayat yaşayan insanların adı oldu.

Bu yazıda, Türkiye’de yaşamış bir Bohemyalı’yı okuyacaksınız: Neyzen Tevfik. Küfürleri, nükteleri, hakkında anlatılan fıkralar ve efsaneler yoluyla çoktan gündelik dilde ve yaşamda kendisine yer bulmuş bir karakter Neyzen. Ancak o aynı zamanda bir düşünür, sözgelimi Kant tipinde değilse de, Socrates ya da Michel Foucault tipinde bir “arif”… Neyzen’i fıkralardan azad ettiğinizde, onda çok sağlam bir Nihilist damar ve “eylemi ile söylemini tevhid etmiş” bir filozof tiplemesi bulacaksınız. Bu topraklarda Sinoplu Diogenes’ten ve Kaygusuz Abdal’dan sonra bu tip düşünürün üçüncü reenkarnasyonu, belki de…

***

"Felsefemdir kitab-ı imanım
Taparım kendi ruhumun sesine
Secde eyler hakikatim her an
Kalbimin ateş-i mukaddesine"

Neyzen’in hayatına dair ayrıntılara girmeye gerek yok; sara olduğu düşünülen bir hastalığı küçük yaştan beri çeken, ney çalan, II. Abdulhamid’in karşısında, M. Kemal Atatürk’ün yanında, devrin ileri gelenleri ile “en alttakiler”inin yakını, bir “acayip adam”. Neyzen’in hayatına dair ansiklopedik ilgi, onu bir fıkra kahramanı olarak gören zihniyeti anımsatıyor bana, o yüzden o “derya”ya dalmayacağım.

Ancak fikri seyrini şöyle özetlemek mümkün:

İlk gençlik – Abdulhamid dönemi – Osmanlı’nın sonu arasında klasik Batıni&Tasavvufi hikmet geleneği dahilinde bir kalender seyir…

Osmanlı’nın sonu ve Cumhuriyetin ilk yılları arasında aydınlanmacı, materyalist&fizikalist anlayışın ilk kıvılcımlarını gösteren “nevi şahsına münhasır” bir geçiş dönemi…

Ve genç Cumhuriyetin ilk yılları
nın ardından, nihilist, ateist özellikler gösteren, ancak irfanı daha da derinleşmiş, nihilizmin karamsar ve sevimsiz olabilecek “aura”sını derin irfanıyla aşabilen bir Bohemyalı

Neyzen’in seyri budur. Ve bu seyir, Neyzen’in adı anılınca “hazret…” ekleyen tarikat mensuplarından, bencileyin nihilistlere varan bir çevrenin kendisine kıymet vermesine sebep olan şey olmalı. Her safhası, başka bir düşünsel evrene hitap ediyor ve her safhasında samimi, dürüst, hesapsız.

Bu seyri, belki de en iyi özetleyen kıta, şöyle:

“Hurâfata eşeklik devresinde öyle kandım ki,
O kızgın sacda bin rekat namaza bir inandım ki!
Kılarken dans ederdik, ben tabandan öyle yandım ki,
Kafam çarpmış semâya sıçrayınca uyandım ki
Açık kalmış k.çım cevv-i hafâyayı düşündükçe!”

***

Neyzen ile Nietzsche, birçok açıdan birbirlerine benzerler. Benzemezlikleri, birinin Yahya Kemal’de “Bir erganun ahengi yayılmakta derinden / duydumsa da zevk almadım İslav kederinden” mısralarını uyandıran havzadan, diğerininse Nef’i’ye

“Ey dil hele âlemde bir âdem yoğ imiş

Vâr ise de ehl-i dile mahrem yoğ imiş
Gam çekme hakîkatde eğer ârif isen
Farz eyle ki el’ân yine âlem yoğ imiş”

dedirten kaynaktan beslenmesinden. Biri kıta Avrupası halet-i ruhiyesini yansıtıyor, onun bir takım etnik özelliklerine göre çiziyor yolunu, diğeri Asyalı, Türk ve Akdenizli…

Yine de, dediğim gibi, birbirlerine benzerler. Nietzsche’nin “Dionysosçu çözüm” dediği çözüm, Dionysos – Apollo zıtlığında, kararında olmayı, keskinliği, kuralcılığı ve “ilim”i temsil eden Apollo’dansa, dengeyi tercih lehine bozmayı, esnekliği ve “irfan”ı temsil eden kuraltanımaz Dionysos’un yolunu önerir. (Dionysos’un şarap tanrısı olduğunu da unutmayalım!) Aynı zamanda Nietzsche, her ne kadar bir nihilist ve belki solipsist sayılabilirse de, “umum”a dair konulara kafa yorar, bunu yer yer reddetse de, toplumsal ve siyasi bir duruş taşır. Neyzen de böyledir: Hem alabildiğine bireysel, kalender ve nihilist, hem de Nietzsche’den daha belirgin bir şekilde “siyasi”.

Bu noktada Neyzen’in duruşunu “Türk’e Birinci Öğüt”ten bir parçayla net bir şekilde görmek mümkün:

“…Sıdk ile askerliğin kâfi rızaullah için
Üzme artık kendini bir şeyh için, dergâh için
Eğme başın suret-i iblise eyvallah için
Çektiğin çille yekûnen bil ki, illallah için
Kanma âyin-i cem’ e, irşada, bir meydana Türk

Varsa aslı bunların âlemde ...sinler beni
Aşikâr etmiş sana eşyayı hallâk-ı ganî
Beklenen esmâ-i haktan bil ki mangır madeni
Dervişi bağlar yularsız tekkeye şeyh-i denî
Olma artık bir kenef kandiline pervane Türk”

***

Aşık Dertli, Kaygusuz Abdal ve nihayet Aşık Veysel, Türk halk edebiyatında “Tanrı ile senli benli olan ozan” tiplemesinin üç güzel örneği. Dertli’nin “Yaptın arş u kürsü çıktın oturdun / düşürdün dünyayı kavgaya beni” deyişi,  Kaygusuz’un “Kıldan köprü yapmışsın mümin kullar geçsin deyi / Hele ben şöyle durayım kolaysa sen geç a Tanrı” sözü, Veysel’in muhteşem “Bu Alemi Gören Sensin” eserindeki “kimden korktun da gizlendin” istihzası, okuyanı gülümseten parçalar. Neyzen, bu geleneğin şahikasına çıkıyor ve müncaatında, tanrıyla hesaplaşıyor, dalga geçiyor, hasbıhal ediyor ve nihayet serzenişte bulunuyor.

Bernard Cornwell’in tarihi roman dizisi “Kutsal Kase’nin Peşinde”, Thomas adlı bir okçunun başından geçenleri konu alır. Thomas, bir rahibin evlilik dışı oğludur; kilise ve feodal yapı eğlenceli bir biçimde anlatılırken, ilginç bir anekdot vardır kitaplarda: Thomas’ın babası, tanrıyla sürekli konuşur, bazen kavga eder. Bu onun imanının tamlığının göstergesidir aslında; kilisenin “kelli felli” piskoposları değil, o delirmiş taşra papazıdır tanrının gerçek mümini. Neyzen’in münacaatından aşağıdaki parçalar, bu gözle okunduğunda, oldukça ilgi çekicidir:

Neyzen’in söze girişi:

“Ey bana kendini büyük tanıtan
Halime bak da varlığından utan”

Olduğu gibi, büyüklenmeden, ancak büyüğe de boyun eğmeden en latif başkaldırıyla, Nietzsche ile arasındaki “kültür farkı”nı ortaya koyuşu:

“Beni sen başkasıyla etme kıyas
Ben kalender ve sen de Rabbün-nas”

Ve internet sebebiyle bu dizelerden esinlenilmiş başka bir şiirin meşhur olmasına yol açan muhteşem dizeler:

“Bende varsa eğer o kalb-i selim,
Arş-ı âlâna kör kütük gelirim.
Kim ne der? Enbiya mı yan bakacak?
Beni hangi cehennemin yakacak?
‘Hiç’i onlar da eylesin idrak
Abd-i evlad-ı hüsrev-i Levlak”

Ve bu münacaatın sonunda, tek derdinin hatırından bir “şey”in şeklinin silinmesi olduğunu beyan ederek en temelleri sağlam nihilist başkaldırıyı gerçekleştirir, karşı çıkma yoluyla değil, “aldırmama ve ilgilenmeme” tavrıyla; ancak o “şey”in ne olduğunu, müstehcen olduğu için buraya koymayacağım. (Zira ben Neyzen kadar samimi değilim.)

***

Neyzen’in materyalizmi ve rasyonellik taraftarlığını ima ettim, “ilim”den ziyade “irfan” ile belirginleşen bir edibin böyle olduğunu iddia etmek şaşırtıcı olabiliyor. Zira bu topraklarda, “alışıldık akıl”ın dışına çıkmak ancak bir takım mistik gelenekler yoluyla mümkündür zannediliyor. Neyzen, bunu aşmıştır, “Ulu tanrım bu Arap açmazı Türk’ü yendi” diye başlayan şiirinde, şöyle anlatıyor:

“Altı bin yıl bu maval gezdi ağızdan ağıza
Kapılan yandı bu iman denen mıhladıza
Aslı yok, astarı yok, esteri yok, kervanı var
Aklı yok, rehberi yok, varlığı yok, şeytanı var”

Onun “iman”dansa “akıl”ı tercih edişi ve/ancak “akıl”dan anaakım düşünürlerin anladığını anlamayışı, kendine has bir oluk açıp orada akma çabası en güzel Şüphe şiirinde anlatılıyor. “Hayyam imiş hakikati az çok fısıldayan” diyen Yahya Kemal’in haklı olduğunu ispatlarcasına:

“Şüphemin dalgaları her dini boğdu, aştı
Gönlümün yolları gittikçe karanlıklaştı
Bir teselli veremez bilgi denen şu kötürüm
Hele iman ise, o köhne yular, mahz-ı cürüm
Su-i kasd eylemeyen aklına iman edemez
Takılıp bir masalın ardına mantık gidemez
İşte bu namütenahi denen varlıklar
Sevdiğim fahişenin bir piçi desem ne çıkar?
Kainatı doğuran kahpe bilir iç yüzünü
Önü zulmet, sonu zulmet nideyim gündüzünü?
Sen takıl da peşine bir sürü ehl-i tarabın
Korkmadan gir kanına hikmetin, aşkın, şarabın.”

***

“Sen indirdin yere şu dört kitabı
Ayrı ayrı her birinin hisabı
Her bir dinin sensin putu, mihrabı
Yalanına kendin iman edersin”

Tanrıyı öldüren Nietzsche, insanoğlunun rasyonel olmadığını ve duygusal salınımlarda gezinen çelişkilerle dolu bir “yumak” olduğunu beyan eden Hume, Bektaşi tabiatlı bir Türkmen ozanı bedenine aklen ve ruhen girmiş, Neyzen olmuştur sanki:

“Ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat, ne türe
Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre
Cahilin korku kokan defterini Tanrı düre
Marifet mahkemesinde verilen hükme göre
Cennet iflas eder, efsane-i Adem de geçer.”

Bu dizeler, Neyzen’le aynı ruhu taşısa da, Nietzsche’nin Apolloncu – Dionysosçu zıtlığında meyli Apollon tarafına bastığı için başka bir olukta aktığına inandığım Yahya Kemal’in “Bakiyse ruh eğer dilemezdim bekasını” dizesini hatırlatıyor. Neyzen bu tavrıyla, bilimsel yöntemin defalarca ispat ettiği bir takım gerçeklerle yüzleşiyor, bütün hükümler, hakikatler ve iddialar zaman ve mekanla sınırlı, ölümlüdür. Ki, yaşamı güzel kılan da bu ölümdür, mesele Nedim’in “Gülelim oynayalım kam alalım dünyadan” dediği gibi, zevk almak, hikmetin tadına bakmak, gerçeğin sırrına ermeye çalışmaktır.

***

Neyzen’in Bohemyasını gezerken uğrayacağımız son sokak, Sabahat Akkiraz’ın bestelenmiş halini okuduğu şiirinin son dörtlüğü olsun:

“… Duysun aşkın elindeki rübabı
Okunsun alnında çile kitabı
Neyzen gibi günahının hesabı
Mezara girmeden sorulmuş olsun…”

 

***

Kaynaklar:

Neyzen Tevfik, Alpay Kabacalı, Özgür Yayınları

Azab-ı Mukaddes, Yayına Hazırlayan İhsan Ada, Kapı Yayınları

***

M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.

Who's Online

350 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Latest Park Blogs