Yazılarımda sık sık askeri terminolojiye yer veriyorum. Darbe zamanı "decapitation strike" demiştim, hala yakın dostlarımın dilinde, inceden kafa buluyorlar. Bir Cumartesi sohbetinde ise "preemptive war" demiştim, İngilizce terimler kullandığım için eleştirilmiştim. En son Seküler Milliyetçilik yazımda yine savaş terminolojisinden teşbih amaçlı yararlanınca, bu konuya dair bir yazı yazmak için verdiğim sözü tutmanın zamanının geldiğini düşündüm.
Savaşın üç boyutu vardır: Taktik, stratejik ve operasyonel boyutlar. Bu boyutlar iç içe geçmiştir ve savaşı ele alma ölçeğinize göre hangisini gördüğünüz değişir: Sıcak temasta olan bir birliği ve yakın çevresini ele alıyorsanız, taktik boyuttasınızdır. Bir harekat sahasını ve lojistiğini birlikte düşünüyorsanız, stratejik boyuttasınızdır. Hükümetin aldığı kararlardan, savaşın felsefesine, amaçlarına, komutanların düşünce kabiliyetlerinden insan kaynağının verimli kullanılmasına uzanan bütün parametreleri birlikte değerlendirecekseniz, operasyonel boyutun karmaşık labirentindesinizdir.
Bu üç boyut, birbirinden etkilenir: Stratejiler, operasyonel boyuttaki kararlar ve operasyonel fırsatlar-kısıtlamalara göre şekillenir. Taktikler, strateji dahilinde, anlık sorunları çözmek ve doğrudan temas sağlayan ünitelerin zafer elde etmesini sağlamak için kullanılır. Taktik olarak, karşıdaki düşmanı yenmek için binlerce yıldır kullanılagelen "taktik"leri kullanabilir, improvizasyon yapabilir; örneğin askerinizi yüksek bir mevkiye konuşlandırarak taktik avantaj kazanmasını sağlayabilirsiniz. Fakat karşıdaki düşmanı yendiğinizde birliğinizin devamında nasıl bir yol izleyeceğinin cevabını strateji verir. Karşınızdaki düşmanı neden ve ne ile yeneceğinizi ise, operasyonel boyut belirler. Eğer taktik düzlemde karşılaştığınız düşmanla sürekli kış şartlarında savaşıyorsanız, stratejiniz bu taktik dezavantajınız nedeniyle değişmeli, örneğin harekat başlangıcı olarak ilkbaharın sonu seçilmelidir. Bu değişen stratejiye uygun olarak, savaşın kışa sarkabileceği hesaplanmalı ve ülkenizdeki fabrikalar size kışa uygun donatım sağlamalı, bunlar kış şartlarına uygun vasıtalarla nakledilmeli yahut daha savaş ilan edilmeden, savaşılması gereken ülke tespit edildiğinde, operasyonel boyutta buna uygun hazırlık yapılmalıdır.
Savaş, basitçe bir iletişim ve bilgi-işlem meselesidir. Düşmana dair bilgi, savaş alanına dair bilgi, askerinizin durumuna dair bilgi... Bütün bunlar toplanır, işlenir ve karar alınır. Akabinde, verilen emir her üniteye, bütün kılcallara etkili ve hızlı biçimde ulaşmalıdır. Erken dönemde, savaş bir defa başladığında emirleri iletmek zorlaştığından üflemeli çalgılar ve bayraklar kullanılırdı. Mesela süvari sınıfı, modern savaşın getirdikleri ile ortadan asli unsur olarak kalkarken, yeni bir görev üstleniyordu: Keşif ve muhabere. Amerikan İç Savaşı'nda Güneyli Komutan Robert Lee, Süvari komutanı JEB Stuart'a bu yüzden "sen ordumun gözü kulağısın" diyordu. Telsizin ve radarın icadı ile, bugün çevreye dair bilgi edinme ve merkezle iletişim çok daha efektif bir şekilde gerçekleşiyor.
Bahsettiğim Seküler Milliyetçilik yazımda Dündar Taşer'in "durum muhasebesine düşmandan başlanmaz" vecizine aykırı davranmıştım. Burada ise uyumlu davranayım: Savaş başlamazdan evvel operasyonel boyutta ilk kural, ülkenin sanayisi, insan kaynakları, doğal kaynakları, teknolojisi gibi parametrelere tam ve gerçekçi bir hakimiyettir. Ülkeler boylarını aşan operasyonlara kalkışamazlar; bunun da ötesinde, sözgelimi Türkiye Yunanistan'ı kolayca işgal edebilecekse de, bu işgalden kazanacakları, kaybedeceklerinden az olacaksa, işgal etmemelidir. Ordular, ülkenin sahip olduğu insan kalitesi ile kati bir ilişki içerisindedir. Alman mucizesini yaratan, Alman insan kaynağının dönemine göre kaliteli olmasıydı. Öyle ya, auftragstaktik diye bir şey geliştirecek, stratejisini kurmay kadronla belirlediğin harekatta (kurmaylık anlayışı modern haliyle ilk defa Prusya'da ortaya çıkmıştır) taktik düzlemde komutanlarını serbest bırakacaksın. Öyleyse operasyonel boyutta, bu komutanların tam bir yetkinlik ve donanımla yetiştiğinden eminsindir. Böyle komutanlar yetiştirebilmek için milli ruhu ve bütünlüğü sağlayan ortak değerlerin, sembollerin olmalı, askeriye sisteminde bir gelenek oturmuş ve subayların asgari kaliteyi haiz yetiştiğini temin ediyor olmalı... Yani savaş, kelebek etkisine çok açıktır: Bütün diğer parametreler iyi olsa bile, subaylarını sivil ve alakasız bir tarihçi profesörün başkanlık ettiği kurum yetiştirecekse, başın belaya girer.
Herkesin yakından tanıdığı, sosyal medyada binlerce uzmanını bulabileceğiniz bir kavram var: Blitzkrieg. Almanlar tarafından II. Dünya Savaşı'nda uygun zemin ve ortam oluştuğunda başarıyla kullanılan bir sistem. Basitçe işleyişi şöyle: Zırhlı birlikler birer mızrak başı gibi belli noktalarda yoğunlaştırılır. (Birçok çağdaş orduda zırhlı birlikler orduya yayılmış, piyadeye destek görevindedir.) Yakın hava desteği ile, bu birlikler düşman hatlarının zayıf bölgelerinde "delik"ler açarlar ve ilerlemeye devam ederler: Zırh oranı-hız ve manevra kabiliyetinde optimum dengeye ulaşmış orta ölçekli tanklar bunun için idealdir. Birlikler ilerlemeye devam ederken, mekanize ve motorize, dolayısıyla intikal hızı arttırılmış piyade birlikleri boşlukları doldurur; bu sayede ilerlemeye devam eden birlikler ile dost hatlar arasındaki lojistik bağlar kopmamış olur. Nihai olarak, piyade birlikleri düşman hatlarına yanaşır, bu esnada zırhlı, mekanize ve motorize birlikler düşman hatlarında "cep"lerin oluşmasını sağlar, kıskaç gibi kapanarak düşman unsurların sarılıp yok edilmesini sağlarlar.
Pekala Almanlar bu yöntemi kullandıysa, diğer ülkeler hangi yöntemleri kullanmıştı? İlk olarak Sovyetlere değinmek lazım. Stalin'in gazabına uğrayarak, üstelik Almanlarla işbirliği ile ortadan kaldırılan Tuhaçevski'nin temellerini attığı "derinlemesine operasyon doktrini", Blitzkrieg'e benzerlikler gösterir. Bunun yanında, savaşın operasyonel boyutunu da ilk defa kurmay seviyede etraflıca ele alan doktrindir. Mustafa Kemal Atatürk'ün "hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır" anlayışına da benzer. Buna göre, sıcak temasın kurulduğu bölge bir "hat" olarak değil, bölge olarak ele alınır. Hem dost hattın gerisi, hem de düşman hatlarının gerisi önemlidir. Temel olarak, düşman hatlarının gerisindeki haberleşme ve ikmal ağlarını yok edip, savaşan unsurların savaş kabiliyetini dolaylı yoldan baltalamak hedeflenir. Bu, genel olarak değil ama Sovyetler özelinde "War of Attrition" yani "yıpratma savaşı" konseptiyle de ilgili. Sovyetlerin stratejik derinliği (herkes Osmanlı'yı özlüyor her şey çok güzel olacak diyerek Türk dış politikasını mahveden adamın hezeyanlarıyla karıştırmayın, aman) geniştir, özellikle bir savunma savaşında binlerce kilometre taktik ricat yapabilirler. Fakat, sözgelimi Almanlar ya da Japonlar, Sovyetleri işgal etmeye kalksa, önlerinde sıfırdan lojistik hatlar kurmaları gereken, kendi topraklarından az tanıdıkları ve yerel halkının düşman olduğu genişçe bir saha vardır. Sovyet topraklarında ilerleyen her ordu, ilerledikçe zayıflayacaktır. Sovyetlerse, geri çekildikçe güçleneceklerdir. Nihayet, düşman ordu (Napolyon'da da olduğu gibi) yeteri kadar ilerleyip, bataklıklar, ormanlar, çamur mevsimi (Rasputitsa) gibi engellerle boğuşup, kendi merkezine uzanan uzunca bir lojistik hattın dertleriyle uğraşmak zorunda kalarak iyice zayıflayınca, taktik düzlemde yüksek manevra kabiliyetli birlikler, stratejik noktaları (ikmale elverişli yollar, limanlar vs.) işgal edecekler, lojistik zinciri bozacaklar ve düşmanı yok edecek-teslim olmaya zorlayacaklardır. Düşman ordusunun dikkatini sürekli cephede tutup, lojistik cephesinin ihmal edilmesi için kullanılacak konseptse, "human wave" yani "insan seli"dir. Ellerine silah bile verilmeyen binlerce Rus, cepheye sürülecek, düşmanın taktik unsurlarını meşgul edecektir. (Bu yüzden 1920lerde doğan erkek Sovyet vatandaşlarının ancak 5'te 1'i savaştan sağ çıkabildi) İkmal ve muhaberenin önemi, Stalingrad ve sonrasında çok iyi gözlemlenebilir, Patton'un meşhur nutkunda buna değinmesi çok doğal.
Gelelim İngiltere'ye... Almanlar önceleri orta ölçekli, sonra ağır zırhlı tanklar yaparken (buna sonra değineceğiz), Sovyetler yine benzer bir şekilde stabil, güvenilir, kolay üretilir ve görece iyi zırhlı T-34lerle savaşırken, İngiltere'de durum farklıdır. Meşhur (aslında, "infamous") Covenant tankı tasarım hataları yüzünden 1700 adet üretilse de savaşta kullanılamamıştı. Bu yüzden İngilizler farklı bir konsept geliştirdiler: İki tank sınıfı yaratarak tank savaşlarında derinlemesine operasyon doktrinine hiç değilse taktik açıdan benzeyen bir yöntem geliştirdiler. Hafif tanklar (cruiser tank) keşif amaçlı ve yüksek manevra kabiliyetinin öne çıktığı durumlarda kullanılıyordu, bu tanklar muadilleri arasında zırh kalınlığı en az, vurucu gücü en düşük tanklardı. "Piyade tankı" dedikleri sınıf ise, piyade birliklerine destek amaçlı kullanılan, büyük cüsseli ancak hantal tanklardı. Piyadelerin ilerleyişi esnasında bu piyade tankları düşman hatlarında delikler açıyor, bu deliklerden giren hafif tanklar ise, düşman cephesinin gerisinde ikmal hatlarını kesecek, haberleşmeyi bozacak faaliyetler yürütüyorlardı.
İngiltere neden böyle bir yol seçti? Covenant tankı tam bir faciaydı... İngiltere henüz sözgelimi Almanya gibi tank tasarım ve üretiminde uzmanlaşmış değildi, deneye-yanıla uygun ve güvenilir bir orta ölçekli, çok amaçlı tank yaratana dek geçecek sürede savaşta büyük sıkıntı çekebilirdi. Bu yüzden, kendi imkanları açısından en kolay ve faydalı yolu seçti, askeri stratejisini ona göre belirledi.
Bu durum, yine operasyonel boyutla alakalı. Bu boyutun önemine dair önemli bir örnek vereyim. Alman subayları Sovyet subaylarından daha iyi eğitimliydiler. Almanya, dünyanın teknoloji deviydi, binlerce patentin menşei olan, teknik birikimi devasa bir savaş makinesiydi. Üstelik, Sovyet askerlerin çoğu zorla savaştırılıyordu ve moral durumları Almanlar kadar iyi değildi. Buna rağmen Almanlar kaybettiler: Bunda iki operasyonel hatanın büyük payı var. İlki, Hitler'in tam bir gerizekalı olmasıdır. Stalingrad sonrasında "geri çekilmek yok" diyerek taktik ricatleri engellemesi, örneğin Paulus'un tarihin ilk "teslim olan Alman Mareşali" olmasına neden olmuştu. Karar alıcıların salak olması, strateji yapıcılar ve taktik savaşçılar mükemmel olsa bile, sonunuzu getirebilir. Bir diğer önemli hata da, çok çeşitli tankların üretilerek sahaya sürülmesidir. Ruslar T-34 yapmışlar, hep T-34 yapmışlar, sadece T-34 yapmışlardı. Almanlar ise stabil orta ölçekli tank modellerinin yanında birçok farklı model de geliştirip, bir de daha ağır tanklar yönünde sanayiyi yeniden dizayn edince, büyük bir operasyonel yükün altına girdiler: Tamir, bakım zorlaşıyordu. Yedek parça bulunmuyordu. T-34 üretim hızına yetişilemiyor, Almanlar operasyonel boyutta savaşı kaybediyorlardı.
***
Böyleyken böyle... Özetin özeti mahiyetinde, bilinçakışı tekniğiyle oluşturulmuş yukarıdaki yazıyı neden yazdım? Bu yazı, Seküler Milliyetçinin Yol Haritası yazımın devamıdır. Türk milliyetçisi, ruhuyla, duygusuyla bir savaşçıdır; sahada silahla harbetmese bile, düşünsel düzlemde ve toplumsal planda harbetmektedir. Öyleyse Türk milliyetçisine yol çizmeye çalışırken, bir kurmay subay gibi düşünülmeli.
Milliyetçiliğimizin esasında ve usulünde kusurlar olduğu bir gerçek. En ortodoks ve kafasız adam bile, biraz sıkıştırsan bunu kabul edecektir. Fakat bunun nasıl çözüleceğine dair öngörüler; tespitler genellikle taktik, nadiren de stratejik düzlemde yapıldığından, sınırlı kalıyor. Kimse operasyonel düzlemi düşünmüyor yahut düşünse de, operasyonel düzlemde her bileşenin ve kararın birbiriyle uyumlu olması gerektiğini fark etmiyor.
Operasyonel düzlemde milliyetçiliği islah edebilmemiz için, evvela milliyetçi fikrin bilimsel prensiplerle yoğrularak yeniden ideolojileştirilmesi gerekir. İdeoloji ile pratiğin uyumlu olması ve ideolojinin tespit edeceği stratejik kazanımlara uygun bir operasyonel yönetim gerçekleşmesi için, din ile alakası olmayan bir ahlak anlayışı örgüleşip, milliyetçiler arasında yaygınlaşmalı. Taktik unsurların neyle donatılacağı, eldeki birikimi, tehditleri, fırsatları ve zayıflıkları iyi ölçüp biçmiş bir operasyonel merkezin koyacağı stratejik hedeflere göre, mutlaka tektip olmamak kaydıyla belirlenmeli.
Yani bu iş uzundur, çilelidir. Mevcut kurumlar, fikirler, insanlar; bunlar en fazla taktiksel amaçlı kullanılabilecek bileşenler, enstrümanlardır. Şu an Türk milliyetçilerinin çoğu zaman resmi tam olarak görmese de sezerek kendi aralarında verdikleri kavga, bunun kavgası: "Mevcut", her ne ise, islah ve tanzim edilebilir mi, yoksa 1. Dünya Savaşı'ndaki Avusturya ordusu hantallığında bile olsa, kafamızda kurduklarımızın gerçekle uyumsuz olduğunu, bizi sürekli kayba yönlendirdiğini görüp, topyekün bir yeniden dizayna mı girişmeliyiz. Bunun yanında, Avusturya ordusunun başta yanlış kararlar vermiş bile olsalar, bir merkezi, merkezdeki emri kılcallara ulaştırabilecek bir teşkilatı vardı, bizim o da yok. Bu olmadan, bu nasıl başarılabilir?
Namuslu Türk milliyetçilerinin sorması gereken sorular bunlar. Partiler de, adaylar da, şahıslar, olaylar da ancak bu operasyonel boyuta dair kafasında net bir resim taşıyan insan(lar) tarafından denklemde gerekli yere oturtarak değerlendirilebilir.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar