Üye Girişi

Üye Girişi

Türkiye'de Hayatta Kalma Kılavuzu

09 Mar 2016

Bu yazı, can sıkıcı günlük olayların gerçekleşme sıklığını en aza indirme yollarına dair bir denemeden ibarettir.

Son zamanlarda Türk sosyal medyası taciz, medeniyetsizlik ve terbiyesizlik mağduru olmuş insanların şikayetlerinin yoğun ilgi gördüğü bir dönemden geçiyor. En güncel örneği, Beşiktaş'ta bir Kürt garson tarafından darp edilen kadınlar. (Etnik kimliklere saygımdan ötürü bu tarz olaylarda şahısların etnik kimliğinin dile getirilmesi gerekliliğine inananlardanım.) Daha evvel, bir avukatlık bürosu (hukuk diyemeyeceğim) tarafından durduk yere nezaketsizliğe uğrayıp, tehdit edilen bir adamın hikayesini okumuştuk; taciz, tecavüz, cinayet, dayak gibi çok daha görünür suçların yanında böyle öyküler de şikayet konusu olmaya ve ilgi çekmeye başlıyor. 

Yumuşak Türkler dediğim kitle, sonuna dek haklı aslında: İşinde gücünde, hayatını yaşamaya bakan bir insan bu öküzlüklerle muhatap olmamalı. Bu açıdan bu şikayetlerin en az birer tecavüz vakası kadar tepki çekmesi güzeldir. Fakat baş etme yöntemlerine gelince, orada bir sıkıntı var. Bir yerde, kamusal düzen bozulur, hukuka olan ihtiyaç karşılanmaz ve "müspet baskı" ortadan kalkarsa, Hobbes'un doğa durumu gibi bir vaziyet oluşuyor, hele ki Türkiye gibi geri kalmış ve insanların/insan ilişkilerinin hastalıklı olduğu memleketlerde... Buna karşı da, kırsalda eşkıya, şehirde kabadayı, birer tepki figürü olarak karşımıza çıkar. Eşkıyalık ya da kabadayılık bu durumun çözümü değildir, bu "iş"in, bireyler tarafından değil kurumlar ve cemiyet tarafından halledilmesi, düzenin sağlanması gerekir. (Bu yazıda değineceğim bir konsepte dair şu yazının son kısmındaki çıkarıma bakınız) Yani "ideal bir ülkede", bu işi kendi hayatta kalma kılavuzlarımızla çözmek zorunda kalmamalıydık, ancak bireyin izzet-i nefsini, toplumsal itibarını ve akıl sağlığını muhafaza edebilmesi için biraz sertleşmesi gerekiyor.

"Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma" ve "Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına da öyle davran", iki genel kural; bunlara gümüş ve altın kurallar deniyor sık sık. Demir kural diyebileceğimiz ise, rahatsız olduğumuz orospu çocuklarının kuralı: Güç her şeyi meşru kılar, yani "yapabiliyorsam yaparım". Sokaktan geçen kadına laf atabiliyorsam atarım, kaba davranıp çocukken uğradığım tacizin acısını rastgele bir delikanlıdan çıkarıyorsam çıkarırım, işimi savsaklayabiliyorsam savsaklarım... Demir kural ile hayatına yön veren insanlar tek tük olsa, ortada bir de hukuk ve "müspet baskı" olsa, altın ve gümüş kurallar yeterlidir. Fakat insanların ekserisi demir kurala bağlanmışsa, kurumlar ve cemiyet de işlevlerini yerine getiremiyorsa, altın ve gümüş kurallar ancak kaybetmene sebep olacak, "ezik ve sefil iyi"nin, "arsız ve müteşebbis kötü" elinde hırpalanmasına ve uzun vadede yok olmasına giden yolu açacaktır. 

Bir de bronz kural var... Farklı farklı tanımlarını yapmak mümkün, ben bu yazıda anladığım ve kendimce kurguladığım haliyle ne olduğunu açıklayacağım. Evvela, bronz kural, "sana nasıl davranıyorlarsa öyle davran" der. Misilleme, bronz kuralın temelidir: İyi yönde geri besleme ve kötü yönde misilleme... Birisi size gülümsedi, günaydın dedi ise gülümseyin ve günaydın deyin, çantasını taşıma teklifinde bulunarak hatta, bir adım öteye taşıyın. Bir diğer insan, o esnada size çarpıp "çekilsene yolumdan lan" dediyse çantanın kayışıyla bir iki saat dövün. Yazının bundan sonrası, bu tavrın neden "en verimlisi" olduğunu düşündüğümü açıklama çabasından ibaret olacak. 

Bronz kuralın kaosa yol açmaması için bir öncül tavır gerekiyor: İnsanlar aksini ispat edene kadar iyi olma ihtimalini haiz varlıklardır. Yani tedbiri elden bırakmıyoruz ama iyimseriz: Herkes aksi ispat edilene kadar masumdur değil, masum olması muhtemeldir. Kuantum Türkler yazımda buna biraz değinmiştim. Bundan sonrası daha önemli: Eğer aksini ispat ettiyse, tohumuna para vermedim, verebileceğim bütün karşılıkları mutlaka vermeliyim. Bu hem kendi yaşam alanımın, güzel ve neşeli, huzurlu bir dünyada yaşama hakkımın savunması için, hem de bir amme hizmeti: Vereceğim bu karşılık, kötülüğün frekansını azaltacaktır. Öküzlük ettiği için dayak yiyen biri, bir adım ileri götürüp başkanlık sistemi uğruna teröristlere bile yardım ve yataklık eden bir kötülük makinesine dönmeyecektir. Burada, belki Makyevel'in "insanlar küçük zararların intikamını alırlar, büyüklerinkini alamazlar" mealindeki sözü de önemlidir: Misillemenin sert ve yıldırıcı olması önemlidir. Zira az şiddet, uygulandığı adamı şiddete meyyal yapacak ama gözünü korkutacak kadar içindeki boktan egoyu yaralayamayacaktır. Ayrıca, akılda tutmakta fayda var: Demir kuralın takipçileri, ancak demir bir yumruktan anlarlar. Ancak ezilerek, sindirilerek baskılanabilir, kötülük yapmaktan men edilebilirler. 

İyiliğin iyilikle ödüllendirilip teşvik edildiği, kötülüğünse "başa bela almak" ile eş anlamlı olabileceği bir ortam, demir kuralın "oyunbozan" takipçilerinin yaşama ve çoğalma, hiç değilse kurallarını uygulama şansını en az bulacakları ortam olacaktır. Denethor'un "...And I shall not forget it. Nor fail to reward that which is given. Fealty with love, valor with honor, disloyalty with vengeance." (Ve ben unutmayacağım. Ne de, verilen şeyi ödüllendirmekten geri kalacağım. Sadakat sevgiyle, yiğitlik şerefle, ihanet intikamla.deyişindeki bilgelik burada saklı. İyiliği özendiren, kötülüğü sakındıran; herhalde Kuran'ın diğer kutsal kitaplara nazaran bronz kurala çok yaklaşmasını takdir etmek gerekir: Emri bil maruf, nehy-i anil münker. Her ne kadar "iyi" ve "kötü" tanımlarında tartışma hakkımız saklıysa da, iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan insanlar olmayı salık veriş çok doğru ve verimli bir anlayış. Muhtemelen, Ortadoğu nam bok çukurunda demir kural utanmazlarının sayıca çokluğu nedeniyle bunu katolisizmde belirgin görmüyoruz da, İslam'da görüyoruz. 

Bronz kuralın pratik boyutuna gelince, hayatınıza tatbik edebilmek için, öncelikle pasif işlevleri yerine getirmek gerekir. Yani fiil gerektirmeyen uygulamalar: Tipinizin biraz caydırıcı olması, hal ve hareketlerinizin gerekli mesajı önceden, hiç değilse biraz iletiyor olması. Zira, "kavga" çıkınca kazanmaktan çok, hiç kavga çıkmamasını sağlayacak caydırıcılık daha kazançlıdır. Savaş çıkmamasının garantörünün, karşılıklı yok edişi vaad eden aşırı nükleer silahlanma olması gibi: Her birey aşağı yukarı eşit derecede güçlü ve caydırıcıysa, bir çatışma çıkma ihtimali azalır. Hofstede'nin "güç aralığı" kavramının oldukça keskin olduğu ülkemizde maalesef uçurumlar var. Bir tarafta gariban, fakir, onuru, omurgası zorla kırılmış adamlar, diğer tarafta görece yüksek sosyo-ekonomik sınıfta olsa da "yumuşak Türk" olup durduk yere mağdur olabilenler, diğer yanda zenginliği ya da kaybedecek bir şeyinin olmamasının gözü karalığı ile insan ezebilen aşağılık yaratıklar. Silahlanmayı düşünelim: Gayrımeşru tipler zaten yasadışı yollardan silahlanıyor. Eğer "namuslu insanlar" yeterince cesur olmazlar ve silahsız kalırlarsa, o "idealist hayaller" demir kuralın soğuk sahiciliği ile tanışıyor. Bu yüzden, "normal insanlar"ın mutlaka meşru yollardan silahlanmanın yollarını araması, alanlarına tecavüz edildiğinde diş gösterebilecek donanımları haiz olması gerekiyor. 

Bir diğer önemli tutum, "soğuk nezaket duvarı". İnsanlara en az zarar veren, ancak zarardan kaçınırken densize, hadsize en az fırsat tanıyan tavır, soğuk nezaket. İnsanlarla ilk etapta ilişkimizi soğuk ancak nazik tuttuğumuzda asla alan tecavüzü işlemiyor, ancak sulu, yavşak, hadsiz tiplere de fırsat verip kıymetli canımızı sıkmaları için boşluk bırakmıyoruz. Pek az insanla sıcak olmak ve geri kalanı ile böyle bir soğuk nezaket duvarının arkasından iletişime geçmek, pasif işlevlerden bir diğeri.

Fiil gerektiren durumlara gelince, sınır aşıldığında çekingen olmamak, karşı saldırı yapmak en önemli kural. Bunu yapan -iyilik için saldıran- insanlara destek vermek de öyle. İnsanın "midesini bulandıran tiplere tahammül etmek zorunda olmadığı"nı bilmesi lazım. Karakoç'un "tahammül teşviktir" dediği gibi, sair zırva (din, kişisel gelişim, politik doğruculuk vs.) yüzünden kanıksanan şeyleri kırıp atmak, en ufak had aşımına misliyle, ortantı gözetmeksizin tepki göstermek lazım. Biraz "ağır abi" olursanız, insanlar "bu insana kötülük edersem karşılık verebilir, buna değer mi" diye sorgulayacaklardır, temel mantık bu. İnsanlar eğer "latent kötü" ise, bunun latent kalmasının onların kalp sağlığı açısından daha iyi olacağı mesajını vermek. 

Gayet insani olan kimi duygu ve melekelerimizi şeytani addeden zihniyetten tiksiniyorum. Kin, nefret, intikam isteği gibi duygular, evrimsel olarak bizi desteklemek, hayatta tutmak için gelişmiş ve medeniyetimizde pay sahibi olmuşlardır. Yiğit bir insan olmak, korkusuzluk değildir: Korkuyu yönetme becerisi ile mümkündür. İyi bir insan olmak da, kinsiz, nefretsiz bir sefil olmak demek değildir: Kararında kin ve nefret ile kendini ve çevresini korumaya muktedir hale gelmiş, bu sayede iyinin "hayatta kalabilirliği" ve "çoğalabilirliği"ni temin etmiş bir insan olmak demek. Tabii herkes fıtratı, mizacı dolayısıyla böyle olamayacaktır; fakat böyle olabilenler, şövalye ahlakı ile donanarak, toplumun çapası olabilir, böyle olamayanların da yaşam alanı ve huzurunu garanti altına alabilirler.

Şu İrlandalı boksör, esnafı dövdüğünde onun tarafındaydık. Hayatının diğer kısmında nasıl biri olursa olsun, bir ufak kazada adam dövmeye kalkan, üstelik sandalye ve sopayla saldıran tiplerin dişlerini ellerine verince nasıl sevinmiştik. Namuslular da namussuzlar kadar cesur olmalı, mesele bundan ibaret.  


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. 

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.

Who's Online

1957 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Latest Park Blogs