Üye Girişi

Üye Girişi

Fisebilillah Evrim

12 Şub 2018

Gavurlarda bir kalıp vardır, "X for Dummies" şeklinde. Aptallar için X. Gerçi burada aptal hakaret anlamı taşımaz, "ben bu konuda hiçbir şey bilmiyorum, bana öğret" diyen bir kitleyi kastediyordur ama, ben okuyucuma aptal demem. O yüzden yerli ve milli olan "fisebilillah" sıfatını kullandım. Müfredattan çıkarılan, Türk çocuklarının zihninden uzaklaştırılan evrime dair biraz olsun bilgisi olan biz ağabeylerin, ablaların kardeşlerimize bildiklerimizi aktarmamız gerektiğini düşünüyorum. Zira karanlık bir dünyadaki bilimin mum ışığını söndürüyorlar. Akıl almaz biçimde evrim düşmanlığı yapan çılgın insanlar, Türk çocuğunun onu öğrenip anlamasını engelliyor, bu yolla onu cehalete, kafasızlığa hapsediyorlar. Evrim Teorisi'nin okullarda okutulmadığı bir ülke, basitçe bilimsel anlamda hiçbir gelişmenin olmayacağı bir ülke demek. Atalarımız fende en ileriye gidip, top döktürür, hesap kitap yaparken Bizanslı papazlar meleklerin cinsiyetini tartışıyorlardı. O yüzden biz Osmanlı torunları, milletimize kumpas kuran Bizans artıklarının evrim karşıtlığına dair hiç değilse çevremizi bilinçlendirmeliyiz. Bu yazı bu çabaya küçük de olsa katkı yapmayı amaçlamaktadır.

Bölüm I: Abiyogenez

Evrim Teorisi canlılığın nasıl başladığını anlatmaz. Canlılığın nasıl evrildiğini anlatır. Bilimsel bir alanda ister akademik, ister hobi amaçlı okuma yapıyor olun, unutmamanız gereken bir şey var: Hem pozitif bilimler, hem beşeri bilimler, birbirleriyle iç içedir. 

Bu ne demek? Genelden özele doğru, fizik, kimya, biyoloji... diye gider. Antropoloji, sosyoloji, psikoloji diye gittiği gibi. Yani biyoloji aslında kimyanın özel bir alanıdır, kimya da fiziğin. 

Öyleyse "biyolojik" olanın, yani canlılıkla ilişkili olanın öncesini kimya ve fizikte arayacağız diyor bilim adamları. Kelime anlamı "biyolojik olmayandan yaratım" olan a-bio-genesis yahut abiyogenez çalışmaları da böyle başlıyor. 

Maddenin birtakım temel özellikleri var. Örneğin karbon atomu çok fazla bağ yapabiliyor. Birkaç karbon atomu ise, başka elementlerle de bağlanarak binlerce farklı dizilim gerçekleştirebiliyorlar. Bu elimizde kalsın. 

Diğer bir özellik de, maddenin kimyevi açıdan kararlı olmak istemesi. Kararlı bileşikler, stabildir, güçlüdür, kavidir. Ve daha ilginci, kararlı bileşikler kendilerini kopyalarlar. Yani kararlı bileşikler, bileşenlerinin oluşturduğu bir "havuz"da kendilerine benzer bileşiklerin oluşmasını tetiklerler. (Bunu basitçe nasıl tarif edeceğimi bilemedim, Richard Dawkins'ten okuyunuz.)

Bilmemiz gereken bir başka şey de, maddenin "enerjisini kaybedip entropisini arttırmak istemesi". Fakat, dünyaya bir enerji girişi var. Güneş, enerjisini kaybedip entropisini arttırıyor ve bu yüzden "ışıyor". Bu bizim içinse enerjimizi arttırıp entropimizi azaltmamız demek: yaşamın nihai kaynağı güneş. güneş enerjisi ve doğrudan-dolaylı olarak sebep olduğu doğadaki enerji olayları (yıldırım gibi) olmasaydı, büyük moleküller sentezlenemezlerdi. Elementler bile ancak yıldızların "rahminde" sentezlenebiliyor. Güneş, enerjisi sayesinde dünyadaki elementlerin gerekli eşik değerini aşıp kararlı bileşikler oluşturmalarını sağlıyor diyelim.

Bu yolla önceleri aminoasitler ve proteinler oluşuyor. Bunlar, karbon ve azot içeren diğer bileşiklerin etraflarında oluşmasını sağlıyorlar, bir nevi kendilerini "kopyalıyor"lar. Canlılığa giden ilk adım, uzunca bir asit molekülü demek olan RNA'nın sentezlenmesiyle başlıyor. RNA'lar, bir "kod" içeriyorlar, uygun şartlar oluştuğunda etraflarında hep aynı proteinleri sentezleyen moleküller. Bu canlılığın ilk ciddi adımı oluyor ve arkasından evrim başlıyor.

Basitleştirecek olursak: Organik materyalin ilkel dünyada "kendiliği"nden sentezlenebileceğini biliyoruz. Bundan rna'nın nasıl doğacağını da. Rna'nın protein kılıflar oluşturması ise, ilk hücreleşmeye neden oluyor.

Bölüm II: Teori mi Kanun Mu?

Evrim Teorisi, adı üstünde bir teoridir. Fakat bu "ispatlanmamış bir şey" anlamına mı gelir? Yaygın ifadeyle, "ispatlansa yasa olurdu" mu diyeceğiz?

Evrim, gözlemlenen bir şey. Üstelik laboratuvarda test edilebilen bir şey. Bu tamamıyla pozitif bir mesele olduğunu gösterir. Gayet gözlemlenen ve ispatlanan bir olgudan bahsediyoruz. Evrim teorisi ise, bu gözlemlenen olgunun nasıl işlediğini açıklamaya çalışır. Öne sürülen tezler, laboratuvardaki testlerle, gözlemlerle, çıkarımlarla sınanır. 

Hep verilen bir örnek var: yer çekimini gözlemliyoruz. Bunu kendince açıklayan Newton'un formüllerine "yasa" dedik. belli parametreler dahilinde hep aynı sonucu veren bir formül var çünkü, hep de doğrulanıyor. Ama kuantum fiziği, atomaltı düzeyde farklı şeyler gösterdi bize, görelilik ise büyük kütleler sözkonusu olduğunda Newtonian fiziğin yetersiz olduğunu. Yine de bir "Newton yasası" vardır, zira formül, sınırlandırılmış alanında, her zaman doğru sonuçlar verir. Demek ki, yer çekimi olgusu ile buna dair teoriler ve bu teorilerden çıkan yasalar, bambaşka şeyler.

Evrimin bir "yasası"nın olması biraz zor. Zira çok kompleks bir konu ve dallı budaklı. Matematik mutlaka evrim teorisiyle ilişkilidir ve hem modellemelerde, hem ölçümlerde matematikten faydalanılır. Diyelim ki genlerin dağılımı ya da mitoz çoğalmanın hızı gibi konularda yasalardan söz edebiliriz. 

Özetle, evrim ve evrim teorisi farklı şeyler. Biri bir gerçeklik, gözlemlenen bir fenomen. Diğeri de bunun nasıl olduğunu açıklayan bir teori ki, onlarca bilim dalının katkısıyla şekillenir ve siz bunu okurken bile durmadan genişliyor.

Bölüm III: Darwin'in Tehlikeli Fikri

Darwin'in temel olarak öne sürdüğü ve diğer bilimadamlarınca geliştirilip mükemmelleştirilen teorinin ana hatları şöyle: Türler, ortak bir kökenden türemiştir. Bu ortak ata, farklı koşullarda farklı yollarda evrim sürecini takip eden nesillerin atasıdır. Doğrudan bir evrim yerine, saçaklı bir evrim vardır. Canlılardaki dönüşümü ancak yavruya aktarılan kalıtsal malzeme etkileyebilir, bunlara basitçe genler diyoruz. Genler düzenli olarak mutasyon geçirirler: Radyasyon gibi dış nedenlerden ötürü mutasyonlar, yani genetik bilginin değişmesi mümkün olabileceği gibi, kopyalama yanlışları da sık sık meydana gelmekte, kalıtsal malzemede değişiklik olmaktadır. 

Elimizde bir x türü var. Bu türün üyeleri belli oranlarda kalıtsal mutasyonlar yaşayacaklar ve bu mutasyonların büyük bir kısmı anlamsız, bir kısmı zararlı, bir kısmı da faydalı olabilecek. Faydalı olanların öne çıkıp türleşme yahut belirgin farklılaşma olması için ne lazım? Stres ve tecrit. Atıyorum bakteri olsaydı elimizde, bu bakteri şeker moleküllerini sindiriyor olsaydı da, ortamda birden şeker yok olsaydı, onun yerine sözgelimi metan gelseydi, metan sindirmeyi sağlayan bir mutasyon geçirmiş bakteri hayatta kalır, diğerleri ölürdü. Bu bakteri çoğaldıkça, yeni bir tür bakteri elde ederdik. (Benzer deneyler laboratuvar ortamında uygulanmış ve yeni bakteri türleri elde edilmiştir. Ayrıca hastalık yapan bakteriler sık sık antibiyotiklere bağışıklık kazanıyor ve daha da güçleniyorlar, bu da evrimin bir diğer tezahürü.)

Eğer koşullara uyum varsa, stres belirgin değilse, canlı olduğu gibi kalır. Stres yoğunsa, genetik çeşitlilik yeterli değilse ya da basit mutasyonlarla adaptasyon mümkün olmuyorsa, tür tamamen yok olabilir. Dinozorları düşün; oksijen oranları ve iklim değişince bir anda yok oldular. Minnacık memelilerse ortama hakim oldular, çeşitlendiler.

Yani evrim mutlaka değiştirecek, dönüştürecek değildir. Bugün Andaman adalarındaki insanların binlerce yıldır aşağı yukarı değişmemiş bir hayat yaşamalarına neden olan da, bizim gökdelenlerde tabletlerden internete girmemizi sağlayan da, evrimin dinamikleri mesela. Neden biz dijital medeniyeti geliştirdik de, onlar sivri uçlu tahtalarla balık avlıyor? Onlar diğer coğrafyalardaki insanların maruz kaldığı strese maruz kalmadılar.

Buna "en uygunun hayatta kalması" diyoruz, yahut doğal seçilim. Doğal seçilim "akıllı" bir mekanizma değil. Eleyici bir mekanizma: Diyelim ki oksijen oranının daha yüksek olduğu, dünyamızın genç çağlarında yaşayan bir canlı türüsünüz. Oksijen oranları azalınca, ona uygun gelişmiş metabolizmanız yeni koşullara uyum sağlamada zorluk çıkaracaktır. Bu yüzden yok olabilirsiniz. Ancak türünüzün bazı mensupları, geçirdikleri mutasyonlar nedeniyle bu yeni oksijen şartlarında hayatta kalabiliyorlarsa, onlar devam eder. Ve kendi aralarında çiftleşerek yeni bir tür oluştururlar. 

Kutup ayılarının serüveni bu konuda gayet güzel bir örnek. Bir boz ayı popülasyonunda diyelim ki beyaz kürke neden olan mutasyon taşıyıcısı bir genin frekansı, yani görülme sıklığı %0.01. Yani 10.000 ayıdan bir tanesinde var. Fakat ayıların avlanma sahası sürekli karla kaplı bölgeleri de kapsıyor. Bu bölgelerde beyaz postlu ayılar avları tarafından daha zor fark edilecek ve avlanma avantajı elde edeceklerdir. Bu sayede karla kaplı bölgelerde boz postlu ayılardan çok beyaz postlu ayılar daha çok dolaşacaklar, birbirleriyle çiftleşme şansları daha yüksek olacaktır. Hem annesi, hem babası beyaz postlu olan bireylerin beyaz postlu olma ihtimali artacaktır. İki beyaz postlu ayının boz postlu yavruları ise, avlanırken sorun yaşayacakları için ölecekler, genlerini aktarma şansı bulamayacaklardır. Nihayet nesiller sonra boz post rengi geni bu popülasyondan silinir. Yalnızca beyaz post geni kalır, ki araştırmalara göre bu aşağı yukarı 150.000 yıl önce gerçekleşmiş. Yani yalnızca 150.000 yıl önce, kutup ayıları boz ayılardan farklılaşmışlar. Fakat şimdi buzullar eridiği ve dünya ısındığı için, kutup ayılarının tecridi sonlanıyor. Artık boz ayıların avlanma sahalarıyla kutup ayılarının avlanma sahaları örtüşmeye başladı. Henüz bu iki tür çok farklılaşmış olmadığı için hala çiftleşip verimli soy elde edebiliyorlar. Yer yer karşımıza boz ayı-kutup ayısı kırması ayılar çıkıyor. Süreç böyle giderse, kutup ayıları ayrı bir alt-tür olarak ortadan kalkabilirler. 

Göz örneği üzerinden evrim mekanizmasını daha iyi anlatmaya çalışalım. Convergent evolution denen, mütekarib tekamül yahut yakınsak evrim diyebileceğimiz bir olgu var. Bu nedir? Uçmak için en verimli yöntem vücudun iki tarafında kanat olması ve bunların aşağı yukarı hareket yaparak hava hareketi ve farklı basınç alanları oluşturması ise, "uçma baskısı" olan bir tür, bu şekilde bir mekanizma geliştirir. Böcek de böyle uçar aşağı yukarı, kuş da. Hatta gerçek anlamda uçmayan ama süzülme dediğimiz hareketi yapan kertenkele de, memeli olan yarasa da. Bunu belirleyen ne? Fizik kanunları. Neden iki tarafta kanat? En verimlisi o, dört tane olduğunda verimli değil. Verimli olmadığı için onu geliştiren mutasyon diğerleri karşısında dezavantajlı, elenme ihtimali daha fazla. Sözgelimi dört kanatın gerektirdiği enerjiyi karşılamak için daha fazla avlanması lazım ve daha çok yorulacak, ama iki kanatlılar çok daha rahat. Neden kanat? Uçabilmek için gerekli basınç farkını o yaratıyor. Böyle türler arasında bir ata-döl ilişkisine bağlı olmaksızın benzer evrimsel çıktıların var olduğunu müşahede ederiz.

Göz de böyle. Işık dediğimiz radyasyonun belli bir bölgesini algılayan reseptöre göz diyebiliriz en genel ve ilkel anlamıyla. Işığın ne olduğu fiziken belli. Bunu algılayacak reseptörün temel çalışma prensipleri de aşağı yukarı aynı olacaktır. 

Göz bütün canlılarda birbirinden çok farklı. Sineğin gözü ile memelinin gözü, tek hücrelinin ışığı algılayan reseptörü... İnanılmaz çeşitlilik var. Çünkü belki birkaç ilgili gen ve protein ortaksa da (bu yüzden genellikle gözün farklı ve bağımsız evrimsel süreçlerde değil, tek bir ortak atanın kalıtsal materyalinin farklı alt soylarda farklı yollar izleyerek geliştiğine inanılır) milyonlarca yıl sonra bambaşka mekanizmalar çıkmış. Mesela bazı gözler bizim görünür ışık dediğimiz spektrumun ötesini de görmeye özelleşmiş. 

Göz niye baştadır? Yönelmenin sevk ve idaresinin olduğu yere yakın olması evrimsel avantaj sağlar da ondan. Götümüzde göz olsa, sıkıntılar yaşardık. En ilkel canlı, tek hücreli, ışığı götüyle algılasa ve sonra u dönüşü yapıp oraya yönelmeye çalışsa, sorun yaşardı. Gerçi tek hücrelinin gözü neredeyse, yönelmenin gerçekleştiği taraf o olacaktı, gözü nerdeyse götü tam aksinde kabul edilecekti.

Bir de mesela niye bazı canlılarda başın iki tarafına daha yakın gözler, diğerlerinde daha birbirine yaklaşık? Genelde av konumundaki hayvanlarda göz iki taraftadır, neredeyse 360 derece bir görüş açısı sağlar ama derinlik pek yoktur. Avcı hayvanlar ise ava odaklanabilmeli ve derinliği görmelidir, o yüzden gözleri birbirine daha yakındır.

Bölüm IV: Maymundan mı geldik?

İnsanoğlu özel stres koşulları ve tecritle farklılaşan bir tür maymunumsudan geldi. Daha öteye gidersek dinazorlarla çağdaş, sıçana benzeyen bir memeliden geldik. 

Fakat elbette maymunlar insan olmayacaktır: Bugün gördüğümüz maymunlar bizlerin atası değil, kuzenlerimiz; atalarımız ortak. Onların stres ve tecrit koşulları sözgelimi daha sivri dişler, daha yüksek kas gücü gibi özelliklerin gelişmesine sebep olurken, bizimki kıllarımızı döktü, ter bezlerimizi geliştirdi. İki ayağımız üzerinde uzun otların üzerinden çok uzağı görebiliyoruz. Hız konusunda sıkıntı yaşıyoruz ama çitalardan dahi avantajlı olduğumuz bir konu var: Hararet yapmıyoruz çünkü belki de yeryüzünde en çok terleyen canlı biziz. Uzun mesafeleri koşabiliyoruz, bıkmadan usanmadan avın peşinden gidip nihayet o hararet yaptığında tepesine çöküp yiyoruz. Onlar yüz metre koşucusu, bizler maraton; anlayacağınız. Ayaklarımızın üzerine dikilmemiz iki şeyle yakından ilgili: Ellerimiz ve memelerimiz.

İnsansı maymunlar arasında dişilerinde bizim anladığımız şekliyle meme olan tek tür, insanlar. 

Bunun oldukça ilginç bir sebebi var. İnsanın iki ayağının üzerine dikilmesi. Eskiden, dişi erkeğe poposuyla mesaj verir ve erkek popoya odaklanarak cinsel kızışmayı ve "dişilik kalitesi"ni anlardı. Ancak iki ayağımız üzerine dikilince, popoya benzer bir gelişme memelerde oldu, zira erkekler bu biçimbilimsel algıyı değiştirmediler, hedefini değiştirdiler. İki ayaklarımız üzerindeyken popo daha arkaplanda kalmıştı zira. Büyük memeliyi tercih ettiler. Böylece sürekli daha büyük memeli dişiler tercih edilerek, memelerin günümüzdeki formuna kavuşması sağlandı.

Memeler, eskiden çok daha basık ve yalnızca bebeği beslemeye yarayan organken, popoyu "taklit" ederek seçilimde kendilerine yer edindiler ve iyi ki edindiler! Yani türdeki bir cinsiyetin hem biyolojik, hem de "kültürel" yönelimi, diğer cinsiyetin morfolojisini değiştirdi, kasti seçilim yaptı. 

Ellerimiz peki? Ellerimiz, başparmak denen muhteşem şey nedeniyle bizi insan yaptı. Başparmak diyerek geçmemek lazım: İnsan türünde "opposable thumb" yani "karşılıklı başparmak" gelişmesi, sahip olduğumuz her şeyin öncül şartıdır.

Kavrama ve tutmaya yarayan, diğer dört parmağın tam karşısına konumlanmış baş parmak, insan türü iki ayağının üzerine dikildiğinde, elin çok fonksiyonel bir organ olarak kullanılabilmesine sebep oldu. Bu sayede alet yapabildik, bir kültür ve medeniyet yaratabildik. Diğer hiçbir türde bizimki gibi fonksiyonel bir başparmak yok. Ayak küçükparmağımız ise dengemizde çok az etki sahibi. Üstelik sürekli masa bacağına falan çarpıp duruyor. Eğer modern tıp gelişmese ve ayak küçük parmağını sürekli masaya çarpanlar yaralanma ve kan zehirlenmesine bağlı olarak ölüp dursalar, küçük parmağı doğuştan olmayan bireyler yaratacak bir mutasyonun ortaya çıkması halinde ayaklarımız dört parmaklı olurdu.

Bölüm V: Evrime neden düşmanlar?

Hıristiyanlığın belli mezheplerine inananlar, dünyanın 6 bin yıl yaşında olduğuna vs. de inanmak zorundalar. Fakat bilim tam tersini söylüyor. Bunlar ileri gidip, milyon yıllık fosillerden söz açıldığında "Onları oraya tanrı koydu ki imanımız test edilsin" diyebiliyorlar.

Evrim karşıtlığı Hıristiyan teolojisinin belli bir ekolünün zorunluluğu. Onlardan iktibas eden, yerli ve milli düşmanı vatan haini alçaklar da, evrimin dinsizlik olduğunu, evrimin çöktüğünü falan, üstelik hıristiyan tezlerine dayanarak iddia edip, Türk çocuğunu aptallaştırmaya çalışıyorlar. 

Evrime göre, çeşitli tartışmalar olsa da insan evrimi, homo genusu yani "insanımsı"lar maymunla "ortak atadan" türedikten sonra, aşağı yukarı şöyledir:

Homo Habilis, yani becerikli insan. El ile kavrama yeteneğini arttıran "karşıt başparmak" ilk defa bu türde ortaya çıktı ve alet kullanılmasını mümkün kıldı.

Homo Ergaster, yani "çalışan insan". Bu tür, basit aletleri çoğaltarak bir nevi "endüstri" oluşturdu, yoğun bir şekilde kullanıma yönelik ya da süs&ritüel amaçlı (genelde “kız tavlamak için”. Zira iyi aletler yapabilen erkek, hayatta kalma ve dolayısıyla çiftleşme şansını arttırıyordu. Antropologlar, bazı aletlerin sadece dişilere sunulmak üzre, kullanım amaçlı değil, ritüel amaçlı, “bu denli ideal, kusursuz aletler yapabiliyorum” mesajını iletme amaçlı yapıldığını söylüyorlar.) aletler üreterek seri ve etkin bir şekilde kullandı.

Homo Erectus, yani "dik duran insan". Bu tür, Homo Ergaster ile aynı tür de olabilir, iki ayağı üzerinde verimli bir şekilde duruyor ve uzun mesafelere göç ediyor, dünyayı kolonize ediyor, yavaş yavaş kavramlar ve konseptler geliştiriyordu.

Homo Sapiens, yani "düşünen insan". Artık insan soyu somuttan soyuta bir düşünsel evrimin içerisine giriyor ve ilk temel ve girift "mem"lerini yaratıyordu.

Homo Sapiens Sapiens, yani "düşündüğünün üzerine düşünebilen insan", bizim türümüz. Fiziki olarak Homo Erectus'tan çok da farklı değildir, ancak mental açıdan çok farklıdır. Yarattığı "mem"ler ile, genlerinin ona sağladığının çok ötesinde bir güce ulaşmış, bütün varlığını ve gücünü "düşündüğünün üzerine düşünebilmek" yeteneğine borçlu bir insan türüdür. Soyutlamalar yapabilir, beyni dil yaratmaya donanımsal olarak muktedirdir. 

Bu basit kronolojiyi bir teşbih için kullanırsak, "insan gibi insan olmak" için becerikli olmalı, çalışmalı, dik durmalı, düşünmeli ve ne düşündüğümüzü bilmeliyiz.

Evrim teorisine düşmanlık edenler, evvela bu "kamil insan"ı istemezler: Onlar için Erectus ve sonrası gereksizdir: İnsanlar eğilmeli, çalışmalı, üretmeli ve ölmelidirler. Dik duran, Kuran tabiriyle "gökyüzüne başını kaldırıp bakan", sonra düşünüp, ne düşündüğü üzerine kafa yorabilen insan, örneğin diktatörlerin, politikacıların, çeşme başı haramilerinin işine gelmez, istenmez. 

Evrim teorisi insana bir farkındalık, ufuk, kavrayış kazandırır. "Şeyler"in niye "böyle" olduğunu düşünüp bulmasını sağlar: Bu toplum bu hale nasıl geldi? Arkasındaki dinamikler nelerdi? Ben nereden geldim, nereye gideceğim? Bu, böyle gelmiş böyle gider mi? 

Bu sorgu, sorgulanmaz, dokunulmaz olan bir çok putu alaşağı eder ve insanı özgürleştirir. Temelde, bilimin en müthiş, insanı hayret ve hayranlıkla vecde getiren konularından biri olan evrim teorisine düşmanlık bu yüzdendir: Bu düşmanlığın, insanlığa, kitlelere, Ali'ye, Ayşe'ye, Mehmet'e düşman olanlar tarafından, onları bir "sanrı matriksi"nin içinde tutabilmek, işkencecisine bağlanmasını temin etmek için pompalandığına emin olabilirsiniz. 

Evrimi anlamadan bilim mümkün değildir. Bir defa tıp mümkün değildir. Sonra, her şey evrimleştiği için, beşeri bilimlerden pozitif bilimlere, üreteceğiniz her metin eksik, kusurlu kalır. Değilse, yeni bir şey söyleyemez. 

Dolayısıyla evrim teorisine düşmanlık edenler, Türk düşmanı vatan hainleridir.

Bölüm VI: Evrim teorisi çöktü mü?

Çökmedi.

***

Umarım bu dağınık yazı, birazcık olsun faydalı olmuştur. Doğrudan evrim öğretmek için kullanılamasa bile, bu yazıyı okuyanlar belki sorularının bir kısmına cevap bulur, daha ötesini benden iyi bilenlerden okur, gençlere okuturlar. Şu sıralar en milliyetçi eylemlerden biri şüphesiz müfredatının ırzına geçilen Türk öğrencilere fisebilillah evrim teorisi öğretmektir. Türk çocuğunun aptal ve cahil kalması için dört koldan saldıran islamcı cahiliye devrine karşı koymalıyız.

Ben bir Türk milliyetçisi olarak, işten yorgun argın gelmişken bu yazıyı kaleme alıp küçük çapımın yettiği kadar vazifemi yerine getirdim. 


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. 

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.

Who's Online

311 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Latest Park Blogs