Yıllar önce okumuştum, meşhur bir geyiktir: İki atın sağrılarının genişliği, bugünün uzay teknolojisini etkiliyor...
Hikayenin özeti şöyle ki, Amerika'da uzay mekiklerinin yakıt hazneleri, fırlatma sahasına demiryolu ile getirilir. Bu büyükçe yakıt hazneleri, fırlatma sahasından uzak bir bölgede üretilirler. Demiryoluyla taşınırken, bazı tünellerden geçmek zorundadırlar. O tüneller de, rayların genişliğinden biraz daha geniştir: o yüzden yakıt depoları belli bir genişlikten daha büyük yapılamaz, zira taşınmaları imkansızlaşır.
Peki o tüneller neden o genişliktedir? Rayların genişliği “öyle” olduğu için. Raylar neden “o” standarttadır? Zira Amerika'ya demiryolu standardını İngilizler getirmiştir. İngilizler neden o genişlikte raylar yaparlar? Çünkü standardı vaktiyle Britan'yanın güneyini yöneten Romalıların yaptığı yollara göre belirlemişlerdir. Romalılar neden öyle raylar yapmışlardır? Çünkü Roma'da en yaygın kullanılan arabalar, iki atın çektiği cinstendir.
Hikayenin vurucu sonu: Binlerce yıl önce yaşamış iki atın sağrılarının genişliği, bugünün uzay teknolojisini böyle etkiler.
Bu “modern zaman mitosu” doğru mudur, bilmiyorum. Fakat ülkelerin geçmişi onların sonralarını etkiler, biyolojik evrim mekanizmasına benzer bir biçimde: Giriftleştikçe, uzuvlar ve hücreler özelleştikçe bazı ihtimaller tamamen ortadan kalkar. Bir tek hücreli için sonsuz evrim ihtimali vardır neredeyse, fakat bir kuş için hemen bir sonraki merhalede sualtı yaşamına uyum sağlayan uzuvlar geliştirme ihtimali sıfırdır. Kuş türü, sualtında yaşamaya zorlayan bir çevresel stres altındaysa, önce -sözgelimi- tüylerini dökmeli, sahilde yaşamaya uygun uzuvlar geliştirmeli, bir sonraki basamakta sualtı solunumuna uyum sağlayan uzuvlar geliştirmeli, nihayet sualtında yaşamaya başlamalı ve sualtında yaşayan nesiller sualtı hareket kabiliyetini arttıran dönüşümler geçirmelidir. Suda başlayan hayat, gökyüzüne çıkmışsa da, istediği anda sualtına dönemez, dönmek için yeniden evrilmelidir, “aynı” olarak da dönemez: Geriye evrim diye bir şey yoktur, zaman sürekli ileri akar.
Toplumların geçmiş tecrübeleri, kimi gelişmeler için ortam sağlar: Hollanda, “limited şirket” denen, ortaçağ sonrasının en önemli icatlarından biri kabul ettiğim kavramı yaratmaya “uygun” bir “arkaplan”ı haizdi. Limited şirket; yani şahıslardan sıyrılmış bir “kişilik” olarak tüzel bir yapı kazanmış, ticarete çağ atlatıp dolaylı yollardan birçok gelişmeyi tetiklemiş bu olgu, neden Osmanlı'da gelişmedi de Hollanda'da gelişti? Hollanda'nın “stres faktörleri” onları buna itmişti, o çağda Osmanlı buna “ihtiyaç” duymuyordu. Ve Avrupa'da yeşeren dönüşümler, Osmanlı'nın da buna ihtiyaç duymasını sağladı, zira bir “paradigma sıçraması” ile karşı karşıyaydık artık: Zenginliğin, büyüklüğün tanımı değişmişti. El kadar Hollanda, koskoca Osmanlı'dan daha önemli, daha zengin, muhtemelen daha güçlü ve insanlık medeniyetine daha fazla katkı yapan bir ülke haline gelmişti.
Bunun sıradışı, ancak biraz müphem bir örneğini IKEA'da görüyorum ben. Tayyip Erdoğan'ın bizden, IKEA'nın İsveç'ten çıkması, tarihe şöyle bir bakınca “beklendik”tir.
İskandinavya, tarihin eski devirlerinden beri kerestecilik ve kereste işleme alanında önde. Zira ormanlar var, havzası da ormanlarla dolu. Elbette Arabistan'dan değil, İskandinavya ve çevresinden “odun” ile ilgili icatlar, keşifler bekleriz.
Bu avantaj, örneğin tekniklerin ilerlemesi ve denizle haşır neşir olmak sebebiyle, “Viking Gemisi”ni yaratıyor. Üst üste bindirme tekniğiyle yapılan bu ahşap gemiler yüksek manevra kabiliyetini haiz, denizde ve nehirde hareket edebiliyor, kolay taşınabiliyor ve bu sayede birbirine yaklaşan ırmaklar arasında karadan taşınarak çok uzak mesafelere hızlı gidilmesini sağlıyor. Bu gemi, İskandinavyalılara müthiş bir güç bahşediyor ve Avrupa ile Asya içlerine (Azerbaycan'dan Paris'e, hatta Kuzey Amerika'ya) akınlar düzenleyebilmelerini sağlıyor.
Sadece bu mu? Bir de “log cabin” ya da “log house” denen, işlenmemiş ya da az işlenmiş kütüklerle yapılan evler var, özellikle ormanların daha yoğun olduğu Finlandiya'da.
Bu ev yapım tekniği, oldukça pratik. Amerika'ya giden İsveçli yerleşimciler, kolonizasyon çağında bu ev yapım tekniğini Yeni Dünya'ya getiriyorlar. Yapımı pratik olduğu için, özellikle kerestenin bol olduğu eyaletlerde bu evler geçici ya da pratik konaklama tercihi olarak kullanılıyor. 1900Lü yılların başına gelindiğinde, Norveçli girişimciler, ilk defa “birleştirmeye hazır kereste parçalarından oluşan evler” satmaya başlıyorlar: Norveç'te üretilen keresteler, bir araya kılavuza uygun bir şekilde getirildiğinde ev oluşturacak şekilde hazırlanıyor ve birleştirilmeden müşterilere satılıyor.
Bu mantığın mobilyalara uygulanması da yine İskandinavya'da gerçekleşiyor. Sonrası malum: Birleştirilmeye hazır mobilya parçalarını üreterek satan, işlevinden çok konsepti ile öne çıkan bir dünya devi, İsveçli IKEA. Tuhaftır ki, sağladığı avantajlar sebebiyle bugün merkezi İsveç'te değil, değindiğimiz Hollanda'dadır.
Bizden neler çıkabilirdi, çok girmeyeceğim. Başka bir yazının konusu olsun. Fakat bu veçhile söylemeliyim ki Tayyip Erdoğan'ın bizden çıkması beklendiktir. Kişilerarası nezaket kurallarının neredeyse hiç olmadığı, herkesin birbirine kaba davrandığı bir ülkede elbet “ananı al da git lan” diyen, tokat atan bir adam “baş” olacaktır. Ya da Ipsos'un 2012 raporuna göre, en önemli ve ortak değerimiz “din” imiş, din vurgusu yapan adam, niteliksiz bile olsa, başa geçecektir. İlginç olan şu ki, aynı rapora göre ikinci en önemli ve ortak değerimiz çevre, öyleyse Erdoğan'a karşı bir kalkışma elbet Gezi gibi, “çevre” vurgusuyla başlayan bir hareket vesilesiyle olacaktır. (Tabii not etmeliyim ki, din önemlidir diyen herkes dinin gereklerini yerine getirmez. Çevre önemlidir diyen herkes de çevreci değildir. Sadece sorulduğunda önemser, bir bilişsel çelişki içindedir insanlar.)
"Aslan yatağında tilki yatar mı?" diye soruyor ya Alevi ozan. Tersi de doğru: tilki deliğine de aslan girmez. Toplumları şekillendiren; kaynaklar, stres faktörleri, değerler ve ahlak yapılarıdır. Batının ahlakını almayalım, fennini alalım diye bir şey yok: o fenni yaratan, ahlaktır. Düşünce ahlakı, sistematiğidir örneğin. Batının ahlakını almayan, fakat fennini alan ortadoğulu, HD kalite kafa kesme videosu yayımlayan IŞİD'den öteye gitmez.
Pekala Tayyip Erdoğan gibi insanlar tekrar cumhurbaşkanı, başbakan olmasın diye ne yapmalı? Toplumun değerlerini ve ahlakını yeniden dizayn etmeli, bir kulturkampf vermeli. Atatürk bunu denedi, fakat hem esastan hem usulden hataları vardı. Türk milliyetçiliğinin “muhafaza edici” işlevi yanında, bu dönüştürücü işlevi yoksa, milliyetçilik Erdoğanları “ortadan kaldırmaz”, sadece birini indirir, diğerini üretir.
Ancak biz şanslıyız, Gökalp'in “başka milletler medenileşmek için ileriye dönmeli, biz ise geriye bakmalıyız, eskiden daha medeni idik” mealindeki tespiti önemlidir. Yüzlerce yıl önce Orta Asya'da koşturan atların sağrıları üzerine oturanların, milletine hesap veren bir kağanları vardı örneğin, Orhun abidelerinden biliyoruz. Yine aynı abidelerde, “kağanlı millettim, kağanım hani? Devletli millettim, devletim hani? Bu Çinliye mi hizmet edeceğim?” diye sorgulayarak, “Çin Kağanı'na düşman olan” bir milletten bahsediliyor. Bunlar, ilerlerken, medenileşirken, “arkamızdaki destek” noktalarıdır.
Bizim uzay teknolojimizi, Orta Asya'nın atları etkilemelidir. Kim bilir, belki davulunu çalarak göğe, Tengri katına çıkan “kam”lara bir hürmet nişanesi diye, Türk uzay adamına astronot değil, direkt “kam” deriz o gün.
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar