Aşağıda okuyacağınız yazı, Radikal Blog'da 10 Haziran 2015'te yayımlanmıştı. En son baktığımda 20.000 civarı okunmuştu, bayağı ilgi görmüştü. Ancak gelen şikayetler üzerine, görsel ve başlık tahrik edici görüldüğünden, yayından kaldırıldı.
Sosyal bilimciler insan topluluklarını çeşitli özelliklerine göre tasnif ederler. Örneğin en eski tasniflerden biri, Gustave Le Bon'un "kolektif - bireyci" ayrımıdır: Kimi topluluklar daha kolektif, kimi topluluklar daha bireyci bir anlayış ve kodların hakim olduğu yapıdadırlar. Aşağı yukarı aynı dönemde, bugünü hala etkileyen bir Ferdinand Tönnies yaklaşımı ortaya çıkmıştır:Gemeinschaft ve Gessellschaft. Gemeinschaft'ı cemaat ya da topluluk, Gessellschaft'ı cemiyet ya da toplum olarak çevirebiliriz. Buna göre, bir cemaat, geleneksel, duygusal ve öznel etkileşimlerin oluşturduğu bir iptidai topluluk şuuru üzerine bina edilmiş bir insan biraralılığıdır. Cemiyet ise, insanlar üstü bir ortak algı ve uzlaşının yarattığı sosyal uzantılar üzerine bina edilmiş, görece geç dönem ortaya çıkmış, bugünkü batı medeniyetinin temeli olan bir toplum olma halidir.
Daha yakın dönemde, E. T. Hall'un "yüksek bağlamlı kültür - düşük bağlamlı kültür" ayrımını görürüz. Kimi kültürlerde, bireyler ve topluluklararası, ve birey-sosyal ortam arası iletişimde bağlamın belirleyiciliği yüksek, etkileşim dolaylı ve girifttir; bu kültürlere yüksek bağlamlı kültürler deriz. Diğerlerinde, bağlamın belirleyiciliği düşüktür, iletişim daha doğrudan, daha formeldir, bunlara düşük bağlamlı kültürler deriz.
Nihayet, Geert Hofstede'nin "kültürel boyutlar" kuramı, esasen sosyoloji-antropolojinin bütün tasniflerini bir ölçüde birleştiren, bir nevi sosyal bilimlerde "her şeyin teorisi"dir. Hofstede, "güç aralığı", "bireycilik-kolektifçilik", "belirsizlikten kaçınma", "erillik-dişillik", "uzun vadelilik-kısa vadelilik" ve "müsamaha-kısıtlama" başlıklarında kültürlere değerler vererek onların diğerlerine kıyasla nerede durduğunu anlamaya çalışır.
Yüzeysel bir şekilde Türkiye'yi bu kuramlara oturtursak, Türkiye'de insanlar "cemaat" özelliği gösterir, "kolektif" yapıdadırlar. Türk kültürü, yüksek bağlamlı bir kültürdür. Türkiye'de güç aralığı yüksektir, sürü psikolojisi hakimdir, belirsizlikten korkulur, Türk kültürü dişil değerlerle yoğrulmuştur (ataerkil yapı ile karıştırmayınız.), kısa vadeli odaklanmayı tercih ederiz ve aşırı kısıtlamacı, "mahalle baskısı"nın ülkeye teşmil edilmiş bir hali toplumu ve bireyleri etkiler.
Kanaatimce, yüksek bağlamlı ve kolektif kültürler, "güç aralığı"nın genişlemesine, makamlar, rütbeler ve sosyal tabakalar arası geçişlerin zorlaşması ve ilişkilerin aşırı hiyerarşikleşmesine neden olurken, "birey"i öldürerek, "kimlik lehine kişilik"ten taviz verirler ve her insanı birer "unite"ye indirgerler.
Esasen karıncalar arasında "kraliçe" de bir "güruh" parçasıdır ve tek başına hiçbir şey değildir ama, popüler inanışa uyarak bir metafor kurarsak, bu kültürler, teker teker hiçbir karıncanın bir şey ifade etmediği, tek bir kraliçede sembolleşmiş, birey aklının ortadan kalkıp "kolektif şuur"un sonsuz baskınlığının hüküm sürüp her bir "bileşen"i yönlendirdiği, kendine mahkum bıraktığı birer karınca kolonisi gibidirler.
Bu vaziyet, eğer Hobsbawm'a kulak verecek olursak, "böyle olmanın yanında", bir de "yeniden üretim"e maruz kalır. Yani, özellikle modernleşme ile birlikte, kültürün mahiyetinin, cemiyetin davranış kodlarının değiştirilmesi önemli ölçüde mümkün olmuştur ve kimi zaman müspet amaçlar uğruna, kimi zaman başka saiklerle, kimlikler, kültürler ve yapılar yeniden üretilir.
Bu yeniden üretme ve tahakküm (Bkz. Gramsci, Hegemonya) sürecinde, iktidarı ellerinde bulunduranların "araçları" da sözkonusudur. Özellikle medya, "Suskunluk Sarmalı" denen Elisabeth Noelle-Neumann tespitini besler. Buna göre özetleyecek olursak, iktidar, medya yoluyla her "ünite"ye, yalnız olduğunu, aklındaki fikrin aptalca/gülünç/yanlış/haince olduğunu ve kendisinden başka kimsenin öyle düşünmediği mesajını iletir. Bu mesaja maruz kalan "ünite", fikrini "kendine saklar" ve esasen aynı ya da benzer görüş ve duyguları paylaşan çok kalabalık bir kitle, bir "suskunluk sarmalı"na kapılarak, bir avuç muktedir tarafından yönetilirler.
Bu suskunluk sarmalı ve bireylikten "ünite"ye baskılanma, ihtiyaçlar da doğurur ve bunlar tatmin edilmek zorundadır. Bu, Hegemonya'nın iplerini elinde tutanların bir "pseudo-kimlik"i, geniş kitlelere bir ilüzyon ve tatmin aracı olarak sunmasıyla aşılır.
Her insan, öyle ya da böyle, "katharsis"le bir rabıta içerisindedir ancak, böyle bir insan topluluğunda bireylerin "kendine yabancılaşması" had safhada, bu yabancılaşma üzerinden tatmin olma ihtiyacı zirvededir. Bu yüzden, böyle cemiyetler, her bir üniteyi kendinde cisimleştiren, müşahhaslaştıran bir "idol"e ihtiyaç duyarlar. Kitleler baskılanmışlıklarını ancak böyle aşabilir, rahatlatabilirler. (Fakat çözemezler, ortadan kaldıramazlar.)
Böyle olunca, AKP seçmeni ve AKP arasındaki ilişkiyi, pornoya benzetiyorum. AKP seçmeni elbette "hatalı"dır ancak "suçlu" değildir: İdrak donanımı edinememiş ve kasten "bozulmuş" bir kitlenin sağlıklı reaksiyon verememesi onun suçu değildir. (Fakat, ailesinden şiddet gördüğü için şiddete meyyal hale gelen genci nasıl tecavüz edince "asıl suçlu ailesidir" diyerek salıvermiyor, cezasını çekmesini sağlıyorsak, bu tespit AKP seçmenini aklamaz.) Ve bu kitle, nasıl porno izleyen bir insan kendisinin hiçbir dahli olmayan bir cinsel birleşmenin illüzyonu ya da simülasyonundan zevk alıyorsa, amiyane tabirle "Tayyip vurdukça zevkle inliyor". Kendi gecekondusunda sefil bir hayat sürerken, Erdoğan'ın sarayda sürdüğü sefadan düpedüz "mutlu" olması bunu gösteriyor.
Sessiz yığınlar, Erdoğan'da kendilerine bir ses, bir erk ve zenginlik buluyorlar, bunun tatminini yaşıyorlar. Bütün bir ülke bir porno seti gibi; çevrilen porno her bir eve servis ediliyor ve ancak çok az insan, cinsel istekleri tatmin olmuş, pornoyla kurduğu tatmin ilişkisi ancak "seyrek, ihtiyaç halinde beliren" bir tarza dönüştürmüş, Eric Hoffer'ın "makul vatandaş" dediği insanlar bundan etkilenmiyor.
Öyleyse AKP'den ülkemizi nasıl kurtaracağız? Araştırmalar gösteriyor ki, "porno bağımlılığı", kolay ortadan kalkmıyor: Evlenen, düzenli cinsel hayata kavuşan insanlar, pornoyu bırakmıyorlar. Hatta gerçek hayattaki cinsellikten vazgeçip, yalnızca porno izlemeye yönelen insanların sayısı ciddi bir yekun tutuyor. (Kimbilir, bu belki de pornodaki simülatif cinselliğin, gerçek hayattaki "sorumluluk içeren" cinselliğin aksine, sorumluluğu ortadan kaldırmasıyla alakalıdır. Belki Arendt'in "kötülüğün sıradanlığı" buradadır.)
Meşhur Apple reklamında ekrana çekiç atan kadın gibi, bu kısır döngü belki de ancak ekranı kapatan, evladına interneti, bilgisayarı yasaklayan anne baba tavrıyla kırılabilir: İzlenecek porno yoksa, bağımlı elbette yoksunluk sendromlarından etkilenecek ve ufak gelgitler yaşayacaktır ama, döngüyü kıracaktır. Yeterli porno mahrumiyetinden sonra gelebilecek bi rehabilitasyon süreci, bağımlıyı tedavi edebilecektir. Ancak porno oynayan ekranın kapatılması şarttır.
Bunu, koalisyon tartışmalarına şöyle yorabiliriz: "Biz iktidara mahkum ve mecbur bir partiyiz" demiş Arınç. Anlamı: "İktidardan düşersek, ihale dağıtma ayrıcalığımız gidecek, kitlemiz dağılacak. Yargılanmamızın yolu açılacak. Birbirimize düşeceğiz. Alacakaranlık çökecek."
Öyle ya da böyle, HDP dışında herhangi bir partinin AKP ile koalisyon yapması, pornonun devam etmesine sebep olacaktır, AKP kitlesinin "düzelmesi" için bu en küçük katkı yapmaz ve "AKP" ortadan kalkmaz. En fazla, yeni bir parti, AKP'yi ortadan kaldırıp "yeni AKP" olarak aynı biçim ve usulde yoluna devam eder. HDP'nin AKP ile koalisyonu ise faydalı olabilir: Porno metaforuna dönersek, heteroseksüel bir adamın eşcinsel pornosundan tiksinme ihtimali çok yüksektir ve AKP seçmeni gözünde bu koalisyon eşcinsel pornosu işlevi görecektir.
Devlet Bahçeli'ye, herhalde pornosu olmadığından emin olabileceğimiz tek siyasetçi olarak, bu pornografiye son vermek için büyük görev düşüyor, bakalım yapabilecek mi.
Bu arada, porno porno deyip durduk, Türkiye'ye ilkel de dedim, idollerden de bahsettim, ilginç bir bilgi vereyim. Newscientist'te Jude Isabella imzalı bir haberde, bilimadamlarının meşhur Venüs heykelciklerinin birer tapınma aracından çok, bir tür "ilkçağ pornosu" olduğunu düşündüklerini okumuştum, kullandıkları tabir de "paleo-porn" idi. Cumhuriyet kazanımlarının ırzına geçerek taş devrine götürdüğü ülkede, yarattığı yeni idollerle porno çeviren AKP'ye, paleo-porn tabiri çok yakışıyor.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
AKP Pornosu
Yazan:
M. Bahadırhan Dinçaslan
Kategori:
Köşe Yazıları
27
Tem
2015
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır
Etiketler
Yorumlar