Bu yazı yalnızca Aşık Reyhani ve onun eserlerine dair inceleme nevinden bir yazı değil. Bir ağıt; ve kaleme aldığım günün sabahında şakaklarımdaki kırların bollaştığını görmemden mütevellit, sanırım, babamı anlamanın bir nişanesi olarak kişisel seyrime düştüğüm bir not.
Yazının başlığı, aynı ruh iklimini paylaştıklarımızın şıp diye bileceği üzre, Şehriyar'ın Heyder Baba'ya Selam şiirine bir nazire... Benim yaptığım da o aslında; babama ve onun temsil ettiklerini sanatıyla remzleştiren Reyhani Baba'ya bir selam bu yazdığım.
Babam tuhaf adam... Daha ben anne rahmindeyken, annemi her dolunay gecesi dışarı çıkarır, ayışığı banyosu yaptırırmış bana, ve şiir okurmuş daha ben doğmadan. (Tabii o zamanlar şamanlık tarafı baskın babamın, yıllar geçince, daha ortodoks müslüman oldu...) Oğlu şair olsun istermiş hep.
Ve ben çocukken, babam tuhaf adamdı... Türkü dinlerdi. Ama öyle "modern" yorumlardan değil, isimsiz halk ozanlarının "yanık ve acemi" icralarından dinlerdi, hala dinler. Küçükken dalga geçerdik. "Tıngır tıngır açtı yine bu ne ya" derdik. Büyüyünce öylesine henüz kulağımızı alıştıramadıysak da, türkü dinlemeye başladıktı. Şimdi, sanırım "adam oldum", gerçekten büyüdüm. Reyhani Baba'yı dinliyorum, anlıyorum...
Şimdi buraya Reyhani'den değil, Mahzuni'den bir "Dumanlı Dumanlı Oy Bizim Eller" gelsin sevgili kaari. Mahzuni baba, bu türküyü Avşar usulü çalmış. Pek tasnifine, kağıt kırtas tarafına giremeyeceğim ama, Avşarların türkülerinde sazı belli bir çalış usulleri vardır, bu türküden diğer Mahzuni eserlerinin değil, o amatör kasetlerdeki isimsiz Avşar ozanlarının tadını alıyorum ben. Sanki İmami ya da Gül Ahmet Yiğit'in sesini duyacakmışım gibi.
Daha önce bir yerlerde "ev dediğim bir yer varsa, annemin babamın evi bile değil, dedem ve babannemin mütevazı tanrılar olarak yaşadıkları o köy evidir." demiştim. Ne güzel demişim. Çok zaman oldu evimizin önündeki pınardan su içmedim. Atalarımın eşkıyalık yaptığı dağlara tırmanmadım. Komşunun köpeğinden korkup yarı yoldan geri dönmedim. Bir ekşi ayran içmedim, meşelikten dal toplayıp kurban etini afiyetle mideye indirmedim. Tüfeği alıp şöyle içimden geldiğince dağlara ateş etmedim.
"Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, şöyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.
Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!"
Demiş Necip Fazıl. Dağlarda şarkı söyleyemiyorum. Aynen küflenmiş, cıvımış ruhu gibi yapış yapış bir şehirde "dokuz altı yollarında / bir zincir boğazımda". Ben "dağın maralı çölün çakalına yar olmaz" diye intihar eden anaların torunuyum. "Dağda kurt eniklerken doğurdu anamız bizi" diyenlerin soyuna akrabayım. "Ki nesi kalır dünyanın / dağları çeksen aradan" diyen ozanı okuyarak büyümüşüm.
Oturup ağlasam delidir derler. Aklını, izanını, insafını, namusunu, gailesini, hasılı her şeyini siktiğim bir "yığın"da, şehir yanılsamasıyla yaşıyorum ona yanarım. Üç beş kazanımı var şehrin diye yarattığımız "medeniyet"in gölgesinin gölgesi şu İstanbul; şehir başka bir şey olmalıydı, bu bok çukuru değil. Hangi semte taşınırsam taşınayım sinir doluyorum, bunalıyorum, toplum düşmanı kesileceğim handiyse. Bu yaşamı kabullenen deli değil, ben köyümü özleyip oturup ağlasam deliyim?
Dağlarıma kastı nedir devranın? demiştim. Mustafa Yıldızdoğan'ın "betonların arasında / arıyorum bir kuş abi" deyişindeki safdillikle anlayamıyorum. Anlamamakta direteceğim.
Bayram olacak. Bayram gelecek. Ben köye gideceğim. Yaylaları göreceğim. Babannem gadamı alacak. Dedem bana kurban olacak. Ertesi gün sıkılacağım. Geri döneceğim. Buradan da sıkılacağım. Bu ne idüğü belirsiz yığının şekillendirdiği bok kokulu ruhum ne köye ait olabilecek, ne kendine bir şehir bulup, "bilmem kaç bin yıllık göçün durağı / ıslığında yetim kalan o türkü" dizelerim mucibince bir durak bulacak. Savrulacağız, ben savruluyorum en azından. Bambaşka bir dünyaya gözlerini açsın isterdim müstakbel çocuklarım. Hür, yabani ve asil olurlardı. Oysa şimdi Faruk Nafiz'in oğluna yazdığını okuyorum:
"Akşamları bir camın önünde seni değil
Elindeki çıkını gözetleyen karındır.
Hakkın önünde eğil, zulmün önünde eğil!
Taçlar bile cihanda eğilen başlarındır"
Başımız eğik geziyoruz işte. Ölümümüz "tozlu yol" bile olmuyor, tertemiz araca bindiriyorlar, geçen bir ağabeyimi bindirdim oradan biliyorum. Ah Şükrü abi; Şükrü Tekdemir. Sen de içimde yarasın, göremedim ölmeden önce seni, bu mahcubiyetle göçeceğim Atsız'ın meçhulüne. Gidiyorsun, mezar tertemiz eşilmiş, hazırlanmış. indiriyorsun, Tertemiz beton kapaklar koyuyorlar. Dönüyorsun, tertemiz bakımlı mezar.
Neyse ben Reyhani'ye döneyim... Efendim, "türkü var türkü var". Her türlüsüne eyvallah, çoğunu severiz ama, türküden asıl hazzeden, onu en iptidai, en "teklifsiz", en tabii haliyle dinleyendir kanımca, yani babamdır. Kültür Endüstrisi meselesine girmek lazım da gerek yok. Türkü işlenir elbet, düzenlenir, Sevcan Orhan ya da Erkan Oğur yaratır. İkisi de farklı işleme türlerine örnek: Sevcan Orhan daha piyasa, "pop"? Erkan Oğur aşarak işleme, içererek aşma.
Ama hepsinin ötesinde, eline sazı alıp karadüzen çalan bir ozan vardır türkünün çekirdeğinde. Sesi kötüdür, yorumu kötüdür (hem sesi hem yorumu -bence- kötü olduğu halde kitleler tarafından sevilmeyi başarmış bir Neşet Baba var, iyi ki var) ve çoğu gencin, insanın hoşuna gitmez "tarzı". Zira iptidaidir, "kıro"dur, evine arkadaşlarını çağırdığında dinletebileceğin konumda görülmez.
Ama türküyü yaratan o ruhtur, mayadır işte. Orada doğar, sonra bir defa daha işlemden geçer, sunulur, tüketilir. Bak bir, aşık Meydani var bildin mi, "kopuzum dedemden yadigar kaldı / Ben Türkmen eriyim, türkü söylerim" diyen. O adam "Uzat ellerini güneşi tutak / Sen o yandan, ben bu yandan sevdiğim" diyor, Merih'te yayla yaylıyor genç adam. O ümmi adam, senin üniversitede Peyami Safa'nın tufeylisi gibi burnun bok içinde kapıldığın kısır döngülerde asla yakalayamadığın bir ufku yakalıyor, kozmik bir aşkı tasavvur ediyor.
"Benim tabiattan tek bir muradım / Götüreyim nazlı yare bir çiçek" diyen adam, Aşık Reyhani baba, o türkünün boktan ambalajına burun kıvırıp özünden, içeriğinden kendini mahrum bırakanların tamamından daha üst perdede yaşıyordur aslında hayatı. Bütün bu kitle bir araya gelse, şu iki dizenin kudretine erişen bir laf edemezler. Neyse, "belki derdimize çare bir çiçek".
Türküsüz, hele ki tarif ettiğim gibi en saf, en işlenmemiş haliyle türküsüz bir hayat yaşamak istemezdim. Sanırım sevdiğim kadın, müstakbel çocuklarım, arkadaşlarım, eşim dostum vs. asla anlamayacak benim Reyhani Baba'dan anladığımı. Ve git gide yalnız kalacağım: biz bu ruhu tanıyacak, ondan lezzet alacak ve beslenecek belki de son nesiliz. Müstakbel çocuklarımın belki de asla bu tada varamayacak olması beni yaralıyor. Sırf bir türküyü bildiği için başka gözle bakmaya başladığım ve uğruna türkü yaktığım bir kadının doğurduğu çocuklar olacak onlar belki de...
İstemem türküsüz efendim tahta sultan olmayı diyelim. Babam sayesinde tanıdığım, üstelik arada bir Bozkurtlar'a da türkü yaktığını bildiğim ülkücü Ozan Reyhani Baba'nın sevdiğim deyişlerini paylaşayım yorum yapmadan. Okuyucu çoğunun icrasını bulamaz, ben bulduklarımdan en iyilerine de bağlantı vereceğim. Hasan Sağındık'ın şarkısındaki gibi, "biz ölsek de türkümüz var geride" çok şükür sevgili kaari.
Bahar gelsin şu dağlara gidelim
Belki derdimize çare bir çiçek
Toplayıp, devrişip, derman edelim
Açılan yaramı sara bir çiçek
Kara taşta ala geyik sesi var
O geyiğin ıssız taşta nesi var?
Kavalın bir acı inlemesi var
Çobanı düşürmüş zara bir çiçek
Çünkü o da bir çiçeğin delisi
Kelebektir böceklerin âlîsi
Yeşil çimen tabiatın halısı
Nakış dökmüş ara ara bir çiçek
Ben de bir aşığım Reyhani adım
Sorun çiçeklere, az mı ağladım
Benim tabiattan tek bir muradım
Götüreyim nazlı yara bir çiçek.
Ey rüzigar cananıma var böyle söyle beni
Onda merhamet varısa yakmasın böyle beni
Ben bu aşka uğrayalı bana mecnun dediler
Ben nasıl Mecnunam bilmem aramaz Leyla beni
Ben bu aşka uğrayalı gönlüm telaşta benim
Sinemi sitem çürüttü gözlerim yaşta benim
Ne dizimde kuvvet kaldı ne aklım başta benim
Giderisen inkar etme var böyle söyle beni
Ey Reyhani hep düşündün dünyada han olmayı
Hiç aklına getirmedin bir kabristan olmayı
İstemem sensiz efendim tahta sultan olmayı
Koy bana köle desinler sen kabul eyle beni.
Kara Yer
Gözüm yummuş gafletinen giderken
Dediler ki tebdil görmüş kara yer
Dünya varlığını hayal ederken
İki taş bir mezar örmüş kara yer
Sanma bu dünyanın bir vefası var
Aldatır oynatır eder ihtiyar
Ağayla hizmetkâr yan yana yatar
Ne asıl ne nesil sormuş kara yer
Reyhanî farkı ne az ile çoğun
İkisi bir olur var ile yoğun
Mezar bir tarladır insanlar tohum
Her gün dane dane sürmüş kara yer
Arzum
Arzumun peşinde pervane oldum,
Tezdim yine bulamadım arzumu.
Eşsiz ceylan gibi çöllerde kaldım,
Gezdim yine bulamadım arzumu.
Nasıl öç alayım ben bu felekten
Her iki kolumu kırdı bilekten
Damla damla gözyaşımı elekten
Süzdüm yine bulamadım arzumu
Yara mektup yazdım uçan kuş ile
Üstünü pulladım gözüm yaşile
Bu dünyada ben bir dertli baş ile
Bezdim yine bulamadım arzumu
Nere gidem bu belalı baş ile,
Dünya sele gider gözüm yaşile,
Aşk düğmesin tırnak ile diş ile,
Çözdüm yine bulamadım arzumu.
Reyhani'yim bulamadım yerimi,
Her dertten örnek var aç defterimi,
Aşk yüzünden, Nesim' gibi derimi,
Yüzdüm yine bulamadım arzumu.
Çabuk Gel
Bizim yaylaların cennet zamanı
Göreceksen ömrüm bitti, çabuk gel
Çiçekler süsledi çayır çimeni
Dereceksen ömrüm bitti, çabuk gel
Yaz geldi de bizim dağlar bağ oldu
Alaca koyunun südü soğuldu
Rüzgar vurdu sarı saçlar dağıldı
Öreceksen ömrüm bitti, çabuk gel
İnce belim saracaksan kolunla
Teselliyi vereceksen dilinle
Son hayat suyumu kendi elinle
Vereceksen ömrüm bitti, çabuk gel
Aşık Reyhani'yim çok oldu cezam
Elde kalemim yok bir haber yazam
Musallada garip kaldı cenazem
Soracaksan ömrüm bitti, çabuk gel...
Bir lafı da Şehriyar için edip bitireyim.
"Heyder baba, neneqızın gözleri,
Rexşendenin şirin-şirin sözleri,
Türki dedim, oxusunlar özleri,
Bilsinler ki, adam geder, ad qalar,
Yaxşı-pisden ağızda bir dad qalar."
Yarım saatlik bir kaydı var internette Şehriyar'ın sesinden, dinlediydim. Ağlamaklı olduydum. Savalan'ın, Sehend'in, Haydar Baba'nın, nihayet Elbruz'un, Binboğa'nın, Erciyes'in bir oğlu olarak... Şehriyar, Farsça'ya da baş kaldırıyor aslında, o en hassas yere dokunan dille, Türkçe söylediğini bu yüzden söylüyor.
Yıllar evvel ilk okuduğumda, sevgili babam, -atalar ruhu gecinden versin- öldüğünde, torunlarının elinden tutup mezarını ziyarete gittiğimizde onun kişiliğini özetlesin diye taşına yazdırmaya karar verdiğim bir dörtlüğü vardır:
"Menim atam süfreli bir kişiydi,
El elinden tutmaq onun işiydi,
Gözellerin axıra qalmışıydı,
Ondan sonra dönergeler dönübler,
Mehebbetin çırağları sönübler."
Şehriyar yok, Neşet yok, Reyhani yok, babam da bir gün gidecek. Biz ne yapacağız, hiç bilmiyorum.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar