Tarihte uygulamalara bakarken, o uygulamayı yaratan arkaplanı da gündemde tutmakta fayda vardır: İngiltere’ye Normanlar gitmese, muhkem kaleler inşa edilmezdi örneğin, muhkem kaleler olmasa, soylular kralla aşık atamazlardı, aşık atamasalar Magna Carta imzalanmazdı. Magna Carta nedir peki? Soyluları ancak “denklerinden”, yani soylulardan müteşekkil bir heyetin yargılayabileceğini söyleyen bir ahit. Soyluları soylular yargılayacaksa, avamı kim yargılayacak? Dengi tabii ki, avamı da avam yargılar. İşte bugün Amerika’da Anglo-sakson hukukundan yadigar jüri sistemi varsa, köklerini ta Normanların İngiltere’ye tanıttığı kalelere götürebiliriz. Yahut, İskandinav ülkelerinin bireyci olmasının sebebi, yer şekilleri midir? Fiyortlar, dağlar, ormanlar arasına serpiştirilmiş, ancak bir aileye yetebilecek tarıma müsait -ve birbirine uzak- alanlarda yaşam pratiği geliştiren kuzeyliler, mecburen bireysel olarak ayakta kalmayı öğretecek bir kültür yaratmışlardır desek, yanılır mıyız? Mitolojide çok nadiren görülen ateizmin, “O kadar kudretliydiler ki, tanrılara bile ihtiyacı olmayan, bireyci, yiğit savaşçılardı” diye anlatılan İskandinav Godhlauss’larında karşımıza çıkması ve övülmesi tesadüf müdür?
Başarı da böyle: Bir cemiyette tutan usul, diğer bir cemiyette tutmaz. Başarılı olmuş bir milletin kurumlarına, şimdiki halinin uygulamalarına bakıp, aynını ihdas etmeye çalışmak yanıltıcı olabilir. Monarşizmi savunurken -meşruti ve dolayısıyla mutlakıyetle alakası kalmamış haliyle- İngiltere’den örnek verenler, doğu toplumlarındaki monarşinin bu toplumlara yakın tarihte ve bugün hiç fayda sağlamadığını unuturlar.
Coğrafyanın, iklimin ve hatta konuşulan dilin, bir cemiyetin “ruhu” üzerinde etkisi vardır. Zamanı, mekanı kavrama dahi hangi dili konuştuğuna göre değişebilir, zaman ve mekan algısının etkilediği her şey de öyle. Sapir Whorf hipotezinden önce, Ali Şir Nevai’nin Türkler ve Arapların karakterlerini dil yapısı üzerinden tarif etmesine kadar götürebildiğimiz bu anlayışın bugünkü en ilginç temsilcilerinden birisi, Lera Boroditsky, meraklı okura tavsiye ederim.
Pekala, eğer iddiamız doğruysa, -ki bir Türk Milliyetçisi olarak ideolojik temellerimden biri bu olduğu için ben bu iddiadayım-, kültür bir toplumun kurumlarını ve neticelerini belirliyorsa, iki sorumuz var: Evvela, bizim kanımız mı bozuk? Ne yapsak nafile mi, kültürümüz böyle olduğu için geri kalmış bir ülke olmaya mahkum muyuz? Sonra, bunu değiştirmenin bir yolu var mı?
Bu soruların cevabı, “muhafazakarlık”la yakından ilgilidir. Daha iyi anlaşılmak için, Türkiye’nin bugünkü yolsuzluk seviyesinin kültürüyle alakalı olduğunu iddia eden bir tez ortaya atayım: E. T. Hall’un ortaya attığı “yüksek/düşük bağlamlı kültürler teorisi”ne göre, yüksek bağlamlı kültürlerde iletişim dolaylı, kapalı ve mecazidir. Buradaki yükseklik bir üstünlük belirtmez, bağlamın belirleyiciliğini belirtir. Hall, yüksek bağlamlı kültürlerin doğrudan iletişimden kaçınan, dolaylı tedbirlere başvurmayı tercih eden, üstelik aile ve dostluk bağlarının diğer sosyal ilişkiler ve rollere nazaran daha baskın ve etkin olduğu davranış özellikleri gösterdiğini söylüyor. Düşük bağlamlı kültürler de bunun tam tersi; mesela İskandinav, Anglo-sakson kültürleri düşük bağlamlı. Fransız kültürü onlara nazaran daha yüksek bağlamlı, Türk, Japon kültürleri ise epey yüksek bağlamlı. En ilginç vakalardan biri Hindistan: Hindistan içindeki toplumlar/kültürler yüksek bağlamlı iken, bütün olarak Hindistan düşük bağlamlı. Çünkü bu toplumların dilleri birbirlerinden farklı, ortak çerçeve zayıf olduğu için, düşük bağlamlı bir iletişim kurmak zarureti doğuyor.
Buna göre, yüksek bağlamlı kültürler dolaylı tedbirlere başvurmayı tercih ediyorlarsa, aile ve dostluk bağları diğer sosyal rollere nazaran daha önemliyse… Yolsuzluğun doğması tabiidir. Bu kültürler, yolsuzluğu kötü bir şey olarak görmez, aksine siyasetin merkezine koyarlar. Müdür olmuş birinin yakınlarını işe almaması asıl sorun olarak görülür, siyasi hareketlere partili olarak, örgütlü olarak dahil olanların ekseriyeti, atama, ihale, menfaat beklerler. Aşağı yukarı her kültürde siyasette bu işlev vardır, ancak bu yüksek bağlamlı kültürlerde yolsuzluğu teşvik eden birçok kültürel meyil ve müessese varken, engellemek çok zor hale gelir. Üstelik, bu kültürler “paralel devlet”ler yaratmaya her zaman yatkındır diyebiliriz.
Transparency International’in yayımladığı rüşvet ve yolsuzluk endekslerine bakarsanız, aşağı yukarı aynı gelişmişlik seviyesindeki ülkeleri kendi aralarında grupladığınızda, yolsuzluk ve rüşvet sıralamasının, yüksek bağlamlılık sıralamasıyla birebir ve neredeyse şaşmaz bir korelasyon gösterdiğini görürsünüz.
Şu halde bunu nasıl düzelteceğiz? Demek sorun kurumlarda yahut siyaset yapan şahıslarda değil; sorun çok daha derinde. Kültürümüz, tercih edilmeyen bir ürünü sürekli yaratıp duruyor. Bunu nasıl değiştireceğiz, nasıl başa çıkacağız?
Burada muhafazakarlık tartışması karşımıza çıkıyor. Türkiye’de muhafazakarlık mümkün değildir, zira toplum sorunun asıl kaynağının farkında olmasa bile, sürekli olarak sorunla baş başa. Mustarip, acı çekiyor, kıvranıyor. Sürekli bir değişim talebi var, ancak palyatif çözümler sebebiyle beklediği değişim bir türlü gerçekleşmiyor. Bunu görünce, zihninde bir asr-ı saadet kurgulayıp ona dönmeye çalışıyor, bu çıkmazda da umduğunu bulamıyor. Kaldı ki, muhafazakar olduğunu iddia eden hareketler en büyük ve radikal değişiklikleri savunur pozisyondalar.
Oysa, İngiltere’yi bugünkü konumuna, gücüne getiren, kapitalizm olduğu kadar, başta ona bir denge unsuru olarak ortaya çıkan ancak sonra onunla bütünleşen, tabii bir senteze ulaşan, muhafazakarlıktı. Bu muhafazakarlığın hareket noktasını, Burke’dan mealen alıntılayarak şöyle tarif edebiliriz: Uzlaşma, geleneksel aidiyetler yoluyla gelmiyorsa, geriye kalan tek şey çıplak bir güçtür/şiddettir. Geleneksel aidiyetler, Burke’a ve takip eden İngiliz siyasilere göre, toplumun uyum halinde yaşamasının mihenk taşıdır, birtakım yeni hadiselerle karşılaşıldığında, onlara “reaksiyon” göstererek değişim çağrıları yapmak yerine, bu aidiyetleri koruyan, tedrici ve zamana yayılmış bir gelişimi arzulamak lazımdır. Nitekim, Burke bunu söyledikten sonra Fransa’da aynısı oldu: Alışıldık kurumlar ve aidiyetler ihtilalle kırılınca, geriye yalnızca çıplak şiddet kaldı. Burke, salt korumacı bir muhafazakarlığın çoğu zaman aptalca olduğunun da farkında ve buna çözüm önerisi de şöyle: Kendi reform araçlarına sahip olmayan bir toplum, kendini muhafaza araçlarına da sahip değildir. Yani reform geleneksel aidiyetleri içererek, geleneksel ve “organik” bir usulde gelmelidir.
Burke ne kadar haklı bilmiyoruz, ancak Fransa-İngiltere örneği, daha önceki iddiamızın doğruluğunu teyit ediyor. Gustave Le Bon, E. T. Hall ve Geert Hofstede’nin kültür sınıflandırmalarını birleştirirsek, Fransız kültürü İngiltere’ye nazaran daha kolektif, daha yüksek bağlamlı, “güç aralığı” daha yüksek bir kültür. Dolayısıyla geleneksel kurum ve aidiyetleri, Burke’un kendi ülkesinde gördüğü gibi, elastik değil. Değişime direnç daha yüksek ve ancak gerilip kopmak suretiyle değişim mümkün oluyor. Değişimi kademeli yaşayan ülkelerle, bir anda yaşamak zorunda kalan ülkeler arasındaki fark çoğu zaman bu: Türkiye de öyle. Ancak düşük bağlamlı ve bireyci kültürlerde monarkın geleneksel ve sembolik bir işlevle devletin başında kalması ama demokrasinin ihdası mümkün oluyor, Fransa, Türkiye gibi ülkelerde ise, kelleler gitmeli. Atatürk, meşhur sözünü söylerken yalnızca rakiplerine gözdağı vermiyordu, belki farkında olmadan, Türkiye’de bunun ancak böyle mümkün olduğunu söylüyordu.
Burke’un karşılaşmadığı bir diğer durum da, bozulmuş bir toplum senaryosu. Türkiye’de toplum “bozulmuş” durumdadır, Burke ise bozulma emarelerini, mesela yükselen orta sınıfı görüyor, bu bozulmanın önüne geçmeye çalışıyordu. Halihazırda bozulmuş ve çerçevesini kaybetmiş bir cemiyetin muhafazakar siyasetle bunu aşması imkansızdır.
Tam olarak bu yüzden, Türkiye’de muhafazakarlık yalnızca “dindar olmak”la eşitlendi. 18 yıllık “muhafazakar” iktidarda asırlık kurumlar, teamüller ve aidiyetler parçalanırken, muhafazakar zaviyeden tepki ya olmadı, ya da zayıf kaldı. Canhıraş denebilecek ve sürekli, kesintisiz bir dönüşüm halindeyiz, iktidar her karşılaştığı sorunda, “daha fazla değişim!” şiarıyla hareket ediyor. Gömlek çıkarma, anayasa değişikliği, demokratik açılım, çözüm süreci, başkanlık sistemi, yargı reformu derken, baş döndürücü bir değişiklik serisi yaşıyoruz.
Demek, kültürümüz “böyle” ise, ektiğimiz tohum her zaman “böyle” hasat edilecektir.
Pekala, kültürümüz bozuksa, muhafazakarlık da mümkün değilse ne yapacağız? Kültürü değiştirici hamleler, ülkenin mevcut halinden memnun olmayan herkesin hedeflemesi gereken hamlelerdir. İktidarın hatası sürekli değişim uygulamasında değil, yanlış değişimler uygulamasında. Hatta, bu denli teksif edilmiş bir gücü, olabilecek en kötü şekilde kullanıyor olması, endişe vericidir. Fakat muhaliflerin bir “kültür savaşı”nı gündeme almaları gerekiyor. Zira iktidarı indirmek yetmez, iktidarın ve ondan öncekilerin hatalarını sürekli üreten sistemin bozulması gerekiyor. Bir Türk milliyetçisi olarak fikir mesaimin beni getirdiği yer burası: Kültürümüzde bir sorun var. Milliyetçiliğin savunucu değil, dönüştürücü işlevine odaklanmak gerekiyor. Ki, milliyetçilik etno-sembollerle inşa edildiğinden, o etno-sembolleri yaratan toplumu dönüştürmeye muktedir ve oldukça etkilidir.
Bu mümkün mü? Toplum mühendisliği bu çağda çok daha etkilidir. Atatürk’ün kısıtlı imkanlarla, tam anlamıyla başarılı olmasa da yaratabildiği değişimin şayan-ı hayret olması, değişimin büyüklüğünde değil, oldukça cılız imkanlarla gerçekleşmesindedir. Bugün, toplumsal dönüşümler çok daha hızlı ve etkili bir şekilde tetiklenebiliyor, yaratılabiliyor: Bugün insan, çevresiyle, mesajı gönderen merkezle çok daha sık, sürekli ve çok boyutlu iletişim halinde.
Öyleyse, muhalefetin çok daha iddialı ve radikal olmasını beklemek, muhaliflerin hakkıdır. Bizi muhafazakarlık da, palyatif reformizm de kurtarmayacak. Meselenin adını doğru koyup, cesaret eden, makus talihimizi ancak o değiştirecektir. İktidar partisinin “denenmiş” ve başarılı olmuş yollarını taklit, ancak kısır döngünün bir diğer, batında eski, zahirde yeni bir figüranı olmak demektir.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar