“Şol muhterem din adamına ve onun gibi olanlara din gerektiği için, bize gerekmez.”
Yargu
Deizm yükselişte! Türk gençleri deist, ateist oluyorlar! Tehlike! Kıyamet! Mahvolduk! Gençlik elden gidiyor!!
Son zamanlarda yukarıdaki cümleleri, manşetleri sık sık duyuyor ve okuyoruz. Bir büyük tehlike Türk gençliğini avucuna almış da, bir bonzai yahut metamfetamin furyası gençlerimizi ele geçirmişçesine yaygara koparılıyor, “ahkamlı köşkemli” adamlar bu konuda ikaz eden yorumlar yapıyor, önlem alacaklarını beyan ediyorlar. Bütün bu süreci değerlendirip sebep ve sonuçlarını irdelemeden evvel bunu söylemek bir Türk milliyetçisinin boynunun borcudur: Türk gençleri ister deist, ister putperest, ister kutsal spagetti canavarının müridi olurlar, bu kimseyi ilgilendirmez ve Müslüman olmalarına nazaran daha tercih edilir yahut daha kötü değildir.
Deizm
Eski İskandinav metinlerinde “Godhlauss”lardan, yani “tanrısızlar”dan söz edilir. Bu söz ediş, şayan-ı hayrettir ki, olumsuz değil, olumlu hatta övgü doludur: Şiarları “kendi gücüne ve aklına güven” olan bu taife, güçlü beyler ve kahramanlardan oluşur, o kadar özgüvenli ve cesurdurlar ki tanrılara ihtiyaç duymaz, onlara dua etmezler.
Tarih boyunca insanoğlunun tanrı konseptine yüklediği anlam ve işlevin iki ana eksende şekillendiğini söyleyebiliriz: Uhrevi ve seküler. Uhrevi boyuttaki işlevler, insanın daha çok ölüm fikriyle ve felsefi sorularıyla başa çıkma kaygısıyla ilişkilidir. Seküler boyuttaki işlevler ise daha gözle görünür: Yağmurun nasıl yağdığını açıklayamayan insan, yalan söyler. Bu yalan söyleme işini yabana atmamak lazım: Charles F. Hockett’in dilin tasarım özellikleri nazariyesindeki “yer değiştirme” özelliğini kullanarak bizler, farazi eşyalar, nesneler hakkında konuşabiliyoruz. Bu bilimin de temelidir; beyni yalan söyleyebilecek kadar soyut düşünme becerisi açısından gelişmemiş bir canlı hipotez ortaya atamaz. Varsayımlarımızın zihnimizde ve dilimizde ilişkili olduğu işlevler, yalan söyleyebilme yeteneğimizin de ilişkili olduğu işlevlerdir. Önceki tecrübelerimiz ve bilgi dağarcığımızı gündeme alarak bir varsayımda bulunduğumuzda buna hipotez, varsayımda bulunma yeteneğimizi sair sebeplerden, “objektif” bir veri ortada yokken kullandığımızda buna yalan diyoruz. Felsefe yapabilmemiz, meseleleri anlayabilmemiz, kavramlar geliştirip medeniyeti tesis edebilmemiz için varsayımda bulunmamızı ve yalan söylememizi mümkün kılan bir evrimsel sıçrama gerekliydi ve bunu başardık.
Başardığımızda, “kaygı” da doğdu: Zaman mefhumumuz, benlik bilincimiz gelişti, bir aslanın yahut ceylanın hiç yaşamadığı “psikolojik” sorunlarla, kaygılarla karşı karşıya kaldık. Hayatta kalmamıza yardımcı olan belirsizlikten kaçınma içgüdümüz ve diğer temayüllerimizle birleşince, mitolojinin, dolayısıyla bugünkü bilimin ve ilahiyatın temellerini atan ve bizi rahatlatan yalanlar söyledik: Yağmur neden yağıyor? –Çünkü gökyüzünde sakallı bir adam var, o kızını dövüyor, kızı ağlıyor ve onun gözyaşları yeryüzüne düşüyor. Bu, insanoğlunun tanrıya atadığı işlevlerin seküler olanı: Henüz yeterli bilgi dağarcığı ve gözlem tecrübesi olmayan insanlar, doğa olaylarını bu tarz temelsiz varsayımlarıyla açıkladılar.
Daha sonraki süreçte, malumdur, insanoğlunun görgüsü, bilgisi, tecrübesi arttı; daha etkili iletişim, dolayısıyla bilgi paylaşımı araçları gelişti ve insanlar nihayet yağmurun bir su döngüsü neticesinde yağdığını anladılar. Artık seküler boyuttaki işlevleriyle tanrıya ihtiyaç kalmamıştı: Yağmurun nasıl yağdığını açıkladığımızda, önceki açıklamaya ve o açıklamanın üzerine bina edildiği tanrıya ihtiyaç yoktu.
Modern döneme yaklaşırken, aydınlanma çağı denen dönemde deizmin ortaya çıkmasının nedenlerinden biri budur: Dünyevi meseleleri, sistemleri, neden sonuç ilişkilerini anladıkça, dinamikleri kavrayıp fizik kanunlarını keşfettikçe seküler düzlemde tanrıya ve o tanrı adına hareket eden kurum ve fikirlere ihtiyaç ortadan kalktı.
Tanrının kendisinden çok, kurum ve fikirler deizmin serüveninde etkili olmuştur. Uhrevi boyutta hala tanrı fikrine ve ona atanan işlevlere ihtiyaç duyan insanlar, seküler düzlemde otoritesini tanrıdan alan ve “yağmur neden yağıyor” sorusuna rahatlatıcı bir cevap vermenin çok ötesine geçip, ciddi bir sömürü düzeni ve saltanata dönüşmüş olan dini kurumlarla kavga ettiler. Bir tanrıya hala inanıyorlar, ancak otoritesini tanrıdan alıp vergi toplayan, yargıçlık yapan, düşünsel hayatı şekillendiren kurumlara artık inanmıyorlardı: Gözlemleri bu kurumların iddia ve tespitleriyle çelişiyordu zira.
Deizm, bu yönüyle, tanrıya yahut uhreviyata değil, otoritesini, argümanlarının temellerini tanrıdan alan kurum ve fikirlere bir başkaldırıdır. Tanrının varlığı yokluğu, var ise nasıl olduğu, ne iş yaptığı, ne murad ettiği tartışması başka bir alandadır; hatta bu tartışmaların sağlıklı yürümesi için, özellikle Batı dünyasında kilisenin ve onun uzantılarının, dünyevi gücünün kırılması gerekmektedir.
Hıristiyan Deizmi
Tarihte deistik aydınlanmadan hız ve ilham alarak kurulmuş ilk devlete Amerika Birleşik Devletleri diyebiliriz. Amerika'nın kurucu babalarından Thomas Jefferson’a ait bir “Jefferson İncili” bile vardır; mucizeleri, “akıldışı”ve “gerçekdışı” pasajları ve inanışları reddeden, İsa’yı tanrıyı anlamaya çalışmış bir derviş-filozof olarak konumlandıran bir bakış açısı. Meşruiyetini ve dokunulmazlığını tanrıdan alan bir monarşiye başkaldırarak kurulmuş ve dünyayı en derinden etkileyen ihtilalle (naçizane fikrim Fransız İhtilali’nin dünyayı etkilemiş olduğu hikayesinin Fransız kibrinden kaynaklandığıdır. Amerikan İhtilali, Fransız İhtilali’ni etkilemiş, üstelik ikincisi gibi akim kalmamış, bugün dünya düzeninin normlarını belirlemiş ve belirlemeye devam eden bir furya olarak günümüze dek süren bir anlayışı yaratmıştır.) tesis edilmiş Amerika’nın ruhu, Hıristiyan Deizmindedir: Hıristiyanlık bir kültürel motifler dizgisine dönüşmüş, bu motifler ilahiyat zaviyesinden değil, teşbih, analoji ve alegori amaçlı kullanılan edebi mazmunlar muamelesi görmüş, tanrı inancını bireysel ve toplumsal faydaları nedeniyle muhafaza edip, dinin terekesindeki değer ve inançların geri kalanının “kamusal alan”dan dışlandığı bir yaşam tarzı Amerikan şehirlerine hakim olmuştur.
Daha yakın dönemdeki ilahiyatçılar arasında Hıristiyan Deizmini ciddi anlamda ele alıp karakteristiklerini belirleyen ve Batı’nın yaşadığı teolojik-felsefik buhranlardan bir çıkış yolu olarak gören isim, Paul Tillich’tir. Ülkemizde Yaşar Nuri Öztürk Tillich’ten etkilenen isimlerin başında gelir. Dinin bir “kültür öğesi”ne tenzil edildiği bu anlayış, kurumlar ve hegemonya ile çatışan aydınlanmanın, toplumsal gerginlik yaratmayan bir sentezle, tarihi verasete dahil olan Hıristiyanlığı da içermesini ve “Batı Medeniyeti”nin devamını mümkün kılmıştır. Bugün bütün “Batı”nın hakim anlayışının Hıristiyan Deizmi olduğunu söyleyebiliriz: Bayraklarında haç vardır, hıristiyan motifler gözle görünürdür, ancak tartışmalar ilahiyatçı gibi değil; sözgelimi siyasi alanda ise siyasetçi gibi, ekonomik alandaysa ekonomist gibi, bireysel alandaysa özel hayat ilkeleri ve saygınlığı çerçevesinde yürütülür. Herhalde en sıradışı, şaşırtıcı ancak düşündürücü örneği, bir İngiliz muhafazakar milletvekilinin eşcinsellerin evlenmesi tartışmasında evliliğe “Eşcinselliği tasvip ettiğim için değil, evlilik kurumunun muhafazakar olduğunu düşündüğüm için destek veriyorum” diyerek onay vermesidir.
Bu ne işe yarar? Vergi politikası belirlenirken fetva makamına başvurulmaz, zirai politikalar belirlenirken mollalar heyetine danışılmaz. Dünyevi meseleler, dünyevi yollarla çözülür, bu sayede arkasına tanrı otoritesi almış bir adamın fikrini eleştirirken, politikasına karşı çıkarken tanrıyla da kavga etmek zorunda kalmayız.
Türkiye’de Yükselen Deizm
Kuzey ülkelerinde –sair sebeplerden- dini kurumlar ve aydınlanma yükselişi arasındaki gerginlik daha uzlaştırıcı, sentezci yollarla çözüldü. Bu ülkeler, örneğin, hala sembolik de olsa birer monark tarafından temsil edilirler. Kralların kellesi gitmemiş, yetkisi azaltılmıştır; Burke muhafazakarlığı, Protestan ahlakı ve bireyci yaşam tarzı (Bkz: Gustave le Bon, Kitleler Psikolojisi) bu toplumların daha uzun bir sürece yayılmış, tedrici bir şekilde sekülerliği hakim kılmasını sağlamıştır. Fakat kurumların daha güçlü olduğu, kolektivizmin baskın olduğu, değişim direncinin yüksek, güç aralığının geniş olduğu toplumlar bu kadar şanslı değil: Bu toplumlarda demokrasi ancak cumhuriyetle mümkündür; kralların kellesi gider ya da bunlar sürgüne gönderilir, seküler anlayışın hakimiyeti de ancak tam laiklikle mümkün olur.
Türkiye bu ülkelerden biriydi. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun deyimiyle “Otobüsü kaçırmış bir milletin çocukları”, birkaç yüzyıllık sıçramayı birkaç yılda yapmak mecburiyetinde kalarak, E. Gellner ve E. Hoffer’ın ifadesiyle “bir gecede” birçok sıçramayı topluma dayattılar. Birçok açıdan başarılı da oldular; Anadolu’da sanayi üretimi başladı, nüfus arttı, mücavir ülkelerden “özgürlük turizmi”ne gelinen dünyanın belki de tek “düzenli seçim yapan, laik, demokratik, hukukun üstünlüğünü kabul etmiş Müslüman ülkesi” Türk milliyetçiliği sayesinde tesis edildi.
Fakat bunun mutlaka bir reaksiyonu olacaktı. “Kemalciler bizden zorla zahire alıyor, bir çözüm bulun” diye İngilizlere telgraf çeken şehir eşrafı bir gecede yok olmamıştı. Osmanlı’nın son entelektüellerinin, yetişmiş kadrolarının kurduğu cumhuriyete karşı, kafasında kurguladığı bir tuhaf ve sanal Osmanlı’ya özlem duyan, laikliğe diş bileyerek kendisini dini ve cemaati üzerinden tanımlayan bir güruh her zaman bir direnç merkezi olageldi. Nihayet bu direnç merkezini siyasi söylemi, kadrosu ve vizyonun merkezine alan AKP Türkiye’de iktidar oldu, FETÖ ve PKK çeşitli terör örgütleriyle yakınlaşarak iktidarını teksif ve tezyid etti.
Şu kadar yıllık AKP iktidarında din adına işlenen cinayetler, verilen akıl almaz demeçler, Allah adına yapılan yolsuzluklar halihazırda dini temsil edenler nedeniyle, “seküler boyutta” dinden uzaklaşmayı getirmişti. Camide AKP propagandası, Arap propagandası ve aynı ortaçağ kilisesinin menfur saltanatına benzeyen bir yeşil sermaye düzeni insanları soğutmuştu. Sanırım zirve noktası, AKP’nin sabık ortağı FETÖ’nün menfur darbe girişimi oldu. İnsanlar dini kurumların ve dini otoritenin ne kadar canavarlaşabileceğini gördüler. Atatürk’e düşman olanlar dahi onu anlamaya, hatta hürmetle anmaya başladılar. (Tabii bir de münafıklar var. Atatürk’ü hiç anmayıp da, darbe girişiminden sonra Atatürkçü kesilenler, fakat pratikte İslamcılıktan, cemaatçilikten, tarikatçilikten taviz vermeyenler.)
Buna tabii bir de demografya paragrafını açmak lazım. Gecekonduda doğan çocukla, sitede doğan çocuğun davranışlarının aynı olmasını bekleyemeyiz. Dünyayı tanıyan, internete giren, üstelik geliri artmış bir yeni nesil var, onlar klasik İslamcı söylemlerle kolay uyutulmuyorlar.
Böyle bir manzarada, Türkiye’de deizmin yükselmesi beklendik olmaktan başka, olumludur da. Zira gençliğin deizme meyli bir mesaj veriyor: Tanrıyı uhrevi boyutuyla ele alalım, seküler zemine bir virüs gibi, istilacı bir kanser hücresi gibi yayılan dini kurum ve otoriteyi dışlayalım; tanrıyı kulların elinden kurtaralım istiyorlar. Deizme yönelen gençlik, bir Türk irfanı örneği sergiliyor, bunun farkına varmak lazım. Bu tepki, Allah’ın kullarca istismarına yönelik bir tepkidir, onu bireyin vicdanına, ait ve layık olduğu yere götürmeye yönelik bir hac, müthiş bir cihad, göz yaşartan bir takva örneğidir. Bir Türk milliyetçisi olarak bu tavırda, arkaplanı, eğitim seviyesi ve siyasi görüşü ne olursa olsun, “şahsi ve muhterem” meselelerin istismarına ve ayaklar altına alınmasına seyirci kalamayıp mütevazı ama kararlı bir şekilde islamofaşist furyaya direnen namuslu, modern Celaliler görüyorum.
İnsanlar, basitçe, laikliğin neden gerekli olduğunu anladılar. Kim daha önce halife olmalıydı tartışmasından yola çıkıp birbirinin kafasını kesen, el kadar çocukları boğazlayan, komşusuna tecavüz eden güruhun sınırlarımızdan çok da uzak olmadığını, Türkiye’nin bu manzaradan ancak laiklikle, seküler düşünce ve yaşam tarzının kamusal alana hakim olmasıyla kurtulduğunu fark ettiler. Yalnızca gençler değil, her yaş grubunda Atatürk yeniden keşfediliyor, laikliğin kıymeti anlaşılıyor, dinin kamusal alanda, siyasette, ticarette kullanılmasına tepki çığ gibi büyüyor. AKP’nin zulmüne en çok maruz kalan genç kitle ise, güzel bir örnek de bulamadığı için dinle bağlarını büsbütün kopartıp deist oluyor.
Pekala koparılan patırtı neden? Allah adına konuşup, “Allah böyle istiyor”, yahut “Biz Allah yolunda olduğumuz için çaldığımızı Allah affeder” diyerek her türlü pisliğe bulaşan, tarikat ve cemaatlerin devlete sızmasına, darbe yapmasına doğrudan yardım eden, liyakati, adaleti ortadan kaldırıp biati, nepotizmi, cemaat kayırmacılığı usul olarak kabul eden zihniyet, yeni seçmeni kandıramayacağını, üstelik bu furyanın büyürse, “her şeye rağmen Müslüman kalan muhalifler” ile birleşip, onu iktidarından edeceğini görüyor. Dinle rabıtaları, yukarıda anlattığımız gibi uhrevi değil, seküler: İman boyutu zaten doğası gereği bireyseldir. Topluluklar birlikte iman edemezler, fertler tek tek iman edebilir; ölüm ve iman “kolektif” işlenemeyecek eylemlerden ikisi. Fakat kurdukları yapı, tanrının seküler işleviyle alakalı: Tanrı sayesinde ihale dağıtabiliyor, ihale alabiliyor, seçmen kandırıyor, para kazanıyor, güç, zenginlik, tatmin elde ediyorlar. Kadına bakışları da bu yüzden gaddarca: Hiçbir kadının seveceğine inanmadığım bu kirli, meymenetsiz suratlı adamlar bir kadını ancak onun Tanrı tarafından kendilerine hizmet için, ikinci sınıf bir varlık olarak yaratıldığına inandırarak, manipülasyon ve zor kullanarak elde edebilirler. Bu çarkın tehlikeye girmesi, aman din elden gidiyor diye feryad etmelerine neden oluyor.
Dinimizde, dinin temsilinde, yaptıklarımızda bir kusur var mı da, anası babası Müslüman, tedrisatı Müslüman bu gençler deist oluyor diye kendini sorgulamayan, deist gençleri hedefe oturtan herkes, yukarıdaki çarktan maddi manevi nemalanıyor demektir. Bir alevi ozanın dediği gibi:
“Kolay mı Divani gerçeğe ermek?
Has bahçe bağının gülünü dermek
Nene lazım elin kusurun görmek
Sen kendi aynana bak da öyle gel…”
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar