Yahya Kemal'in şiirlerinde en beyaz haliyle Türkçe'yi ve en Türk haliyle yüksek sanatı bulduğum gibi, sair kuramların, fikirlerin en lirik ve lezzetli haliyle tariflerini de bulduğum malumdur. Terörle mücadelenin iletişimsel boyutuna dair hazırladığım yazı dizisinin bu bölümüne geçmeden evvel, Pek Allahsız Bir Türk İslam Savunması yazımda değindiğim bir Yahya Kemal meselesine girişip, konuyu öyle bağlayacağım.
Benedict Anderson'un bir kitabı var, "Imagined Communities". Yani "Mutasavver Cemaatler". Bunu, "Hayal Edilmiş Cemaatler" diye çevirdiler, marksist tezlerin elinde bir propaganda aracı olsun diye çokça bu tabiri kullanıp güya millet ve milliyetçiliğe saldırdılar. Halbuki, yazar "Imaginary" demiyor, "Imagined" diyor ve muradı bellidir: Handiyse bütün cemaatler, kafamızdadır, mutasavverdir, tasavvur ettiğimiz cemaatlerdir. Elbette bu tasavvur bir tabula rasa'da ansızın bir cemaat fikrinin belirmesiyle karşımıza çıkmıyor, dış dünyadaki bir takım gerçeklikler, mesajlar ve ilişkiler, kafamızda bir tasavvur doğuruyor. Milliyet kavramı ve millet, böyle "mutasavver"dir.
Bunu en güzel, Yahya Kemal'in en sevdiğim şiirlerinden olan Üsküdar'ın Dost Işıkları şiirinde görürüz. (Yıllar evvel, Dead Poets Society misali Beşiktaş sahilinde, uzaktan Üsküdar'ı izleyerek ayş u nuş ettiğimiz, şiirler okuduğumuz geliyor aklıma. Ne demiş Haşim? Bize bir zevk-i tahattur kaldı / Bu sönen, gölgelenen dünyada...) Şiirde müthiş bir beyit var bu dost ışıklara, bu anları Türk etmeye muktedir cennet huzmelerine:
Dünya yüzünde, bir kez olsun tanışmadan
Öz çehrenizle sizleri görmekteyim bu an
Mutasavver Cemaatler kitabının ve fikrinin özeti budur. Bir millete ya da cemaate mensup olduğunuzda, mensuplarıyla teker teker görüşmeniz imkansızdır, ancak onlarla görüşmüş gibi, onlara dair bir fikir sahibisinizdir. Şu an en saf haliyle bir Türk milliyetçisi olarak, toplasan birkaç bin mensubunu tanıyacağım millet uğruna, çorbada tuzum bulunur diye bana yazı yazdıran, bu tasavvur, aidiyet şuurudur. İşin bu tarafını fazla detaylandırmayacağım, fakat şunu da söylemeden geçemem: Millet ve milliyet, etnisite ve toplum şuuru yüzyıllar, bin yıllar içinde mayalanmış, etno-sembolizmin tasvir ettiği üzere evrile evrile ortaya çıkmışken ve çıkış tarihi mesela bizde en az Orhun Abideleri kadar eski iken, yığınların zihninde asla bir "işçi sınıfı" tasavvuru oluşmamıştır. Şikayet mayalanmış, "fakirlik" fikri mayalanmış, "benim gibiler de var" fikri mayalanmış, ancak marksist diyalektiğin tarif ettiği biçimde bir sınıf, en marksist prensiplerce yönetilen ülkelerin onca propagandasına rağmen asla oluşmamıştır. Neyin suni ve "inşa edilmiş" olduğu, neyin "doğal" olduğu açıkça görülüyor diyebilirim.
Pekala bu mutasavver cemaatlerin terörle mücadele ile alakası nedir? "Düşünce savaşları" ya da "ideoloji savaşları" denen bir konsept var, ben buna daha isabetli olduğuna inandığım "Anlatı Savaşları" diyeceğim (War of Narratives), tarihten ve dünyadan örnekler vereceğim, AKP'nin "Türk anlatısı"nı nasıl yok ettiğine ve bu yüzden terörün nasıl güçlendiğine değineceğim.
"Soğuk savaş" denen dönem, bu "anlatılar savaşı" konseptine çok uyuyor. Bir yanda Amerikan "hikayesi" (ya da rüyası mı demeli?) var, diğer tarafta Rus hikayesi (Sovyet sosyalizmi, Rusya'nın realitesine uygun bir Rus milliyetçiliğinden başka bir şey değildir. O yüzden Sovyetler Birliği değil, Sovyet Rusya. Ki bu tabir de, esasen Türk milliyetçisi anlatısının bir konseptidir.) var. Bu iki öykü, bir kısım proxy war vakası haricinde, birbirine silah çekmeden, "kalpler ve zihinler" üzerinde tesir kazanmak için yoğun bir şekilde insanlara anlatıldı. Her ikisinin kendince konseptleri, motifleri, klişeleri vardı. Bütün taktik harekatlar, yazılar, analizler, filmler, şarkılar, hatta savaş planları bu büyük "anlatılar yumağının ana fikri" etrafında oluşturuldu. Amerikan tarafı baskın geldi ve "özgür dünya" dediğimiz öykü kendisini hakim kıldı.
300 yıl kadar önce, mahvolduğumuz Zenta Savaşı'ndan sonra bizi bir defa da Belgrat'ta yenen (Savoylu) Alman prensi Prinz Eugen için yazılmış bir anonim şarkıda da, aslında bu "anlatılar savaşı"nın yeni olmadığını görüyoruz. Tıklayarak dinleyebileceğiniz bu şarkıda, "Alman kardeşler" gibi, milliyet ve kavmiyet şuurunun Fransız İhtilali'nden önceye gittiğinin güzel örneklerinin yer almasının yanında, "kafir Türkler" ve "kahraman, hıristiyan Almanlar", "Tanrının inayetiyle askerine en doğruyu anlatan, onları idare eden asil ve yüce soylu" gibi konseptleri, "Türk'e karşı Alman önderliğindeki Hıristiyan Avrupa" (Christendom) anlatısı gayet belirgindir. Daha geç dönemin daha kesif ve keskin propagandası gibi: Böyle bir şarkı, sahada süregiden savaşın yanında, karşı tarafın moralini bozmak kadar, kendi kitleni yekpare ve azimli tutmak işlevini gören "Alman anlatısı"nı güçlendiren, yayan bir araçtır. Böyle bir araçta da, "Ama Türkler'in de şusu iyi" ya da "Fakat soylular da anamızı belliyor" gibi objektif ifadeler pek yer almaz, en azından o dönem şartlarında yer alamazdı.
Örnekler çoğaltılabilir, okurun aklına gelmiştir bile, misalen Türk-İslamcıların pek sevdiği "Hilal-Salib" diyalektiği. Hilalin karşısına haçı koyup, dünyayı bu iki "medeniyet"in çatışma sahası olarak okuyan ve okutan anlatı... Bu yazı dizisinin bir önceki bölümünde, her örgüt, devlet ve millet aynı zamanda birer "marka"dır demiştim, her markanın da basitçe bir "hikaye paketi" olduğunu söylemiştim. Böyle düşündüğünüz zaman, Türkiye ve PKK "çatışmasında", bu işin bir "anlatılar savaşı" boyutu olduğu kesindir.
PKK'nın yalnızca bir defa ciddi bir "anlatı tarzı ya da içeriği" değiştirmesi gerçekleşmiştir diyebiliriz. Öcalan içeri girdikten sonra, PKK ve havzası, "klasik kır gerillası" tarz ve söylemini hala bir bileşen olarak barındırsalar da, ana söylem olmaktan çıkarmış ve "Demokratik Birliktelik", "Ekolojik Devrim" falan gibi, post-modern dünyaya uygun, liberal ve radikal soldan beslenen, tesir ve farklı kitlelere hitap yeteneği yüksek söylemler geliştirdiler. Hatta bu sayede klasik marksist propagandanın yanında dinci ve milliyetçi propagandayı da kullanabilir hale geldiler. Profesyonelce bakarsak, çok başarılı bir "yeniden konumlandırma" idi (modern pazarlama, çuvallayan marka yeniden konumlandırmaları örnekleriyle doludur) ve ben tam da bu yüzden, apaçık bir "kifayetsiz muhteris" olduğu belli olan Apo'nun bunu kendi aklıyla başardığına inanmıyorum. Bir "sufle" olduğuna inanıyorum, diğer stratejik hamleler de göz önüne alınınca.
PKK tesirini arttıran bu anlatı değişimine giderken, "Türk cephesi", tesirini yok eden bir değişime gidiyordu... Öcalan bir "bebek katili", "bölücü örgüt elebaşı", "terörist"ten, kanaat önderine bizzat devlet eliyle dönüştürülüyordu. (Devleti yeni ele geçiren islamcılar, rakiplerinin zayıflaması ve PKK'yı bir araç olarak kullanabilmek için bunu kasten yaptılar.) Devlete hizmete hazırım, annem de Türk diye meleyen Apo, bir anda devlete nota veren ve Yalçın Akdoğan gibi başbakan yardımcılarının "Bu Kandil'e Nanik Yapmaktır" lafıyla meşru "reis" olarak tanıdığı, protokolde başbakan ile eşit bir seviyeye getirildi.
Bunun ötesinde, "bölücü terör" terimi terk edildi, "Kürt sorunu" tabiri kullanıldı. Gerçi ben önceki bölümlerde değindiğim üzre, bundan çok rahatsız değilim. Ancak şunu söylemeliyim ki, Kürtlerin PKK'ya daha fazla meyletmesine sebep olan açılımlardan biri budur. Sorun Kürt sorunu ise, PKK Kürtlerin temsilcisidir. Devlet de bunu tanımıştır.
Terörle mücadele eden subaylar "terörist" addedildi, kodese tıkıldı. PKK'nın kendi yayın organlarında kabul ederek, ilan ederek yaptığı eylemler, sırf açılım meşrulaşabilsin diye, "eski Türkiye'nin MİT'i"ne ihale edildi, bu bir furya yarattı ve PKK ne eylem yaparsa yapsın, MİT'in yaptığı konuşuluyor. Barzani Irak'tan getirilip ülkenin iç işlerine sokuldu, üstüne üstlük, bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, yani dünyada Türkmen nüfusun en yüksek olduğu, en büyük ve güçlü Türkmen devletinde, "Türkmen'in ağzına Kürtçe çok yakışır" ve "Anadolu kültürü" dedi. Bu son iki laf, açılım zamanından değil ha, Kürtler'e karşı mücadele verdiğimiz şu sıralarda edildi. Başbakan bizzat Apo'nun arzu ettiği Türkiye'yi "çözüm" olarak sunuyor. Türkler'in her fiiline bir Kürdü devlet eliyle yamamak da cabası: Sürekli Çanakkale'yi nasıl Kürtlerle kazandığımızı, Kürtlerin Alparslan'a desteğini okuyoruz. (Azıcık tarih bilmiyorlar. Çoğu zaman yalan söylüyorlar, yalan söylemedikleri zaman da, bir Kürdü milyonla çarparak lanse ediyorlar.)
Devlet organlarının, büyük STKların sunumlarında "Türkiyelilik" tabirinin gayet meşru ve yaygın olduğunu görüyoruz. (Vaktiyle Abdullah Gül, Türkiye milleti gibi ne idüğü meçhul tabirler kullanırdı. Yarın bir başka partiyle kendini aklamak için gelirse, aklınızda bulunsun.)
Açılım sürecinin hainlikleri böyle uzar gider. Ne kadar uzun anlatırsak anlatalım, çıkaracağımız sonuç belli: Artık ortada bir "Türk anlatısı" yok. Yurt içinde homojenliği sağlayacak, refleksleri diri tutacak, yurtdışında Türk tezlerinin haklılığını kanıtlayacak, makaleler yazılırken, haberler yapılırken referans çerçevesi olacak, en küçükten en büyüğe bütün dairelerde söylemin esaslarını, terminoloji ve yöntemi belirleyecek bir anlatımız yok. Bu yoksa, savaşı kaybedeceğimiz kesindir zira "Gerilla Savaşı", askeri zaferi değil, psikolojik ve siyasi zaferi arzular. Türkiye, islamcılar elinde tam da Apo'nun ve PKK'nın istediği manzaraya kavuşuyor, bunun altyapısı güya terörle mücadele eden devlet tarafından yaratılıyor.
O halde ne yapmalı? Yukarıda değindiğim esaslara, yani yurt içinde homojenliği ve reflekslerin diriliğini sağlayacak, ancak her sosyoekonomik arkaplandan vatandaşa hitap edecek, yurt dışında da Türklerin haklılığını önyargı duvarlarına takılmadan ispatlayacak, bizim "milliyetçi kofluğu" ve hamasetinden uzak yeni bir anlatı tesis edilmelidir. Bunu Türk devleti yapamıyor, zira islamcılar buna kategorik olarak karşılar, karşı olmasalar bile o kadar kafaları yok. Öyleyse iş başa düşmüştür, milliyetçilere düşmüştür.
Peki milliyetçiler bu anlatıyı "nasıl" oluşturacaklar? Savaş bu kadar çetin giderken bir anda ortaya dört başı mamur bir anlatı koyulamaz. Ancak hiç anlatı olmadan da olmaz: Dawkins'in dediği gibi, yarım göz, hiç olmayan gözden iyidir. Öyleyse en iyi yöntem, "lean development" denen, "minimum viable product" konseptidir. Türkçe'de yaygın çevirisi nedir bilmiyorum, "asgari geçerli ürün" diyebiliriz. Basitçe, ortaya çıkacak nihai ürünün karşılaması gereken özellik kalemlerinin (kullanışlılık, dayanıklılık, emniyet, çekicilik, işlevsellik, vs.) her birini biraz biraz karşılayarak piyasaya sunulmuş, akabinde müşteriden gelen geridönüşlere göre geliştirilen ürünlere dayalı bir konsept, genelde yazılımlar böyle geliştirilir. Yani kervan göç yolunda düzülecektir, fakat tesadüfen değil, göç yolunda bir ileri bir geri sürekli koşturarak denetleyen kervancılar sayesinde.
Bu yazı vesilesiyle, yurtdışına yönelik propaganda faaliyetleri yürütecek bir takım oluşturma projem için çağrı da yapmış olayım. Yeterli kalabalık (birkaç bin kişi) toplarsak, kolları sıvayabiliriz. İletişim için, yazının sonundaki e-posta adresime mesaj atabilirsiniz. Ayrıca aşağıya, önceki bölümleri de koyuyorum, bu son yazı ve referans verdiğim "yan yazılar" ile birlikte 9-10 yazılır bir okuma, faydalı olacaktır.
Kürtlerle Bir Arada Yaşamak Zorunda Mıyız?
Terörle Mücadele ve Anti-Kürtçülükte Söylem Sorunu
PKK'nın Marka Mimarisi ve Anti-Kürtçü Söylem
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar