Poe’nun meşhur şiiri, “The Raven”, yâni Kuzgun. Pek severim, müthiş bir şiirdir. Bir pasajı, özellikle:
“Prophet!” said I, “thing of evil!–prophet still, if bird or devil! -
Whether tempter sent, or whether tempest tossed thee here ashore,
Desolate yet all undaunted, on this desert land enchanted -
On this home by horror haunted - Tell me truly, I implore -
Is there - is there balm in Gilead? - Tell me - tell me, I implore!”
Quoth the raven “nevermore.”
Çevirirsek şöyle oluyor:
“Kâhin” dedim, “ey meşum şey -kuş ya da şeytan, yine de kâhin-
Hannas mı yolladı, ya da hangi fırtına attıysa seni bu kıyıya
Issız ama ele geçmez, bu büyülü çöl parçasına-
Bu dehşetin bürüdüğü eve -söyle bana, söyle bana yalvarırım -
Var mı -Gilead’da merhem var mı? - Söyle bana - söyle bana yalvarırım!”
Dedi kuzgun: “artık yok.”
İncil’de Yeremya(Jeremiah), her derde deva olduğu söylenen Gilead merhemine gönderme yaparak “Gilead’da merhem yok mu?” diye sorar. Yahudiler bozgundadır, “tapınak” elden gitmiştir, devlet dağılmış, millet bozulmuş, her şey bir kıyamete doğru dörtnala gitmektedir, Jeremiah ağıt yakar.
Jeremiah/Yeremya bölümü önemli bir pasaj olsa da, bütün bölümün pek göze batmayan ama etkili ağıtlarından birini, Poe çok güzel oturtmuş şiire. Ama “Gilead’da merhem yok mu?” değil, “Gilead’da merhem var mı?” deyişi bütün efsunu, bütün güzelliği veren ifadedir.
Şu sıralar bir karın ağrım var: Sanatta İslâm’ın özgün ve özgür bir yansıması neden yok? Bu soru kafamı kurcalıyor, her ne kadar dindar biri olmasam da, İslâmî menkıbelerde, anlatılarda, metinlerde bir edibin beslenebileceği müthiş metaforlar, imgeler, motifler var, görüyorum. Pek sâkil ve iptidaî didaktik alıntılamalar ve göndermeler haricinde, modern zamanda pek işlenmiş görünmüyor bu.
Kastettiğim, tam olarak Poe’nun işleyiş tarzı: Telmih, en ince ve titiz hâliyle, Tanrı’dan en uzak, insana en yakın hâliyle telmih.
“Eyüp duysa sabretmezdi / Senin bana ettiğini” diyen halk ozanı tanrısal bir söylem içinde midir? Din mi tebliğ ediyordur? Dini çok önemsiyor mudur? Maksadı Eyüp Peygamber’in efsanevî sabrına dair vaaz vermek midir? Zannetmiyorum. Fakat nedense bizim modern yüksek kültürümüzde pek Kur’an alıntısı yoktur. Poe tarzı bir göndermeye sık rastlamayız: Bir romanda, şiirde Kur’an’a göndermeler yapmak yasaklanmıştır sanki.
Gerçi örnekler yok değil. En güzellerinden biri Neyzen Tevfik’e âit:
“Evet, târih-i âlem bir tekerrürden ibârettir.
Şu vaka ehl-i imanca bugün şâyeste-i tebcil.
Bakın adl-i ilâhinin semâ-yı intikamında,
Ebâbil oldu tayyare, denildi bombaya siccil.”
Neyzen, deliliğine sığınıp, meşhur “Kur’an’a nazire yazılır mı?” kıssasına konu olmuş Fil Suresi’ne kendi meşrebince bir nazire demiş, Birinci Dünya Savaşı uçaklarını ebabillere, bombaları siccil taşlarına benzetmiş. Leziz.
Bir “aşırı kutsallık” söz konusu İslâm değerlerinde. Bu, bizzat İslâm’ı vuruyor gibi; yönetmeni ateist olan bir Hollywood filminde bir İncil alıntısı görsek, pek tabiî karşılarız ama Kur’an alıntısı olursa, yönetmen de, senarist de kılı kırk yarmak zorundadır. Yoksa kelle gider hafazanallah!
Gerçi daha eskiden böyle değildi sanırım. “Neler çekti Ramazan içre îyde dek göresin/Nedim terk-i mey-i hoşgüvar edinceye dek” (Ramazan’da bayram gelene kadar göresin ki / Nedim tatlı şarabı bırakana kadar neler çekti)diyen Nedim, dinle hafif laubali bir ilişki kuruyordu ama has Osmanlı çocuğuydu.
Şimdi derginin adı Ayarsız ya, ayarım bozuldu, İslâm’ın dalga geçilebilir olmasının, Müslümana yarayacağı kanâatinde olduğumu söyleyeceğim. Ne diyordu Azerbaycanlı şair Ramiz Rövşen? “Son şair boğulup ölende / Gökten / Ölü Allah düşecek”. İslâm dairesi Allah’ını öldürmek üzredir. Sanat, özellikle günümüz “Müslüman coğrafyasında” dinle arasına mesafe koyarak gelişiyor. Ya da şöyle diyebiliriz: Ancak dinden uzak kaldıkça sanatın gelişmesi için gerekli ortamı yakalama şansımız oluyor. “Muhafazakârların” tepkisel denemeleri ise, “Allah ne kadar süper yahu” demekten öteye gidemiyor, belki biraz Onur Ünlü’de şahsi beğenime hitap etmeyen, ama hoş sayılabilecek bir damar vardır. İsmet Özel pek yapmacık duruyor. Bilemedim; Poe ya da Neyzen örneğindeki rahat ancak derin, has tavrı göremiyorum çağdaş sanatımızda.
Allah’a “Bakkal mısın teraziyi neylersin / İşin gücün yoktur gönül eylersin” diyen Kaygusuz Abdal, bana bir tarihî romanda okuduğum papaz karakterini anlatıyor. Bernard Cornwell’in “Archer’s Tale” serisinde, deli bir papaz vardır. Durmadan Tanrı ile kavga eder. Bir diğer karakter, engizisyona da maruz kalmış o papaz için, “imanı en kâmil olan odur, o kadar yakındır ki Tanrı’yla kavga edecek samimiyete erişmiştir” diye yorum yapar. Ben Müslümanların Allah’larını bir tuhaf kafese tıkıp toplumun en erişemeyeceği yere kaldırmalarını, inanç eksikliklerine bağlıyorum ama burası teoloji tartışmanın yeri değil. Neyzen’in “insanı ahsen-i takvim ile”, yâni en güzel yaratılışla yarattığını iddia eden Tanrısına;
“Kuru laflar ile endişemi ihlâl etme
Kulak asmaz davula dinleyen elbette kösü
Bu mudur ahsen-i takvim ile medh eylediğin
Bu mudur insan diye halk ettiğin eşşek sürüsü”
şeklindeki hitabı, ya da meşhur Münacaat’ı, bugün söylense mübdiini linçe götürecek ifâdeler barındırıyor diyeyim ve susayım.
Öyleyse Müslümanlar “Batı bizi aşağılıyor”, “bizim sanatımız kabul edilmiyor” ya da muhafazakârlar “Beyaz Türkler bizi hor görüyor” diye şikâyet edebilir mi? Bilmiyorum, fakat bildiğim bir şey var: Sanatın gelişmesi için, düşünce hayatının canlanması için, evet, refah önemlidir. Kuveyt, Bahreyn, Katar, tıpkı Suudi Arabistan gibi müreffeh, petrol zengini Arap ve Müslüman ülkeleri, fakat, ne büyük edebiyatçı çıkarabiliyorlar, ne büyük düşünür, ne mucit… Burada her türlü şart yerine gelmişken büyük sanatçı, edip yahut mütefekkir çıkmasını engelleyen bir maraz var, ama ne?
Kur’an, inanan için Tanrı sözü, inanmayan için Muhammed ve çevresinin düşüncelerinin derlemesidir. Ancak inanan-inanmayan için ortak ve herhalde itiraz edilmeyecek bir husus vardır ki, bu da müthiş bir edebî değeri haiz olduğu gerçeğidir. Müthiş tasvirler barındıran, insanı yerine mıhlayacak ifâdeleri olan bir kitabın takipçileri, neden baş ağrıtan, gürültü nevinden sesler dışında bir şey çıkaramıyorlar, lirizm ve estetik açısından bu kadar fakirler?
Allah hadi beni taş yapsın neyse de, durduk yere ilk sayısında Ayarsız’ı taş yapmasın, burada keseyim. *
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
*Bu yazı, ilk olarak Ayarsız Dergisi'nin ilk sayısında ufak tefek değişikliklerle yayımlanmıştı.
Yorumlar