Putin öncülüğündeki Avrupa sağı, Brexit, nihayet Trump'ın seçilmesi... Bütün bunlar, Batı Yarımküre'de bir hayalet dolaştığını gösteriyor: yeni modernizmin hayaleti.
Başlığı atarken çok düşündüm. Multi-kulti, evet bir veba, ama "çağımızın vebası" diye tarif etmek istediğim "şey"i tam karşılamıyor. Post-modernizm diyebilirdim, zira bu çağımızın vebası, belki "vebalar çorbası", multi-kulti gibi, politik doğruculuk gibi, "çok hukukluluk" gibi, yeni feminizm gibi, topyekün "post-modern". Ve insanları bıktırdığı, usandırdığı bir gerçek.
Trump'ın Putin ilişkilerinin büyük bir tehlike olduğunu düşünüyorum. Üstelik, bu "çağın vebası"na karşı doğan alt-right gibi akımları da pespaye buluyorum. Ama belki eski kafalı bir muhafazakar olarak, "eldeki"nden de çok memnun olduğum söylenemez.
Türkiye'de "muhafazakar-milliyetçi" olmanın iki sorunu var. İlki, aslında kolay aşılabilir bir sorun: İslamcılar, muhafazakarlığın içini boşaltıp, kendilerine mâl ettiler. Halbuki muhafazakarlığın, en azından benim anladığım neo-Burkean haliyle, dinle pek alakası yoktur. Ülkemizde biraz da, ladini bir ahlak felsefesinin olmayışı, muhafazakarlığın dinle aşırı eklemlenmesine sebep oluyor. Daha tuhaf meseleler de var tabii: En bozucu, yok edici, öncesiz ve sonrasız tipler, kendilerini muhafazakar addediyorlar. Fakat, muhafazakarlık basitçe "radikal zıplamalar"a karşı olmak, zamana yayılmış ve oturaklı gelişim taraftarı olmaktır.
İşte tam burada, Türkiye'deki muhafazakarın ikinci sorunu başlıyor: Kolektif (Le Bon) ve yüksek bağlamlı (E.T. Hall) kültürlerin değişim direnci yüksektir. Belki bizim muhafazakarlığımızın pespayeleşmesi de bundandır. Ölmüş ağacın kovuğunu muhafaza etmek gibi bir şey; anlamsız. (Bu tür saçma muhafazakarlık ile gerçeğini, Yüzüklerin Efendisi'nde görürüz. Denethor, kurumuş bir kutsal ağacın ölüsünün bekçisiyken, Gandalf onun meyvesinin ve taze sürgününün bekçisidir. Öyleyse muhafazakar, tohumun, çimentonun, mayanın muhafazakarıdır; ağacın, binanın, ekmeğin değil.) Eh, Türkiye'de bir şeylerin yolunda gitmediği de gerçek. Öyleyse, bir milliyetçinin yahut memleketin iyiliğini düşünen insanın, değişim taraftarı olması lazım. Bu değişim de, kültürümüzün özelliğinden dolayı, zamana yayılamıyor. Mutlak, keskin ve baskıcı olmak zorunda; yani ihtilal olmak zorunda. Bu ihtilal Atatürk ihtilali gibi askeri ve fiziki olabilir, yahut bütün bir ülkeyi saracak paradigma sıçraması olarak zuhur edebilir. Böyle bir paradoksla karşı karşıyayız, en azından kendi adıma ben öyle hissediyorum: Muhafazakarım ama radikal bir değişim, bir sıçrama istiyorum.
(...)Başarısız olmamak, becermek, yerlilerin aslında ne kastettiğine dair açık, temiz, canlı bir açıklamayla gelmek postmodernistimiz için en korkunç utanç ve ihanet olurdu. Böyle bir şey nihai ihanet ve gerçek başarıszlığı teşkil ederdi. Bu onu sömürgeciliğin ve kültürlerin eşitsizliğinin hizmetinde, Öteki'yi kendi anlamlandırmasına mahkum eden, dolayısıyla yalancı şahitlik yaparak Öteki'yi alçaltan ve kendini anlamların sonsuz sayıdaki fıtratına ve bir anlam diyarını diğerinden ayıran korkunç uçurumda bu anlamları iletişime tabi tutmanın eşit derecede sonsuz zorluğuna kayıtsız bir adam olarak ifşa eden biri, yüzeysel bir pozitivist olarak gösterirdi. (...)
Ernest Gellner'in Postmodernism, Reason and Religion isimli kitabından yukarıdaki pasajı değerli hocam İskender Öksüz yollamıştı. Çevirince yukarıdaki gibi bir şey oluyor. Bu yazıda tanımladığımız haliyle post-modernizm, tam olarak böyle, amorf, lakayt, iddialı ancak manasız bir şey. Buraya geri geleceğiz.
Geçenlerde, kız arkadaşıma ev bakıyorduk. Bir ilan vardı bakmaya gittik, evde iki kız kalıyor, bizimki de üçüncü olacak. İkimiz de çalıştığımız için akşam vakti gidiyoruz. Ben "ülkücü erkek" terbiyesiyle büyüdüğümden, "Hanım sen gir eve ben dışarıda beklerim, muhiti görsem yeter" dedim. Akşam vakti iki hanımın rahatını bozmayayım, içeri girmeyeyim dedim. Kapıda beklerken hanım eve girdi. Beni de görmüşler, "erkek arkadaşın da girseydi" demiş birisi. Hatun da "yok o girmeyecek" demiş. Sonra şartları vs konuşurlarken Kızlardan biri "ben cinsiyetçi ev arkadaşı istemem. Bu eve erkek arkadaşlarımız girebilir" demiş. Bizim hatun şok tabii. Sonradan anlamış ben eve girmeyince "cinsiyetçi" olmuşum, hanım da "o girmeyecek" deyince cinsiyetçi olmuş.
"Cinsiyetçilik karşıtları", cinsiyet karşıtları aslında. Cinsiyet yüzünden eşitsizlik ve hukuksuzluğa hayır, ama hala cinsiyet sahibiyiz. İki genç hanımı rahatsız etmemek için yorgun argın yol yürüyüp üstüne bir de kapıda dikilmek nezakettir, cinsiyetçilik değil. Bu post-modern feminist, radikal sol vs. söylemler gelenek düşmanlığı ile ne kadar güzel haslet varsa hepsine düşmanlık ediyorlar. Tabuları yıkıyoruz diyerek yıkmaya çalıştıkları kimi hasletler asırlardır en yüksek kültür dairelerinden süzülüp gelmiş şeyler. İki baldırı çıplak, kendi saçmasapan post-modern dinlerinin fevkalade çıkarımlarına uygun düşmüyor diye, terbiyeye düşmanlık ediyor. Arzu ettikleri olsa, ellerine ne geçecek? Sulu, pespaye, seviyesiz bir güruh. Mutlu mu olacaklar? Hayır. Pekala neden feministler? Çünkü kendileriyle sorunları var. Kendi içlerinde aşamadıkları her duvarı, toplumun irfanının değerlerine fatura ediyorlar. Gerçek aydın muhafazakarlık, cinsel özgürlüğü de, az önce değindiğim kapıda bekleme hasletini de aynı anda savunmaktır.
Bir Somalili, sözgelimi bir İskandinav ülkesine iltica ettiğinde, şöyle bir çıkmaza uğruyor: Geldiği kültür, İskandinavya'dan farklı. Ve kendisi, öz değerlerinden beslenerek, mücadele ederek zamanla gelişip medenileşmedi. Bir anda medeniyetin ortasına atıverildi. Bu insanın bir İskandinav ile aynı davranmasını beklemek abestir. Fakat ona "müsamaha" göstermek, daha da abestir: İnsanlığa karşı işlenen suçlar ve "kötü" değerler, sırf "değer"dir, toplumsal motiftir diye, kabullenilemez. Öyleyse İskandinavlar, ülkelerine gelen Somalilileri, İskandinav "yaşam tarzı" ile uyumlu olmaya zorlamalılar. Uyumlu olmamakta direneni, geldiği çöplüğe geri şutlamalılar.
Peki ya, İskandinavya'nın eriştiği refah ve sosyal uyum mertebesinde hiçbir katkısı olmayıp, ayak takımından olduğu halde büyüklenerek Somalili'ye "çakan", onu aşağılayıp kendini tatmin edene ne demeli? İşte tam burada alt-right, Trump vs. tayfası ile ayrılıyoruz. Zira bunlarda, sınıfsal anlamda değil ama davranışsal anlamda "aristokrat" vakar yoktur. Buna "görgü" de diyebiliriz: Görgüsüz bir güruh, kendileri pek de matah olmadıkları halde, kendilerinden daha az matah olanlara, "en tepedekiler"in en alttakilere takındığından daha düşmanca bir tavır takınıyorlar. (Şu sıralar Amerika'nın Kurucu Babaları'nın fazla etkisinde kaldım sanırım. Beyaz adamın yükü diye girersem mevzuya, lütfen e-posta atıp uyarınız.)
Bu iş dönüp dolanıp "çok kültürlülük" ve onun bir uzantısı olan "çok hukukluluk"ta düğümleniyor. Alt-right ve sol, post-modern hareketlerin beslendiği temel bir havza var: Alt ve orta sınıfların hayal kırıklıkları. Sürekli "sistem" ve "cemiyet"i suçlayanlar, ekseriyetle kendi eksikliklerine, zavallılıklarına bahane buluyorlar. Elbette sistem ve cemiyet mükemmel değil, ama örneğin Amerika'da zenci fetişizmi ile "içinde zenci olmayan bir film, ne kadar ırkçı!", "beyazlar zenciler yüzlerce yıl önce köle ettikleri için kendinden utanmalılar" gibi zırvaları tekrar eden güruh ve onların "zencileri", tam olarak bunu yapıyorlar. (Biri de politik doğruculuğu bir kenara bırakır, "kardeşim deden köle olduğu için sen bugün Amerika'dasın, Sahra-altı Afrika'nın cehenneminden, Amerika'da hangi sınıftan olursan ol, çok daha iyi bir hayat yaşıyorsun, iyi ki köleleştirmişiz seni" der. Bu da post-modern eşdeğeri işte.)
"Tecavüz ettim çünkü cemiyet beni öyle yaptı" diye bir şey yok. Post-modernizm, temel sorumlu üniteyi ortadan kaldırmayı hedefliyor, bu açıdan mürtecidir. Temel sorumlu ünite, bireydir. Birey ehliyet ve sorumluluk sahibidir. "Azınlıklara hak", "zencilere hak", "kadınlara hak" diye bir şey yok: Bireye hak var. Değerli Kadir Cangızbay'ın dediği gibi, bu tarz "çok hukukluluk" arayışları yeni faşizm alanları yaratır. Ki, güya "ötekileştirme"ye karşı olan ve her "farklı"yı "yerinde" okuma taraftarı olduğunu söyleyen post-modernizm, bu haliyle en ayrıştırıcı, en ötekileştirici tutumu sergiliyor. Bu yeni tip "küreselliğin" mecburi istikameti bu: İmparatorluklar da böyle ayakta kalır. Örneğin Osmanlı, Ortaylı'ya göre, "anasır"ı, kompartımanlara tıkar, birbirinden tecrit eder, böyle hayatta kalırdı. Meseleleri hep "zenciler", "Kürtler", "Kadınlar" diyerek okuyan tipler de, bir neo-emperyalizmin uşaklarıdır.
Ama, sözgelimi bir zümre yahut kesime baskı uygulanıyor olamaz mı gerçekten? Olabilir. Örneğin kadınlar aynı işe, daha az ücret alıyorlardı. Bunun mücadelesi verilebilir, fakat burada "kadın", teferruattan ibarettir, asıl mesele, belli bireylerin, kimi özellikleri sebebiyle, eşit işe daha az ücret almasıdır. Bugün "patriarkağğğ" diye bağırarak gezen mor saçlı feministlerin mücadelesi ise, basitçe benim pipimi kesmek, bıyıklarımı yolup göğüs kıllarımı dağlamak falan; anladığım kadarıyla tabii.
Cinsiyet meselesine de el attılar, es geçmeyelim. Çok güldüğüm bir olay vardı mesela, Boğaziçi Üniversitesi'nde bir öğrenci, sakallı falan, "ben kendimi kadın hissediyorum, kimse bana cinsiyet atayamaz, kadınlar tuvaletine girmeme karışamazsınız" diyordu ve hiç değilse "cinsiyetsiz tuvaletler" açılmasını talep ediyordu. Bahsettiğim vebanın, çürümüşlüğün müthiş bir örneği. Çocuklara ilgi duyan bir pedofilin, "ben kendimi 12 yaşımda hissediyorum, bedenim 40 yaşında diye bana pedofil diyemezsiniz" dediğini yahut 14 yaşında bir gencin tekel bayiinden alkol almaya gidip "benim ruhum 20 yaşında, bana satman yasak olmamalı" dediğini düşünün. Aynı şey. Aynı şey olduğunu iddia ettiğinizde savuracakları argümanlar da, boğa boku.
Bu bilinç akışı yazısını, "çare modernizm"de diyerek bitireyim. Elimden gelse, milliyetçilere, dindışı değerlerden örgüleştireceğim bir "şövalye ahlakı" kazandırır, vakarı, terbiyeyi, beyefendi ve hanımefendiliği hakim kılardım. İnsanları etnisitesi, dış görünüşü yahut diğer "alakasız" özelliklerine göre değil, fiil ve sözleriyle yargılayan, dolayısıyla adil; şikayetin zırıldamak ve bahanelerle sorumluluk reddetmekten ibaret değil, hak arayışı ve her türlü meşru "güç kullanımı"na başvurmak olarak kendini gösterdiği bir düzen oluştururdum. Tabii böyle bir "yeryüzü cenneti"nin asla var olmayacağını biliyorum, ama hiç değilse milliyetçiler böyle olsa, topluma bu fikirleri yaysalar, yeni vebamız ve bize ilaç diye yutturulmaya çalışılan ayaktakımı ciddiyetsizliğinden kurtulurduk.
Geleceği çok karanlık görüyorum sevgili kaari.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar