"Millet ve milliyetçilik"i ağzı laf yapan herkesin kafasına göre tanımlaması ve halinden memnun bir sırıtışla kendi yaptığı tanım üzerinden milliyetçileri aşağılaması, boş konuşup evlere dağılması uzun süredir moda. Değerli Hocam İskender Öksüz'ün "Millet ve Milliyetçilik" kitabı ise bunlara bilimsel cevaplar veriyor. Özellikle genç milliyetçilerin ideolojik omurgalarını oluştururken faydalanmaları için ben de böyle bir yazı kaleme almaya karar verdim: Arsal'dan Öksüz'e birçok Türk milliyetçisi düşünürden bolca faydalandım, dünyadan birçok düşünür ve bilim adamın tespitlerine yer verdim. Her bir değinme, başlıbaşına bir okuma alanının işaretidir, okur bunu bir okuma rehberi olarak da değerlendirebilir.
Sıkça duyarız: "Millet Fransız ihtilali ile doğdu bir kere..." Pekala, Orhun'da milletin gayet şuurlu bir tepki vererek, üstelik "yönetici sınıf" bambaşka düşünürken, "Çin kağanına yağı olması" motifini nasıl açıklayacağız? Orhun anıtlarını yazan, diyelim ki yalan söylüyor olsun, sosyalistlerin pek sevdiği "devlet eliyle millet inşası"na hizmet ediyor, Türklere bir millet ruhu kazandırmaya çalışıyor olsun: Yine de, milletin ortaya çıkış sürecini sadece bu veriyle bile daha eskiye götürmemiz gerekir. Zira Orhun'da, "diğerleri" ile farkını bilen, "biz ve diğerleri" fikrine sahip olan, üstelik "biz" fikrinin üzerine "ideoloji" inşa eden bir "millet" görüyoruz.
Şüphesiz milletin tanımı, mahiyeti değişebilir. E. T. Hall, insanoğlunun "homo sapiens" olduktan sonra bir de sosyal evrim geçirdiğini söylüyor. Aynı biyolojik organlarımız gibi evrilen ve hayatta kalmamıza faydalı katkı yapan bu sosyal keşiflerimize, "sosyal uzantılarımız" diyor. Aile bir sosyal uzantıdır, savaş, kültürel değer ve motifler; her şey. Ve bunlar biçim, mahiyet değiştirebilir. Buna tekrar geleceğiz.
Türkler için özel, sui generis bir diğer sorun ise, Nişanyan’ın "Böyle inanılmaz bir kültür sentezinin yeryüzünde başka örneği acaba var mıdır? Başka hangi dil ‘Çin seddinden Atlantiğe kadar’ hemen her dilin izlerini taşır?" diyerek vaziyetini anlattığı Türklerin dağınıklığı meselesi. Yakutistan'dan Tarım Havzası'na, Kazan'dan Kıbrıs'a, Moldova'dan İran içlerine birçok "Türki unsur" var ve bambaşka görünüyorlar. Dilleri farklılaşmış, üstelik sosyalistlerin "Millet İnşası"na uğramışlar. Topyekün bir "Türk" kimliğinden haklı olarak çekinen sosyalistler, her bir "Türk etnisitesi"ni bir millete evriltmişler bir dereceye kadar. Alfabeleri ayırmışlar, kimlikleri keskinleştirmişler; İsa Yusuf Alptekin'in "Esir Doğu Türkistan İçin" isimli hatıratında şehadet ettiği üzre, yapay 5 devlet yaratarak, bırakın Türkiye ile bağları, birbirleriyle olan bağlarını bile baltalamışlar.
Millet ve milletleşmek bir evrimsel akıştır, devam eder. Bu akışı etkileyen sayısız faktör var ve şüphesiz, özellikle modern çağda en etkili olanlardan biri, devlet. Bir devlet sahibi olduğunuzda, artık "resmi" bir kimlik altına girersiniz ve yanıbaşınızda aynı ırk, kültür ve dilden bir devlet daha olsa bile, farklılaşırsınız. Ancak bazı şeyler ortak olmaya devam eder, tam da buraya eğileceğim: Uluslar, mitolojilerinde dünyayı nasıl algıladıklarına dair mesajlar verirler. Lech, Czech ve Rus anlatısında, aynı Slav köklerini paylaşan ulusların, zaman içinde farklılaşmaları, "üç kardeş" oluşlarına vurguyla açıklanır. Yahut Araplar, Yahudiler ile akrabalıklarını, İshak ve İsmail'in akrabalık ilişkisiyle açıklarlar.
Türklerde de bu var: Oğuz Kağan anlatılarında, Oğuz Türkleri, diğerleriyle akrabalıklarını mitolojilerine işlerler. Oğuz, babasına baş kaldırır, babasına destek veren amcalarına "Moğol" der. Kendisine destek veren amcalarına, Ebulgazi Bahadır Han'a göre "uyan, yapışan" anlamında Uygur der. Karlı bölgede yaşayanlara Karluk, ağaç kovuğunda doğum yapan kadının soyundan gelenlere ağaç kovuğu anlamında "Kıpçak" der ve böyle gider. Bu anlatının Türk mitolojisinin en geniş şubelerinden birinde yer almasının nedeni, Oğuzların diğer Türklerle akraba olduklarını, benzer diller konuştuklarını bilmeleri ve açıklama ihtiyacı duymalarıdır. Yani Oğuzların "kolektif şuuru"nda, Oğuz kimliğinin üzerinde bir "Türk" kimliğinin var olduğunu söyleyebiliriz; Moğolların adını elbette Oğuz takmadı, fakat Oğuz'un taktığına inanmaları, bizim için önemlidir.
Öyleyse Türkler için, "kavimlere bölünmüş" bir geniş millettir ve bu kavimler -maalesef- ayrı ayrı milletler olma yoluna girmişlerdir diyebiliriz. (Adlandırma hususu da apayrı bir mesele. Bozkırda, Jean Paul Roux'dan öğrendiğimize göre, birleştiren unsurun diğerlerine ad vermesi yaygın ve eski bir gelenek. O yüzden Türk isimli bir kavim Altaylıları birleştirince adına Türk diyor. Önceden de Hunlar aynı süreci işlemişlerdi. Ordusunda Moğol oranı bayağı düşük olan Çengiz'in bozkırlılarına topyekün Moğol denmesi de bundan. Orhun abidelerinde, sonradan kendi adını buduna [budun, boylar demek] teşmil eden Türkler kadar kalabalık Oğuzları birliğe kattıktan sonra "Türk-Oğuz" gibi ifadelerin bulunması ilginç.) Fakat bugün -şükür ki- paylaşılanlar, farklılaşanlardan çoktur, Cermenik kökenden Hollandalı ve Alman şeklinde iki belirgin milletin doğması gibi bir sürece daha çok var.
Buna "etno-sembolizm" diyoruz. Millet, bir takım "etni" nüveleri etrafında genişleyerek ortaya çıkar. Daha iyi anlamak için, Robin Dunbar'ın "dedikodu" kuramına değinelim: Dunbar'ın çalışmaları, 150 kişiden küçük toplulukların direkt ve yüzyüze iletişimle organize olabildiğini ama bu eşik aşılınca kurumlar, semboller ve paylaşılan değerlere ihtiyaç duyduğunu söylüyor özetle. Beynimiz de böyledir: Aktif bir zihin sahibi olabilmek için, belli bir sayının üzerinde nöronlarımız ve bunların birbiriyle bağlantısı olması gerekir, buna "emergence" diyoruz. Millet de, zorunluluktan ötürü bir "emergent" varlık olarak doğuyor. Doğmasının nedeni de, insanların kalabalıklaşması: Kültür bu sayede var oluyor. Yani ancak "millet" olmaya başlayarak sosyal uzantılarımızı evriltebiliyoruz diyebiliriz; ilk adımı "mitoloji" yaratmaktır, "mutasevver bir cemaat" sahibi olmaktır. Buna geleceğiz ama önce "etni" meselesini açıklayalım.
A. Smith'in kuramında lateral ve vertical ethnie var. Yatay ve dikey etni deniyor. Bunlar eksen değil aslında, aristokrat ve demotik olarak da kullanılır.
Yatay etni, sığdır, o yüzden yatay. Ve aristokratiktir. Aslında piramit şeklindeki bir aristokrat toplum düzeninde dikey kullanmayı beklerdik değil mi? Ama mesele şu, aristokrat toplumlarda (diyelim ki Normanlar) etnosemboller yöneten sınıf ile sınırlıdır. Fakat bu yüzden yayılması daha kolaydır: Sicilya'ya hatta Antakya'ya. Genişleyebilir, ama derinleşemez, topluma bütün katmanları ve kılcallarıyla sirayet edemez.
Dikey etni ise, demotik. Halkın şuurunda yaşayan etnosemboller, motifler, şuur, genellikle aydınların işlemesiyle gün yüzüne çıkar, birikir ve etniden millete geçiş gerçekleşir.
Her ikisini de gözlemleyebileceğimiz bir ulus var, Macarlar. Bu yönüyle düşünelim: 1000li yıllarda yatay bir Macar etnisi var. Avarları, slavları, cermenikleri yönetimleri altında tutuyorlar. Bu yüzden mesela esasen Asyalı olmalarına rağmen (hatta yönetici sınıf, Macar da değil, Kabar-Hazar. Yöneticiler muhtemelen Türkçe konuşuyordu, Macarca değil. Yatay içinde yatay.) nihai olarak Ortaçağ Macarları çok da Asyalı değil. Ama Turul miti, Arpad soyu miti vs sürekli devam ediyor.
Fakat Avusturya idaresi boyunca bu yok oluyor. 1800lü yıllarda ise bir dikey etniden söz ediyoruz, Macar efsaneleri, folkloru, kimliği kendiliğinden gelişiyor, birikiyor, Sandor Petöfi gibi adamlar elinde işleniyor ve Macar ulusu modern anlamda ortaya çıkıyor.
Şu "mutasevverlik", etno-semboller ve millet yapıcılığı hakkında bir "vaka analizi" yapalım, 10 Kasım törenlerine dair.
Özellikle eski takipçilerim bilir, ben yazıp çizmeye ekseriyetle mitoloji üzerine yazarak başladım. Ekşi sözlük, Kayıp Rıhtım derken... Katkı yaptığım birkaç editöryal kitaba da hep bu zaviyeden katkı yaptım. İletişim okudum, bununla birleştirdim, hala "mitoloji"yi önemserim. Milliyetçi neden "mitoloji"yi önemsemelidir?
Zira "millet" dediğin "mitoloji" ile iç içedir. Basitçe belli "mesaj paketleri"nin, arketiplerin bir grup tarafından paylaşılmasıdır. Paylaşılan "mit" ve "rit"ler, bir ortak şuur, bireylerden beslenen ve bireyleri etkileyen bir kolektif fenomen oluşturur. Nasıl bizler gen dediğimiz bilgi paketleri sayesinde ürüyorsak, bu şuur da "mem"ler sayesinde ürer, mitler, ritler, anlatılar...
Ve bu ortak şuur, sadece "var olan" bir şey değil, faydalı olan da bir şey. Azar Gat mesela hiçbir düzen yalnızca "kurumlar"la işlemez der. Saygı, terbiye, topluma faydalı olmak, yasalara uymak; aklınıza ne kadar müspet "şey" geliyorsa, yayılması için "millet" lazım. Millet yoksa, anayasa bile yok. Var deyip koysanız da, işlemiyor, bakın Irak'a, Suriye'ye... (Aslında neden milliyetçiyiz konusuna da girmiş olduk.)
Ve millet olma hali, bozulup yeniden tesis edebilir. Beslendiği materyal, mitleri ve ritleri doğuran "etnosembollerdir". Yani tarihte Orhun'u dikenler, bir millettir. Zira budun menfaati, budunun tepkileri vs. işlenir, ele alınır. Ama bu bozulabilir de. Türk, Türklüğünden iskat olmaz, ama millet olma halini yitirir. Yeniden inşa için, yeni mitoloji gerekir. 9'u 5 geçe "dikilen"ler, bu yeniden millet olma halinin mitoslarını benimsemiş insanlar. Dolayısıyla gelişebilecek, güzelleşebilecekler...
İskender Hoca dikkat çekmişti,B. Anderson bile "meçhul asker" anıtlarını fevkalade görür bu hususta. Nedir meçhul asker? "Mutasavver cemaat"imizin kilit kodlarından: Hiçkimse değil, aynı anda herkes.
Gelelim islamcıların buna karşı çıkma nedenine. İnsan grupları iç içe geçmiş halkalar gibi aile, sülale, aşiret, millet, ümmet diye gider. Hangi daireyi "başat" kabul ediyorsanız, bir altındaki mensubiyeti yok etmeniz gerekir. Ümmet olmak istiyorsanız, millet olmaz. O yüzden milli mitoloji, ister kadim, ister modern haliyle olsun, düşmandır. Şamanizme de, Atatürk'e de alerjileri bundan. (Yine de Sovyetler bile milli vurgu yapmak zorunda kalabilir.)
Ortak değerlik vasfına erişmek kolay değil. Kan, gözyaşı, ter ile gelir. Atatürk buna ulaşmış, bir "mem" olmuş, kıymeti müthiş. O yüzden ritüellerimiz, mitoslarımıza sahip çıkmak lazım. Unutmayın ki, hiçbir "sosyal uzantı", hiçbir insani kurum, "fiziki" değildir. Her biri mutasavverdir, zihnimizdedir; insanlarla paylaştığımız kanı, mitos ve arketipler sayesinde var olur ve bize faydalı olurlar. Milli mitolojinin kadim ve doğal haline de (Eski dinimiz, efsaneler, folklor), modern ve işlenmiş haline de (milli günler) sahip çıkın.
Güruh ile milleti ayıran, özetle, 9'u 5 geçe ayakta dikilenlerin millet mensubu, karşı çıkanlarınsa güruh olmasında saklı.
Millet konusu daha uzun gidebilir, burada kesip, asıl meseleye, "neden milliyetçiyiz" sorusuna gelelim. Biz Türkler üstün diye mi milliyetçiyiz? Türkler Tanrı'nın seçilmiş milleti olduğu için mi? Nihai amacımız nedir, milliyetçilik ne işe yarar?
Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları 1956 yılında yayımlanmış, yazarı Kuzey Türklüğünün medar-ı iftiharlarından Sadri Maksudi Arsal. Her ne kadar eleştireceğim ya da doğru bulmadığım yanları varsa da, Arsal’ın ortaya koyduğu çalışma, bilimsel yöntem zaviyesinden oldukça kıymetlidir ve ileriye dönük bir milliyetçilik perspektifi oluşturulacaksa, mutlaka beslenilmesi gereken bir kitaptır.
Bunun yanında, bilimin; pozitif bilimler ve onun ışığında ilerleyen sosyal disiplinlerin tespitleri yerinde saymıyor. Milliyetçiliğin yöntemi, İskender Öksüz’ün Niçin kitabında belirttiği gibi, bilimsel yöntem ise, milliyetçilik bir şekilde gerçek ve doğru arayışı ise, sürekli yenilenmeli; milliyetçi ideoloji ve doktrin ile bilimin tespit ve yorumlarının çelişmemesi temin edilmelidir.
Esasen, "milliyetçilik nereye dayanmalıdır?" yerine, "doğru ve gerçek olan nedir?" diye sorup, cevabın ışığında milliyetçiliğe ulaşmak lazım; şahsım adına böyle yaptığımı düşünsem de, iptida reaksiyoner bir anlayışla milliyetçi olup, peşinden bunun bilimsel arkaplanını örgüleştirmekle bu işe giriştiğimi inkar edemem. Bunun yanında, "milliyetçilik Allah’ın emridir", "Türkler Allah’ın ordusudur", "milliyetçiyiz çünkü milliyetçiyiz" vs. gibi özetlere ulaşan savları, zaman zaman duygusal anlamda güzel bulsam da, hiçbir şekilde kabul etmiyor ve Nedim’in deyişiyle "hisaba saymıyorum". Bunlar belki milliyetçiliğin esasıyla değil, siyasetiyle ilgili, kitleleri milliyetçiliğe sevk edecek söylemler olarak kullanılabilir ama, çoğunlukla tehlikelidir.
Milliyetçilik, en başta, insanlığı “millet” denen birimlere ayırır ve bunların birbirinden farkları olduğunu düşünür. Sosyologlar, örneğin Gustave Le Bon, milletlerin “bireyci-kolektif” olarak ayrıldığını, insan topluluklarının gesselschaft ve gemeinschaft şeklinde iki tür bir araya geliş yöntemiyle oluştuğunu (Ferdinand Tönnies, toplulukları böyle ayırır. Komünite ve sosyete, cemaat ve cemiyet olarak anlayabiliriz. Ancak bu iki sözcüğün etimolojik köklerini de önemsediğimden ve birer terim anlam kazandıklarından orijinal haliyle yazmayı tercih ettim.) ya da E. T. Hall’da görüldüğü üzere, yüksek bağlamlı kültür – düşük bağlamlı kültür özelliklerinden birine yakınsayarak özgün yapılarını kazandıklarını söylerler. Bunu şüphesiz çeşitlendirebiliriz, ancak özetle söylememiz pek cüretkar olmayacaktır ki, farklı insan toplulukları farklı özellikler gösteriyorlar (bu özellikler de bir çok alt başlıkta incelenir.) ve milliyetçilik bu farklılıkların kaynağında “millet”in var olduğunu söylüyor.
"Beneath the clearly perceived, highly explicit surface culture, there lies a whole other world, which when understood will ultimately radically change our view of human nature."
Edward T. Hall’un bu sözünü şöyle çevirebiliriz:
"Açıkça algılanan, oldukça belirgin olan yüzey kültürünün altında, anlaşıldığında insan doğasına dair görüşlerimizi eninde sonunda keskin bir şekilde değiştirecek bambaşka bir dünya vardır."
Bu "insan doğası" önemli bir konu. Eğer bir doğamız varsa, bizi ve bizim oluşturduğumuz insan topluluklarını, salt etki-tepkinin ötesinde, düzenlenmeyen ya da rastgele davranışsal belirlenimlerin ötesinde bir yapı etkiliyor demektir. Bu konuda, Steven Pinker’in "The Language Instinct" kitabı oldukça önemlidir; Chomsky’nin tezlerini geliştiren Pinker, bir insan doğasının, “evrensel gramer”in ve bu doğanın mahiyetinin sırlarını açıklamaya çalışıyor.
Buna göre, insanın beyninde, "doğar doğmaz" beliren bir reçete, bir plan, bir "tarif" vardır. "Tabula rasa" diye bir şey yoktur diye de okunabilir bu: İnsanlar, bazı primordial verilerle doğarlar. Bu milliyetçilik açısından önemlidir: Doğar doğmaz “milliyet” kazanılmaz, milli, etnik kimlikler, bence bunların tümü sonradan kazanılan, edinilen kimliklerdir ama, bu kimlikler doğan çocuğun kimi evrensel ve yerel “doğal elementler” ile doğduğu göz önüne alınınca, bu doğa ile ilişkilidir.
Lera Boroditsky’nin çalışmaları, bize dilin yapısının insan düşüncesini nasıl etkilediğini çok güzel anlatıyor. Ki, bu fikrin ilk örneğini Ali Şir Nevai’de görürüz, "Türkler göçebedir, o yüzden dilleri fiil ağırlıklıdır" der. (Sapir-Whorf Hipotezi) İnsanların dilleri, yaşayışları, çevreleri ve bir takım "onlara has", yerel "doğal elementler"in itkilediği bir evrim süreci sonucunda oluşur, ve bu dilin yapısı, özgün bileşenleri, o dili konuşanların nasıl düşündüğünü etkiler. Boroditsky’nin verdiği bir örnek, bunun en basit ispatlarından biridir: Sözcük cinsiyeti olan dillerde, örneğin "köprü" eril bir sözcük ise, insanlara eril çağrışımlar yapıyor, dişil bir sözcük ise, dişil çağrışımlar.
Bu noktada, bilişsel haritayı tamamlayacak bir diğer teori, C. G. Jung’un “arketipler” kuramıdır. Buna göre, insanların kolektif bilinçaltında, tek bir insanın icat ya da tahayyül edemeyeceği “arketip”ler yer alır, onların psikolojisini, modellemelerini, çıkarsamalarını bu arketipler etkiler.
Şahsi kanaatim, arketiplerin evrenselden yerele bir dizgi oluşturduğudur: Evrensel arketipler olduğu gibi, yerel, ulusal, kültürel arketipler vardır.
Özetleyecek olursak: Kültürler, örneğin kolektif ya da yüksek bağlamlı olabiliyorlar, bu kültürün mensuplarının kendileri ve "dışarı" ile nasıl iletişeceğini, zamanı ve mekanı nasıl kullandıklarını etkiliyor. Dillerin yapısı, insanların düşünce tarzını, aynı fikre nasıl farklı tepkiler verebildiklerini belirleyici bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Bunun yanında, kolektif bilinçaltı, bireylerin ve toplulukların kimi özgün, "şahsına münhasır" tepkilerinin arkasındaki neden olarak karşımıza çıkıyor.
Dolayısıyla milliyetçilik, önce bu "alamet-i farika"ları anlama arayışıdır. Bir Türk, neden bir Peruludan farklı tepkiler veriyor? Peşinden, örneğin bu özgün özelliklerle uyumsuz bir durum ortaya çıktığında ne oluyor, milliyetçilik bunu araştırır. Şahsen, toplumların üst bilinçleri ile kolektif bilinçlerinin farklı hızlarda evrilebildiğini düşünüyorum; toplumun üst bilinci ya da "üst yapı"sına, kolektif bilinç ve bilinçaltı ile uyumsuz bir takım fikirler, duygular yerleştiğinde o toplum piçleşir. Zengin oldukları halde Körfez ülkelerinden neden edip yahut düşünür çıkmıyor diye bir kurcalamak lazım.
Bu sorgulamalardan sonra, milliyetçilik, bu "vakıa"yı, karşımıza çıkan gerçekliği bir "araç" olarak kullanıp, yani insan topluluklarının "özü"ne dair bilgi sahibi olup bu bilgiyi o toplulukları sevk ve idare için etkin bir şekilde kullanarak, özgürlük, mutluluk ve refah kavgası vermektir. Yani, milleti anlamak ve milliyetçi olmak yetmez: Milliyetçilik neyin "iyi, doğru ve güzel" olduğuna dair, milliyetçi olmayan, daha doğrusu "milliyetçi olduğu için yargıya ulaşmış" olmayan objektif bir ahlak felsefesine, değer yargılarına ve hedeflere muhtaçtır. Ancak böyle olduğu zaman, makul, verimli ve insanlığa faydalı bir milliyetçilik duruşu sağlanabilir.
Öyleyse, "neden milliyetçilik?" Buna cevap verirken, Abdulkadir İnan'ın "Tarihte ve Bugün Şamanizm" eserinde, Lucianos Samosata'tan alıntıladığı bir diyalogu aktarmak istiyorum:
Minisippos: Siz İskitler Orest ile Pilad'in ölülerine kurban sunuyor ve onları tanrı sanıyorsunuz. Toksaris, sen buna ne diyorsun?
Toksaris: Kurban sunuyoruz, Minisippos, sunuyoruz. Fakat onları tanrı değil, ancak iyi insanlar sayarız.
Minisippos: Demek ki siz iyi insanlara ölümlerinden sonra tanrılara yapıldığı gibi kurbanlar sunuyorsunuz.
Toksaris: Yalnız bu değil, biz onların şerefine bayramlar ve muhteşem toplantılar yaparız.
Minisippos: Siz ölülerden ne istiyorsunuz? Madem ki bunlar ölülerdir, muhakkak ki teveccüh ve iltifatlarını kazanmak için kurban sunmuyorsunuz?
Toksaris: Ölülerin bize teveccühleri olsaydı, hiç de fena olmazdı. Fakat biz, iyi adamları hatırlamanın yaşayanlar için faydalı olduğunu tahmin ediyoruz. Bundan dolayıdır ki ölüleri sayarız. Biz şöyle düşünüyoruz: ölüleri anarsak bir çoklarımız onlar gibi olmağa çalışacaklardır.
Bu diyalogdan yola çıkarak şöyle diyebiliriz: "Milliyetçi mücadele falanca kağanın anısını yaşatma derneği mücadelesi değildir, yaşamdan beslenen, şerefli, hür, kültürlü, güzel insanlar olmak mücadelesidir."
Neden? Zira yazının başlarında oldukça özet bir biçimde açıklamaya çalıştığım gibi, her "insan topluluğu", "millet" dediğimiz kavramla alakalı bir takım dinamikler tarafından şekillendiriliyor. Milliyetçilik, öncelikle, bu teşekkülün nasıl gerçekleştiğini bilimsel yöntemle anlama arayışıdır. Sonra, bulgularını çeşitli hedeflere ulaşmak adına kullanır. Yani milliyetçilik bir "amaç" değil, insanı ve toplumu anlama arayışında, taksonomiyi kültürel gruplara göre yapan ve ulaştığı bulguları araç olarak kullanarak belli hedeflere ulaştıran bir "aygıt işlevi" üstlenir.
Buna göre, insan topluluklarının tarihsel dönüşüm ve gelişimlerini, hem toplumların hem bireylerin davranış ve düşünüşlerini etkileyen bir "kolektif bilinçaltı" vardır ve bu kolektif bilinçaltının etkisi doğrudan ya da dolaylı olarak bireyde ve toplumda gözlemlenebilir. Öyleyse, toplumları dönüştürmek ancak onları bu "milli" perspektiften anlamak, doğru anlamak ve Marxvari bir tutumla, anlamakla yetinmeyip onları dönüştürmeye çabalamakla mümkündür.
Öyleyse milliyetçilik "amaçları" öne çıkar: Nazi Almanyası toplumunu çok doğru anlamıştı ve onları bir çılgınlığa sevk etti. Mustafa Kemal Atatürk Türkiyesi muhteşem ve müspet ideallere toplumu sevk etmeye çalışırken, toplumu anlayamamıştı. Yine de Gellner, Milliyetçiliğe Bakış eserinde Atatürk Türkiyesi'nden olumlu bahseder.
Son olarak bir de "müspet reaksiyoner milliyetçilik"ten bahsetmeliyiz. Genel olarak "reaksiyoner milliyetçilik"i olumsuz kullanırız ama, bir durumda olumlu olduğunu görüyorum: Millet olma özelliği yitirildiğinde, yeniden millet olma çabası. Millet olmak medeniyetin ve düzenin bir şartı ise, bu gayet müspet bir çabadır. Milleti, etno-sembollerin işlevsel ve modern çağda bir amaca yönelik kullanıldığı bir kimlik ve fenomen olarak görebiliriz. Yakıtı, etno-sembollerdir ve millet olma özelliğinizi yitirirseniz, etno-semboller yaşadıkça hala bir şansınız vardır. Bugün Türkler için, millet olma halinin yitirildiği bir senaryo sözkonusu. Bu yüzden Türk milliyetçiliğinin en büyük çabası, Türkiye'de ve Turan'da Türkleri yeniden bir "millet" yapabilme uğraşıdır ki, reçetesini Gaspıralı çok güzel açıklamış: Dilde, fikirde, işte birlik.
Yazının darmadağın olduğunu fark ettiğim için, sonuna bir özet koyayım:
I. Milliyetçiyiz çünkü millet ve kültür, birer gerçektir, bireyleri, geleceğimizi, kurumlarımızı etkiler. Milleti anlamadan, kurumları ihya etme ve düzeltme şansımız yoktur.
II. Milliyetçilik insanları sevk eder. Ahlak felsefemiz ve bilimsel tespitler ışığında insan topluluklarını iyiye, güzele sevk etmenin en doğru ve etkili yolu, milliyetçiliktir.
III. Millet, var olan ve paylaşılan etno-sembollerden beslendiği gibi, birtakım görüş, fikir ve tutumları yaygınlaştırabilir; özellikle modern çağda, devlet eliyle. Atatürk devriminde iptidai bir hali gözlemlendiği üzre, müspet fikirler ve tutumlar, milli kültüre dahil edildiğinde kurumları güçlendirir, "bekçilere kim bekçilik edecek" sorununu çözer.
IV. Millet yoksa, bireyler arası bağlar zayıflar, bir arada yaşama pratikleri zarar görür. Birey özgürlüğü ve toplum etkisi arasındaki dengeyi en güzel tutturabilecek ve hem kolektif, hem de bireysel şuurda "doku uyuşmazlığı"na neden olmayacak en güzel araç, seküler, hürriyetçi bir milliyetçilik anlayışıdır.
V. Etnisitelere, dinlere vs. düşmanlık üzerine kurgulanan ideolojiler, milli sembollerden beslenebilirler. Bu milliyetçilik değil, millet sömürüsüdür.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar