Yıllar evvel Azerbaycan'daki Elçibey'in emaneti Klassik Xalq Cephesi Partiyası'na bir yazı yazmıştım, başlığını "Tarihin Üvey Evladı Türkmen" koymuştum.
Şu sıralar da, Telegraph'taki blogumda yazdığım bir yazıdan sonra Ukrayna meselesi, anti-Avrasyacılık ve Kırım davamıza dair İngilizce yayınlar yapmaya kolları sıvamış durumdayım. Kısmetse EuroMaidanPress'te bu konuya dair yazılarımla devam edeceğim.
Tabii bu amaçla, Ukrayna meselesine bir eğildim. Okumalar yaparken, bizim Türkleri kimsenin "harbici" sevmediği meselesi sık sık aklıma gelip durdu. Ona dair günlük yazısı nevinden bir not karalayayım dedim. Pek derli toplu olmayacak, şimdiden özür dilerim.
"-Fobi"nin olduğu yerde genellikle "-fili" de vardır. Russofili - russofobi gibi. Russever ve russevmez diyelim bunlara.
Belli başlı büyük milletler için bu geçerli. Bu "emperyal" milletlerin "sevenleri" ile "sevmeyenleri" vardır, farklı coğrafyalarda doğal ajan ya da düşman görünümünde.
Bir tek Türkler için sadece "-fobi"den söz edebiliriz sanırım bu milletler arasında. O kadar geçmiş, kültürel iletişim ve sentez, çevremize Türkofil milletler halesi yaratamamış. Bir zamanlar Kafkas halkları böyleydi belki, fakat onlar da Russofil olup çıktılar - maalesef!. (Dudayev'i anıyorum da...) AKP'nin ortadoğu hamlesi de bir tarafımıza kaçıyor şu günlerde.
Ukrayna davasına eğilince, şunu gördüm ki, öyle ya da böyle, zayıf kültürel varlıklarıyla ve tarihleriyle bile de olsa, bir şekilde "Ukraynofili"yi yaymışlar. Diasporaları iyi çalışmış, eski düşmanları Polonyalılar arasında bile yayılmış Ukraynaseverlik. Kanada'nın müthiş desteği de bu sebepten, örneğin.
Bizse Çeçenleri, Arnavutları, Boşnak, Makedon, Çerkesleri ve diğerlerini kaybettik, propaganda gücümüz olacak "Türkçü gayrıtürkler" yaratamadık. Halbuki onca hukukumuz, karşılıklı faydamız, ortak kültürümüz var. Kardeşlik değil: Dostluk; mecburiyetten ötürü değil, paylaşılanlardan, birliktelikten ötürü. Bir düşünün, Ermenice konuşan Türk'ten çok, Türkçe konuşan Ermeni vardır. Fakat Türk ağzıyla konuşan Ermeni'den çok, Ermeni ağzıyla konuşan Türk var.
Ömer Seyfettin'in "Bir Kayışın Tesiri" isimli kısa bir öyküsü var. Hediye edilen bir Çerkes kayışının etkisinde Çerkes olmaya soyunup Türkçe'yi unutan, Çerkesçe'yi de konuşamayan tuhaf ve gülünç bir adamı anlatır.
Öykü şöyle biter: "Büfenin önünde durdu. Para veriyordu. Çantasını pantolonunun cebinden çıkarırken gördüm. Belindeki yirmi sene evvel Karamürsel’den hediye gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl parlıyordu. Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek 'millettaş' celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olmadığını düşündüm."
Bırakın dışarıdan millettaş celbetmeyi, Türk çocuklarını dahi Türk olmaktan mutlu edemiyoruz bugün. Bizim "kayış"larımız, Türk kültürünün "hamasete malzeme olmamış" yanlarında; onları bir madenci azmiyle birikimimizin derinliklerinden çıkarmalı, o cevheri bir sarraf gibi değerlendirip bir nakkaş gibi işlemeliyiz.
Meraklısı için, bu işin geçmişine dair ilginç bir okuma serisi tavsiye edeyim:
-Mit ve Tarih Arasında: Orta Avrupa Edebiyat Tarihinde Türk İmgesi, Charles D. Sabatos
-Türkler, Türklerin Gelenekleri, Görenekleri ve Hinlikleri Üzerine bir İnceleme - Macaristanlı György
-Türkler Arasında Bir Avrupalı, Auger Ghiselin de Busbecq
- Dünyada Türk İmgesi, Özlem Kumrular
-Türk Korkusu, Özlem Kumrular
Bu selamı vermeyeli uzun zaman oldu. Altay'dan Urmat Yntaev, bir söyleşimizden sonra Türkiye'ye şöyle selam yollamıştı, onunla bitireyim:
Ezen bolsun karındaş kalık. (Selam olsun, kardeş halk.)
*Yazıdaki görsel Gustave Doré'ye ait, Fatih Sultan Mehmet'in bir gravürü. 19. yüzyıldan.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar