Bir zamanların Grunge gençliği, gri bulutların çöktüğü, monoton bir iş yaşamının ve beklentisizliğin esir aldığı kasvetli şehirlerden şöyle sesleniyorlardı Amerika'nın meçhul "büyükleri"ne: "Here we are now, entertain us." (İşte buradayız, eğlendirin bizi.) Şimdilerde Türk gençliği Grunge müziğinin tüketicisi bıkkın, beklentisiz, yabancılaşmış Seattle gençlerinden çok daha koyu bir buhranın ve boşvermişliğin pençesinde, meçhul Türk büyüklerine şöyle sesleniyorlar: "Su veren itfaiyenin hortumunu..." Sosyal medyada bu tabir çok yaygın, muhalifler artık yalnızca kin, nefret ve tiksinti kusuyorlar, yapıcı bir vizyon ortaya koyma meyli yok, koyana da kulak asmıyorlar.
Gençliğin ve hatta yetişkinleri de dahil ederek bütün bir muhalif cephenin mustarip olduğu bu halet-i ruhiyenin sebeplerini birçok özel ve genel travmada arayabiliriz. Akla ilk gelenleri sıralayacak olursak:
- Gezi. Türk gençliği memleketini sevdiği için Gezi protestolarını düzenledi. Fakat tam da bu yüzden vatan haini ilan edildi. Onun güzelim talepleri ve ruhu kötü, ayıp, kusurlu, sakıncalı bulunurken, akla zarar, ahlaka mugayir, apaçık kirli ve tiksindirici iktidar eylem ve görüşleri toplumda geçer akçe. Gençlik, palalı esnaf arketipiyle özdeşleştirdiği "halk"a düşman. Genç birey ile "halk" arasında ciddi bir boşluk var artık, kendisini "halk"ın bir parçası değil, "maalesef Türkiye'de yaşayan" bir azınlık mensubu olarak görüyor.
- 15 Temmuz. 15 Temmuz'un kendisinden daha korkunç bir şey varsa, AKP'nin iktidarda kalması, sorumluluğu Kemalizme, ürettiği öcülere yüklemesi ve pişkin pişkin, FETÖ'nün sızamadığı tek yapı olarak AKP'yi sunmasıdır. Benim neslim gençler, o zamanlar adına "cemaat" denen oluşumun eğitim dünyasını pençesine aldığı dönemde okudular. O zamanlar, hele ki maddi durumun kötüyse, "cemaatçi" olmamak yahut "abilere" gitmemek çok zordu. Bunu başardık, zorluk çekerek. O küçük dünyamızda "cemaatçi olmamak" için çektiğimiz zorluklar, AKP kabinesinin tümünün FETÖ karşıtı sözde mücadelesinden daha zorlu ve kutsaldı. Ama, "cemaatçi olmayan" o gençler, dünün cemaatçileri tarafından FETÖ'cü olmakla vs. itham edildiler.
- Çözüm Süreci. Bu dönemde Türk insanı devletin bir anda makas değiştirdiğine, dün kaka bildiğinin bugün "sayın" olduğuna şahit oldu. Onlarca yıllık söylem yerle bir edildi, hele ki milliyetçi gençler için mukaddes olan birçok kimlik ve değerin ayaklar altına alınması bir yana, hayati tehlike sözkonusuydu. İslamcı omurgasızlığıyla yönetilen "devlet"in hiç de kutsal olmadığına, her türlü ahlaksızlığı yapabileceğine şahit olan milliyetçi gençler özellikle bir travma yaşadılar. Bu dönemin getirdiği bir başka maraz da, "bir suç yeterince kalabalık işlenirse meşrulaşır" fikriydi. Terörist destekçileri yeterince kalabalık oldukları için, meşru sayılmaya başladılar, bu da bütün halkın bilinçaltında "kalabalıkla bir olma" içgüdüsünü iyice pekiştirdi. Bundan dönüş yapılsa da, bir kere suflileşmemesi gereken ne kadar değer varsa ırzına geçilmiş oldu.
Bu travmalar çoğaltılabilir. Fakat özetle, muhalifler, özellikle gençler, kalabalık olanın haklı olduğu, dayısı olanın gemisini yürüttüğü, adalet, eşitlik, ahlak, vicdan gibi kavramların artık geçer akçe olmadığı bir Türkiye'ye şahit oldular. İyi niyetin, liyakatin, hakkın, sağ duyunun işe yaramadığını, dûnun, esafilin neşvesi arşa yükselirken iyi niyetli muhalefetin ah u zarının toprakta gizli kaldığını gördüler. Bel bağladıklarının da çoğu zaman kendi ajandasının peşinde, iyi niyet sömürücüsü çıktığını gördüler ya da düşündüler.
Bunlar genel travmalar ve sebepler. Bunlara elbette Türkiye'deki sosyo-ekonomik değişimler de eklenebilir. Gecekonduda doğan çocukla, sitede doğan çocuk aynı refleksleri göstermez. Köy yaşantısından gelen bir taşra memuruyla, onun şehirde büyüyüp İstanbul'da okumuş çocuğu aynı davranış kodlarıyla hareket etmez. Fakat bir de özel bir travma var: İYİ Parti.
İşi kişiselleştirmediğimi göstermek adına, küçük bir açıklamayı eklemek zorundayım. İYİ Parti'yi yerden yere vuran birçok insana nazaran, İYİ Parti'nin "zararı"nı en çok ben gördüm diyebilirim. Parti disiplinine uymayan ve parti aleyhinde faaliyet gösteren yapıların oyununa gelen bir Parti yöneticisinin başlattığı saman alevi, ana haber bültenlerini sardı. Daha 20'li yaşlarımın başında "kardeşlerim mecburiyetten bunların kucağına düşmesin" diye ev açan, burs veren, "cemaat düşmanı" olduğu için ta liseden beri bir sürü ceza alan, kovuşturmaya, iftiraya uğrayan bir adam olarak ben, FETÖ'cü diye takdim edildim. Mevzuya daha derin girmeye gerek yok, şunu söyleyeyim: Bütün bunlara rağmen İYİ Parti'yi hala önemsiyorum. Zira İYİ Parti sadece o şahıstan veya onun gibi düşünenlerden ibaret değil. Üstelik bizim emeklerimizle var olmuş, büyümüş bir parti. Daha da önemlisi, Türkiye'de 5 milyon muhalifin vebalini yüklenmiş bir parti. Eğer iddialarımızda ve idealizmimizde samimi isek, bu yol kazalarını kişiselleştirip kendi kavgamızı vermeyeceğiz, ideallerimizin kavgasını vereceğiz. Bu ikinci kavgayı verir ve başarılı olursak, zaten, kendi kavgamızı da kazanmış oluruz. Bizim başımıza gelenler, bir sürü imkansızlığa ve tehdide rağmen Erdoğan'a karşı dik durmaya cesaret edip İYİ Parti saflarında mücadele eden, çile çeken, fedakarlık yapan, dayak yiyen, bıçaklanan, işten atılan binlerce "isimsiz"in yaşadıklarından daha önemli ya da daha trajik değildir. O zaman gerçekçi olmaya ve omzumuza vebal yükleyen o isimsizlerin hakkını aramaya devam edeceğiz ki, iki hafta sürmeyen Genel İdare Kurulu üyeliğimin vebalini hala taşıdığımı düşünüyorum.
Pekala İYİ Parti travması nedir? İnsanlar İYİ Parti'ye birçok anlam ve misyon yüklediler ve partinin bunun ekserisini karşılamadığını düşünüyorlar, hayal kırıklığına uğradılar. Haklı oldukları ve haksız oldukları cihetler var.
Sözgelimi, "parası olan siyaset yapıyor" fikri, insanlar rahatsız ediyor. Bunun prensip olarak rahatsız etmesi normal, hatta güzel bir şey. Ancak fiiliyatta, başka türlüsü mümkün değil. Siyaset para gerektiriyor, ya kendi paran olacak, ya da sponsorun. Basitçe, siyasetin temsil makamlarına, prestijli, değer arz eden konumlarına 3 tip insan gelir: Parası olanlar, teknik bilgisi olanlar ve kitlesi olanlar. (Bkz: Weber) Bu üç zümre de lazımdır, ve birinci zümrenin tipleri, maalesef Türkiye'de ekseriyetle sıkıntılı, burjuva olmayı becerememiş tiplerdir. Hele AKP döneminin yarattığı iş adamı tiplemesi iyice insanları tiksindirdiği için, "paralı siyasetçi"ye peşinen alerjik reaksiyon gösteriliyor. Şimdi, muhaliflerin bu insanlara duyduğu tepkinin yanında, siyaset için para gerektiği gerçeğini birleştirerek bakın. Mutlaka kurulması gereken, ancak tesisi çok zor olan bir denge...
Bir diğer tespit yapacak olursak, uzun süredir beklentileri karşılanmamış insanların psikolojisinin bozulmuş olduğunu söyleyebiliriz. Attila İlhan'ın "Her şeyi birden istemek" şiirinde "Yalnızlığımız her şeyi birden istemekti / İsteği gerçekleştirmez isteğin yoğunluğu" dediği gibi, isteyen, hayal eden, beklenti duyan bir kitle var, ancak ne siyasette, ne cemiyet hayatının önemli konumlarında yer alabilmiş, ne tecrübe biriktirebilmiş (daha doğrusu engellenmiş, iktidar tarafından dışlanmış) bu kitle, yalnızca istemekle elde edemeyeceğinin farkında değil. Uzmanlık gerekiyor, tecrübe gerekiyor, örgütlülük, uyum içinde çalışma, ve ilahiri ve ila... Birçok şey gerekiyor. Fakat kitle, haklı bir şekilde, psikolojisi bozulmuş, önceki tecrübelerinden ağır travmalar almış bir kitle olduğu için, ilk memnuniyetsizliğinde koyveriyor. Mücadele etmek istemiyor. Şikayet etmek daha kolay. Önceki hayal kırıklıklarını dile getirmek için muhatap bulamıyordu (sözgelimi, Devlet Bahçeli memnuniyetsiz ülkücüleri muhatap bile almadı), hazır bir muhatap varken ve muhatap "zayıf"ken, hınç çıkarmak kitle için daha cazip.
Örneğin, "ülkücülük" konusunda gözlemlediğim bir durum var. Aynı anlarda iki isimden biri, "Partide ülkücüler tasfiye ediliyor" diye istifa ederken, diğeri "Parti ülkücülerin partisi oldu" diyerek istifa ediyor. İstifalara, gidenlere, hatta eleştirenlere saygı duyuyorum, onların tercihlerini tartışmaya açmak niyetinde değilim. Ancak ortada bir çelişkinin olduğu aşikar. Partide ülkücüler tasfiye ediliyor diyenlerin "ülkücülük" tanımında bir özellik seziyorum. Ülkücülükten anladıkları bir fikir, bir söylem ve çizgi değil, bir arkadaş çevresi. Beraber görev yaptıkları, bir grup teşkil ettikleri çevreden isimler partide olmadığı zaman, bunun "ülkücülüğün tasfiyesi" olduğunu düşünüyorlar. Ama objektif bir şekilde söyleme bakarsak, Türk Dünyası meselesini her hafta Meclis'e taşıyan, yetmedi sahada eylem yapan (Buğra Kavuncu İstanbul il başkanlığını alır almaz Doğu Türkistan için eylem yaparak beğenimizi kazanmıştır, hakkını teslim edeyim), Türk milliyetçiliğinin gelenekleri, hassasiyetleri üzerine sürekli soru önergesi, kanun teklifi veren bir Parti var ortada. Bütün bunlara rağmen, üstelik "ülkücü parti" sıfatını taşıyan MHP oralı olmaz, hatta Türk milliyetçiliği aleyhine çalışırken, İYİ Parti'de "ülkücülerin tasfiye edildiği"ni söylemek, dediğim gibi, "ülkücülük"ten bir havzayı, bir çevreyi anlamaktır. Bu anlayışa da saygı duyarım, nihayetinde ben uzun süredir "ülkücü" değilim. Fakat İYİ Parti'nin "yapıcı eleştiri" eksiği çektiğini düşünüyorum, insanlar onları mustarip kılan eski hastalıklardan başka bir pratiği tecrübe etmedikleri için, iyi niyetli bile olsalar bu hastalıkları taşımaya devam ediyorlar. Babasından sürekli dayak yiyen bir adamın, bundan zarar görmüş olsa bile, başka türlü babalık bilmediği için baba olunca oğlunu dövmesi gibi.
Partideki kliklerden şikayet, kitlenin en haklı olduğu konulardan biri. Ama şikayetin sonrasında verilen kararları sağlıksız buluyorum. Klikler var, evet, falanca klikten memnun değiliz, ona da evet. Çözüm? "Su veren itfaiyenin..." Çözüm bu olmamalı. Zira tam olarak bu yüzden, haklı, doğru ve iyi olan kitle, o klikler kadar cesur, kurnaz ve örgütlü olmadığından, rahatsızlık uyandıran klik güç kazanıyor. Kitlenin mücadele azmi olmadığı, kitle o klik mensupları kadar "komitacılık"tan anlamadığı ve mücadele edilecek kurumsal zemin tam anlamıyla henüz tesis edilemediği için, arka planda örgütlü ve ajandalı hareket eden "uzlaşmaz azınlık", zayıf bağlarla bağlı ama haklı çoğunluğa baskın çıkabiliyor.
Somut başarıların olmaması ciddi bir başka neden. Bu yazının yarısını yazmış, devam ederken, bir genç kardeşim ziyaretime geldi ve bir saat hasbıhal ettik. Doğum tarihini sordum, 1999. AKP rejiiminden başka bir rejimi, bunların ahlaksız, yoz, akılsız yönetim anlayışından ve Türkiyesinden başka bir Türkiye'yi tanımıyor, bilmiyor. Bu arkadaşın zor zamanlarda sığınacak bir "güzel günler nostaljisi" yok. Yaptık, bir daha yapabiliriz deme şansı yok. İkna edilmesi de çok zor, diyelim ki bir ağabeyi olarak ikna etmek isteyeceğim, içi doldurulabilir bir propaganda zeminim yok. Suni ve boş bir ikna yöntemi izleyecek olsam, benden zeki, şahit ola ola bu tarz propagandaya bağışıklık geliştirmiş. Bu noktada İYİ Parti yönetiminin sürekli olarak "ne başarıldığı"nı anlatması, dışarıya güçlü görüntü vermek adına yaşanan zorlukları kitlesinden gizlemekten vazgeçmesi lazım. Elbette zayıf bir görüntü verilmemeli, ancak çelimsiz bir adamın elli kiloluk bir torbayı sırtına alıp on kilometre götürmesi saygı uyandırır, zaaf yahut zayıflık intibası değil. Parti maddi güçlüklerle, hukuki engellerle, bir sürü çirkef operasyonla sürekli mücadele ederek devam ediyor. Var olmaya devam etmesi dahi başarıdır, ancak kitlede böyle bir his yok. Başarı beklentisi de daha yüksek olduğu için, "boş çıktı, kof çıktı" fikri daha kolay yayılıyor.
Hem İYİ Parti özelinde, hem yılgınlığın, boşvermişliğin, istihzanın yaygın olduğu, özellikle bir senedir motivasyonunu kaybetmiş muhaliflerin tamamında, her muhalifin kendi kendine sorması gereken şu soru var: Kaçma, kurtulma imkanım var mı, yoksa bu istibdat bir gün beni pes edip saklandığım delikte bularak, doğrudan maddi ve manevi varlığımı tehdit edebilecek hale gelir mi? Kaçma, Türkiye'de yaşamak istememe, doğru bulmasam bile anladığım ve yargılamadığım bir tercih. Ancak herkesin bu imkanı yok ve manzara çok açık, pes ediş ve kabulleniş, yalnızca mevcut rejimi güçlendirecektir. Rejimin yeteneksizliği elbette küçük musibetlere yol açıyor ve büyük belalar da peş peşe geliyor, bir yerde rejim çökecektir. Ancak o çöküşte ölmeyeceğimizin, fakirleşmeyeceğimizin garantisi yok. 15 Temmuz'da bir sürü sivil katledildi. Bir iç savaş çıkarsa, "iyiler" kazansa bile, ülkenin göreceği zarar, meşhur Kelt liderinin "yeni bir çöl yaratıyorlar, adına da barış diyorlar" diye tarif ettiği manzarayı meydana getirecektir. Dolar 10 lira olduktan, Türkiye fakirleştikten, memleket harap olduktan sonra bizim kazanmamız bir şey ifade etmiyor. Öyleyse, naçizane görüşüm, pes ediş sadece rejimi güçlendirecektir. Rejimin liyakatsiz ve kafasız olduğuna inandığımıza göre, bizim de belamızı getirecektir.
İYİ Parti özelinde bir de şu durum var: Daha kaç kez baştan başlayacağız? İşimizi, gücümüzü, partimizi, emeğimizi, itibarımızı, eserimizi bırakıp geldik. Diyelim ki istediğimiz gibi olmadı, bir partiyi teşkil etmek, bir lider yaratmak bu kadar zorken ve biz bunu yakınen görmüşken, nasıl yenisini yapacağız? Üstelik her defasında kaybedilen zamanı yerine koyamıyor ve kaybettiğimizi hep AKP'ye kaybediyorken?
Hayır, İYİ Parti'ye oy, gönül ve emek vermiş biri olarak, ne olursa olsun, pes etmem, yenilgiyi kabul etmem ya da memnuniyetsizliğimin peşine düşüp yalnızca kendi hıncımı tatmin etmeyi seçmem sözkonusu olamaz. Zira beni kısa vadede rahatlatsa bile, uzun vadede bana zarar verecek bir şey. Türkiye'de sağ seçmenden oy alabilecek muhalif bir partinin yalnızca var olması bile siyaseti dengeleyen bir şey. İyiden iyiye AKP-CHP-HDP üçgenine mi kısılalım? Zaten bunu istemiyorlar mı? Sözgelimi, seküler Türk milliyetçiliğini istemezler. Milliyetçilerin islamcılıkla zehirlenmesini, sekülerlerinse bu toprakların ve milletin değerleri ve kimliğiyle kavgalı olmasını arzu ederler. O yüzden ya Türk-İslamcılık, ya Ulusalcılık önüne zorunlu tercih olarak dayatılır. Bu iki yolun da çıkmaz olduğu da tecrübeyle sabittir. Bunu görüyorken, aklın, fikrin ve vicdanın gereğini yapıp bütün engeller ve hatalarla baş etmeye çalışmak yerine, "herkes salak, işte bakın bu iş ne kadar aptalca" diyerek yerine oturmak ne kadar mantıklı, onurlu ve faydalı?
Bence hiç. O yüzden bütün muhaliflerde bir yılgınlık havası görür ve onları anlarken, onları suçlamadan, faturayı kitleye çıkarıp sorumluluğu üzerimizden atmadan bir çözüm bulmaya çalışmak zorunda hissediyorum. Vardığım ve sorgulamaya devam ettiğim sonuçlarsa şöyle: Evvela, İYİ Parti hala bir kıymettir. Var olmalı ve "İYİ" olmalıdır. Fakat İYİ Parti'nin misyonu, uzun süredir baskılanmış, siyasette ve temsilde yer bulamamış, bu ülkenin "iyi ve hayırlı" evlatlarını vitrine, karar alma mekanizmasına ve yukarıya taşımaktı. Parti bunu görmeli ve teşkilatlanma anlayışını, çok iş yapanın başkan, danışman, GİK üyesi olacağı bir meritokrat prensibe göre yeniden düzenlemeli. Birkaç tüzük değişikliği ve uygulanacak yönetim vizyonu bunu mümkün kılabilir. Çok üye kaydı yapan bir üye, neden il yönetimine girmesin? En güzel sosyal medya kampanyasını tasarlayan gençlik teşkilatı, neden Salı konuşmasında taltif edilmesin? Bu kadarcık basit bir anlayış değişikliği Partinin hatalarını kapatacak ve affettirecektir.
Kitleye gelince, evvela bencillikten, ben-merkezcilikten kaçınmak lazım. Bizim şahsi isteğimiz olmadı diye, bu partinin kötü olduğu anlamına gelmez. Bir objektif hata varsa da, bu parti aidiyeti gözetilerek çözülmelidir. Şikayet yerine ikaz, ihtar ve muhalefet, partinin tam da ihtiyaç duyduğu şey. Parti ne Meral Akşener'indir, ne Koray Aydın'ın, ne divan üyelerinin, ne milletvekillerinin. Parti hakikaten en zor zamanda cesaret eden o beş milyon kişinin tapulu malıdır. Malına sahip çıkan anlayışla, duygu durumunun tesirinde şikayet edip hınç rahatlatan anlayış arasında fark var. "Bir halt beceremiyorsunuz!" demekle, "Ben beceririm, talibim" demek arasında fark var. Bunu yeterince yüksek sesle, partiye operasyon çeken yapılarla ittifak kurmadan, örgütlü bir şekilde yapmak her zaman netice elde edecektir. İnsanların unuttuğu yahut fark edemediği bir şey var: Haklı talepleriniz, size önderlik etmeye soyunan tiplerin elinde tehdide dönüşüyor. Bu durum öyle bir hale geliyor ki, merkez ve çevre, birbirini tehdit olarak algılamaya başlıyor. Bunun üstesinden gelmenin yolu, istifa değil, şikayet değil, hak iddia etmektir. Partinin nasıl olmasını arzu ediyorsak, öyle olması için ısrar, talep ve hak iddia edeceğiz. Sekülersin, parti hassasiyetlerini rahatsız mı ediyor? Genel Merkez'e kadar git, ben sana oy veriyorum, neden beni yok sayıyorsun de. Telefonla ara. Kampanya yap, 100 kişi arasın. 1000 kişi arasın. Sevdiğin, saydığın kanaat önderi yeterince güçlü değil, görev alamıyor mu? Kampanya yap. Arkasında durduğunu göster. Meral Akşener kahin değildir, insanüstü bir cevher keşfetme yeteneği de yoktur. Cevheri görüyorsan, Genel Merkez'e ve Genel Başkan'a göster. Muzır bir adam tespit ediyorsan, Parti'ye değil, ona saldırarak bunu göster, ikaz et, ihtar et, istemediğini belli et.
"Filanca durum olduğu, filanca şahıs olduğu/olmadığı için bu partiden hiç bir halt olmaz" yerine, "Parti şöyle yapmalı, yapın, yapmıyorsanız verin biz yapalım" demek, parti özelinde heyecanını kaybeden kitlenin çözümü olacaktır. Partinin teşkilat yönetim anlayışını bahsettiğim formata oturtması da, teşvik olacaktır. Bu, şevki yeniden ateşleyebilir, zira ortada devasa bir tehdit var. Parti yönetiminin yapısal sorunlar ve politikadan uzaklaşıp, yeniden Türkiye'nin ve insanımızın karşı karşıya olduğu tehdidi dile getiren, odağına alan bir söylem oturtması gerekiyor. Parti kurulduktan sonra, niye kurduğumuzu, neye karşı kurduğumuzu ve ne amaçladığımızı unutup, teferruata daldık. Samimiyet, o kongrelerde gördüğümüz ruhu canlandıracaktır, evet, biraz samimiyet.
Çözümlerin hafif ve basit gibi göründüğünün farkındayım, ancak aciliyetin bunlarda olduğunu söylerken samimiyim. Ben bunu gördüm, hala kafa yormaya devam ediyorum, paylaşmaya devam edeceğim.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar