Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor: II. Reich'ın hayaleti. Her ne kadar multi-kulti, radikal demokrasi, sol-liberal birtakım temayüller Avrupa'nın eriştiği medeniyet düzeyinin ırzına geçiyor olsa da, Avrupa hala Weber'in Protestan ahlakının yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor diyebiliriz. Kapitalizmin ruhu, her şeye rağmen Avrupa'yı dünyanın en küçük, fakat etkisi en büyük kıtası tutmaya yetiyor. Ne tanrı-krallar, ne güneş-kral; Avrupa'nın en etkili murisi, Prusya'nın asker-kralı I. Friedrich Wilhem, "Soldatenkönig" olmuştur diyebiliriz.
İskender Öksüz'ün sosyal sermaye yazısı (aslında, yazı dizisi) çok iyiydi. Ben de bu perspektiften, "Alman mucizesi"ni yazmaya karar verdim. İkinci Dünya Savaşı'ndan önce ve sonra viran olmuş Almanya'nın, nasıl iki defa yıkılıp, iki defa dev olmayı başardığını anlamaya çalışmak, şüphesiz önemlidir. Acaba bu kalkınma, "blut und boden" ile, yani kan ve toprak ile mi ilgilidir, yoksa Kant'ın içini haşyetle dolduran iki şeyden biri, "ahlak" mı? (Burada haşyet sözcüğünü kullanmamla ilgili, meraklısına bu yazının sonunda kısa bir paragrafla bir etimoloji yolculuğu paylaşacağım)
Wirtschaftswunder, Almanların II. Dünya Savaşı'ndan sonraki dirilişlerine taktıkları isim, ekonomik mucize. Memleketin bütün tersanelerine girilmiş, bütün kaleleri zaptedilmiş ve gerçekten memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmişti. Fakat Almanlar, bu viraneden bir dev çıkarmayı başardılar. Nasıl?
Biraz tarih yahut ekonomi okumuş herkes, "ordoliberalizm", yani "sosyal piyasa ekonomisi" diyecektir. Neden Kapitalist Olmalıyız yazımda, kasten sonraya bıraktığım bir bahisti. Nedir bu ordoliberalizm? Basitçe, devletin ekonomiye müdahalesini, ancak piyasa şartlarının da korunmasını savunur. Yani sosyalizmin merkezi planlaması yoktur, piyasa şartları geçerlidir, fakat devlet, asıl oyun kurucudur.
Fakat bu iş, bu kadar basit değil. Daha doğrusu, ordoliberalizmin işleyebilmesinin nedenlerini görmemiz gerekiyor. Bunlar da kesinlikle "sosyal sermaye"de aranmalı.
Wilhelm Röpke, ordoliberalizmin kurucu babalarından, "sitte" sözcüğünü her şeyin merkezine koymuştu. Terbiye, örf diyebileceğimiz bu sözcük, Röpke'nin bütün denkleminin temelini oluşturuyordu. İlginçtir, birkaç yıl önce söyleşi yaparken, sosyolog Kadir Cangızbay'a "hocam, onca okumanın sonucunda, ulaştığınız şey nedir?" minvalinde bir soru sormuştum, "terbiye" demişti direkt olarak. Röpke, devletin piyasa şartlarının oluşmasını sağlayıp, ardından rekabeti düzenleyici ve devam ettirici müdahalelerde bulunup, ayrıca alış-veriş ve yatırım için güvenli ve moral açıdan pozitif bir ortam yaratmakla mükellef olduğunu söylüyordu. Hatta buna ekonomik hümanizm yahut hümanist ekonomi denmişti. Merkezine insanı alan, terbiye ve geleneklerle yoğrulmuş, bunu da devletin yaptırım gücü sayesinde başaran bir ekonomik model. Devletin müdahalesinin "rekabeti devam ettirmek" lehine olması önemlidir: Röpke, hem kapitalizmin faydalı, kaldıraç etkisi yapan yönlerini destekliyor ve himaye ediyor, hem de muzır olabilecek taraflarını karşısına bir denge unsuru olarak "sosyal"i koyup bertaraf ediyordu.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra, Almanya'da manzara fiziken kötüydü; ancak Almanya hala dünyanın en çok patent almış şirketlerinin ülkesiydi. Eğitimli bir ulusu vardı. Fabrikalar, binalar yıkılabilir, ancak bilgi yok olmaz, "know-how" silinmez. Fakat, bu "know-how"ı, bilgi ve birikimi işlevselleştirip kullanabilecek bir sevk ve idare anlayışı, bir ortam da gereklidir. İşte bu ortamı, Röpke'nin "sitte"si, Prusya erdemleri oluşturmuştu, Almanya'nın sosyal sermayesi bu yüzden yüksekti. Bu sosyal sermaye, insan sermayesinin düzgün ve etkili kullanılabilmesini sağlıyor, bildiğimiz sermayenin yaratılmasına, birikmesine neden oluyordu.
Prusya erdemleri? Asker-kral zamanı öncesinden beri, sürekli savaş ve mücadele içinde olup, bir de farklı bir veraset sistemine sahip olan Töton Şövalyeleri'nden süzülüp gelmiş, Asker-kral ve oğlu Büyük Friedrich zamanında son halini almıştı. Töton Şövalyeleri, Almanların doğuya açılmalarının ilk adımlarından birini teşkil eden bir şövalye tarikatıydı. Nihayet klasik bir monarşiye dönüşmüş (ve lağvedilmiş) olsa da, şövalyelerin sürekli savaşla meşgul olmaları ve tarikat-devleti kimin yöneteceğinin saltanat ile değil, başka mekanizmalar ile belirlenmesi, bu erdemlerin kalıplaşmasına neden olmuştu. Şövalyelerin sürekli savaşla meşgul olmaları, Junker denen Prusya soylularının askerliği "soyluluğun temel amacı" olarak görmelerinin de sebebidir. Bu sayede, Avrupalı diğer devletler gibi askeri meseleleri "ek iş" olarak gören soylulara değil, yaşamının odağına alan soylulara sahip Prusya, ilk defa askerliği bilimsel bir mesele olarak ele almış ve kurmay teşkilatı dediğimiz sistemi icat etmiştir. Konuyu çok dağıtmamak adına askerlik kısmını burada kesersek, Prusya erdemleri, bizzat devlet ve protestan kilisesi tarafından sürekli halka vaaz edilen, yaygınlaşan ve kalıcılaşan erdemlerdi: Preußische Tugenden. Tutumluluk, dürüstlük, dobra sözlülük, itaat, çalışkanlık, yolsuzluktan tiksinme (...) Bu erdemler, Türkiye denen ahlaksız islamcılar ülkesindeki gibi lafta kalmıyor, Tanrı'nın emri olarak benimseniyor, soylular ve Kral tarafından da rol-model işlevi üstleniliyordu. Bu erdemlerle yoğrulmuş toplum, nihayet merkezinde yer almadığı, pek genç bir uzantısı olduğu halde Almanya'nın siyasi birliğini sağlamayı başarmış ve bugün bildiğimiz Almanya'nın temellerini atmıştı.
Savaştan sonra, Almanya'yı dirilten, işte bu erdemler olmuştu. Her ne kadar itaat ve cesaret gibi Prusya erdemleri, Naziler tarafından kullanıldığı için savaş sonrasında "kötü" görülse de, diğer erdemler benimsenmeye ve propaganda edilmeye devam etmiş, Alman sosyal sermayesini diri tutabilmişti. Türkiye'de birkaç yüzyıllık ahlaksızlık ve kokuşma, yine bir Prusyalı tarafından çok güzel ifade ediliyor:
"Tömbekinin keşfi gibi büyük bir buluştan önce Türklerin nasıl yaşayabildiklerini anlamak insana güç geliyor. Gerçekten Osman Gazi'nin, Bayezit'in ve Sultan Mehmet'in silah arkadaşları; devamlı olarak at üzerinde ülkeler, şehirler ve kaleler fethetmiş olan cesur ve ateşli bir ulusun insanlarıydı. Kanuni Sultan Süleyman devrinden sonra Türkler, komşularına sık sık akınlar yaptılar. Fakat gün geçtikçe de oturmaya, daha sonra da tütün içmeye alıştılar. Eski hareketli ve cesur milletin yerine, oturmayı seven bir ulus geçti."
Osmanlı İmparatorluğu'nda danışman olarak görev yapan Helmuth von Moltke'nin Türkiye mektuplarından bu küçük pasaj, Türklerdeki miskinlik ve ataleti çok güzel anlatıyor. Türk inkılabında Atatürk, ahlaksız olduğunu iyice müşahede ettiği millete bir ahlak kazandırmak için, Prusya erdemlerine benzer erdemleri yaymaya çalışmış ve Kemalist bürokrasi, her sabah bazı erdem ve ilkeleri tekrar ve yemin eden çocukların bir nebze olsun etkileneceğini düşünmüştü. Ancak islamcılar, bu kadarcık erdem kazandırma hamlesine bile tahammül gösteremeyerek, bunu ortadan kaldırdılar. Ben de vaktiyle bir ağıt yakmıştım bu manzaraya, burayı tıklayıp dinleyebilirsiniz.
Almanya, namusunu kaybetti, yüz binlerce Alman kadın, Rus devleti tarafından teşvik edilen askerler tarafından tecavüze uğradı. Fakat, ahlakını yitirmedi. Ahlakı, bilgi birikimi ve doğru rehberlikle birleşince, o namusuna kara çalınmış kadınların çocuklarının mucizeler yaratmasını sağladı.
Fakat ahlaklı olmayan ülkelerden, hiçbir halt çıkmıyor. Onca zengin olan Körfez ülkelerinden neden bir dünya çapında düşünür, edebiyatçı yahut bilim adamı çıkmıyor, hiç düşündünüz mü? Şüphesiz ulusların ahlakı ve düşüncesi nasılsa, yetiştirdikleri de ona göre çıkar.
Türk milliyetçilerinin ahlaksızlığı ve düşünürlerimizin ahlak felsefesi eksikliğini hep islamla ikame etmeye çalışıp, ortaya Türklüğü şüpheli, ahlaksız müslüman yığınından başka bir şey olmayan bir tuhaf toplum çıkarmalarına, başka bir yazıda değineyim.
***
Etimoloji yolculuğu demiştim. Esasen çok basit bir şeye değineceğim ama bunu her zamanki gibi malumatfuruş bir biçimde yapacağım.
Zwei Dinge erfüllen das Gemüt mit immer neuer und zunehmender Bewunderung und Ehrfurcht, je öfter und anhaltender sich das Nachdenken damit beschäftigt: Der bestirnte Himmel über mir, und das moralische Gesetz in mir.
Kant'ın sözlerinin orijinali yukarıdaki gibi. Şöyle diyor: İki şey, üzerinde sürekli ve derinlemesine düşününce, dimağı sürekli taze ve artan bir hayranlık ve haşyet ile dolduruyor; üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.
Erfurcht yerine "haşyet" dedim. Huşu yahut "dehşet" de demek mümkündü. Zira furcht, "korku" demek. Necip Fazıl diyordu ya, sevilenden korkulur diye. Korku ve sevgi yahut hayranlık, hep kol kola: Yüce olana hayranlıkla karışık bir sevgi duyulur. O yüzden "awe" hem korku, hem hayranlık anlamına geliyor İngilizce'de. Awful ise, eskiden "güzel" demekken, bugün "korkunç" demek; tam olarak bu yüzden. Milton diyordu ya, "Abashed the devil stood and felt how awful goodness is and saw Virtue in her shape how lovely: and pined his loss" (Utanç içinde dikildi şeytan, ve hissetti iyilik ne kadar güzel, gördü Erdem'i en şirin suretinde: Ve kaybettiği şeye hayıflandı.), buradaki awful, güzel anlamında. Türkçe'de, "dehşet" ile akraba "müthiş" sözcüğünde yaşıyor bu durum. "Dehşete düştüm" dediğinizde genellikle güzelliği kastetmiyorsunuz. Ama kurşun yemiş gibi olduğunuz bir güzellik karşısında, "müthiş" dersiniz. Müthiş, kelime anlamı olarak dehşet veren demek.
Yahya Kemal'in "beyaz Türkçe"sini kaybettiğimizde, böyle kelimeleri de kaybettik.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar