Çocukken köpeğe havhav, kediye miyav derdik. Guguk kuşuna büyüyünce de böyle demeye devam ediyoruz. Buna onomatopeia deniyor: Bir kavramın, eşyanın, canlının vs. ismini, çıkardığı sesten yola çıkarak koymak. Türkçe'de buna yansıma sözcük diyoruz ve dünya dilleri arasında Türkçe çok fazla yansıma sözcük barındırmasıyla öne çıkar. Horultu, gurultu gibi sözcüklerin yanında eski Türkçe'de "kargıyla dürtmek" anlamına gelen "sançmak" sözcüğünü, mesela, kargının zırha ya da sert bir cisme vurunca çıkardığı sese benzetirim hep. Öyleyse bundan türeyen "sancı" sözcüğünün de kökünde bir yansıma vardır. Çıkarabildiğimiz sesleri, isim vereceğimiz "şey"in çıkardığı sese benzetir, sonra o "şey"e isim olarak veririz. Biz havhav deriz, İngilizler vuf vuf. Biz cumburlop deriz, İngilizler sıplaş.
Peki ya devekuşu? Katırtırnağı? Bu canlılara da ismini bildiğimiz, aşina olduğumuz diğer canlılara benzemelerinden yola çıkarak isim veririz.
Bir diğer fenomen daha var, "pareidolia". Bulutlara bakınca insan yüzü, kahve telvesine bakınca at görürüz. Bu benzetmeyle ilgili: Gözlerimizde iki tür hücre vardır. Biri dokuyu ve detayı, diğeri anahatları görür. Özellikle ışık azalınca anahatları gören hücreler daha çok işimize yarar. Bir diğer özelliğimiz de beynimizle alakalı: Enformasyon teorisinin açıkladığı üzere, beynimiz kayıt alanından kazanmak için algıladığı "şey"leri anahatlarıyla kaydeder. Bunun kayıt yeri alanı tasarrufunun yanında bir avantajı daha vardır: Gözlerimiz ilk olarak anahatları algılar. Bu sayede beyin hemen bir hükme vararak ilgili kararları verir. Otların arasında bir çift göze benzer cisim gördüyse hemen adrenalin salgılar. Zira eğer o bir çift göze benzeyen şeyler gerçekten göz ise ve bir yırtıcıya aitse, kaybedilecek zaman aleyhimize işleyecektir. Değil, yaprak ve dalların aldığı bir biçimse, biraz heyecanlanmış oluruz, geçer gider. Özetle, beynimiz her şeyi anahatlarıyla algılamaya ve anahatları hemen daha önceden tanıdığı bir şeye benzetmeye yatkındır. Buna "örüntü tanıma" diyoruz. Bu yüzden hayatında hiç yurtdışına çıkmamış, yabancı dil bilmeyen bir insan size dünyanın nasıl işlediğini anlatabilir. Kafasında belli bir örüntü kurar ve bunu bütün şablonlara uygular.
Benzetmek böyle, hayatımızın her alanında var. Herhalde edebiyat bütünüyle benzetme üzerine kuruludur. Teşbihler yoluyla doğrudan benzetme yapılabileceği gibi, imge dediğimiz tasavvurlar daha karmaşık ve gizli birer benzetmedir. Eco'nun "Bir çamaşır listesini şiire dönüştürecek kadar akıllıydık" dediği geliyor akla.
Benzer üçgenler konusunu biraz matematik eğitimi almış herkes hatırlayacaktır. Açıları aynı olan üçgenlerin alanı ve çevresi ne olursa olsun "oranları" sabit kalır. Bu yüzden daha küçük bir üçgende belli verileri biliyorsak (kenar uzunluğu, alan vs gibi) onla benzeşik olan diğer üçgendeki alanı, kenar uzunluğunu hesaplayabiliriz. Sözel bilimler kadar, sayısal bilimler de benzetme üzerine kuruludur desek yeridir. Kimya'dan hatırlayın: Benzer benzeri çözer. Yani bir maddenin diğer bir madde içinde çözelti oluşturması için kimyevi yapılarının birbirine benzemesi gerekir.
Şamanistik dinlerde benzerlik çok önemlidir. O yüzden ceviz yediğimizde beyne iyi geleceğini, penise benzeyen bir gıda aldığımızda cinsel gücümüzün artacağını, vajinaya benzer bir çiçeğin çayının doğurganlığı arttıracağını düşünürüz.
Bir diğer ilginç fenomen, "dış-grup homojenliği" diye adlandırabileceğimiz bir olgu. İnsanlar kendi grubunun üyelerini daha çeşitli ve farklı görmeye meyyalken, grup dışındaki insanların birbirine benzer olduğunu düşünüyor. Bu normal, arkadaş grubumuzdaki herkesi yakından tanır farklılıklarını biliriz ama yoldan geçen insanlar bizim için birbirinden pek farklı değildir. Ama bir adım ötesi var: İnsanlar kendi ırkından diğer bireyleri daha çeşitli görürken, kendi ırkından olmayanları birbirine benzer görüyor. Yani evet, bize Çinliler birbirine benzer gelirken, onlara da biz benzer geliyoruz. Medieval Total War 2 oyununda Moğol komutanların jenerik repliği "Az önce öldürdüğüm kardeşin miydi? Hepiniz birbirinize benziyorsunuz" beni çok güldürürdü, bu repliğin arkasındaki fenomen işte dış-grup homojenliği.
Peki her benzetme iyi midir? Bir tez bize bazen benzeşimlerin bizi ürküttüğünü söylüyor. "Tekinsiz Vadi" (Uncanny Valley) denen bir tez var. Buna göre, objelerin, animasyonların, robotların insana benzemelerinin her zaman bir sempati uyandırmadığını görüyoruz. Objeye olumlu yaklaşımımız insana benzerlik arttıkça önce yukarı doğru grafik çiziyor. Fakat benzerlik daha da arttıkça, grafik aşağı dönüyor, olumsuz yaklaşıyoruz, korkuyoruz. Bir dip yaptıktan sonra, benzerlik iyice "tamamen insan" diyebileceğimiz seviyeye yaklaştığında yaklaşımımız tekrar olumlu oluyor, grafik yukarı dönüyor. İşte o grafiğin o düşüş bölgesine "tekinsiz vadi" deniyor, bu bölgede "neredeyse insan gibi, ama bir tuhaf" duran animasyonlar, robotlar ve objeler bize çok korkutucu, itici, tekinsiz geliyor. Bunun birçok nedeni olabilir, deforme edilmiş bir insanı yahut bir cesedi hatırlattığı için öyle düşünüyor olabiliriz. Ancak şunu kesinlikle söylemek mümkün: Tekinsiz Vadi fenomeni eğlence endüstrisinde oldukça belirleyici rol oynuyor. Animasyonların insana benzerliğinin Tekinsiz Vadi aralığına düşmemesine özen gösteriliyor.
İnsan yüzleri beynimizdeki benzetme merkezini en çok tetikleyen bölgeler diyebiliriz. Doğu kültüründe "ilm-i firaset", Batı'da ise "physiognomy" denen bir sözdebilim var mesela, insanların yüzlerinden karakterlerinin analizlerinin yapılabileceğini söyler. Hatta batıda daha da ileri gidilmiş, bir dönem suçluların yüzleri üzerinde çalışmalar yapılarak belli "örüntü"ler bulunmuş. Sözgelimi çenesi önde olan, burnu yassı olan insanların suça daha meyyal olduğu iddia edilmiş. Bu iddialar ve analizler de yüzün belli hayvanların yüz hatlarına benzetilmesinden yola çıkılarak örgüleştirilmiş.
Yüz deyip geçmemek lazım. Sözgelimi insansı atalarımızın kaşlarının denk geldiği yerde belirgin kemik çıkıntılar var. Bu, onların kaşlarını hareket ettiremediğini gösteriyor. Fakat daha yakın atalarımızda bu ortadan kalkmış. Bu ne işe yaramış? "Kaş göz yapmaya". Bunun sağlayacağı evrimsel avantaj nedir? Diyelim ki bir av esnasında, ses çıkarıp av hayvanını ürkütmeden kaş hareketleriyle mesaj verebilirsiniz. Bu sayede avlanma başarınızı arttırırsınız. Daha sonra bu özelliğinizi av dışındaki iletişimde de kullanır, iletişim derinliğinizi ve kalitenizi arttırırsınız.
Yüzün neye benzediğinin ve benzetildiğinin en çok belirleyici olduğu alanlardan biri şüphesiz politika. Bizde Farabi El Medinetü'l Fazıla eserinde ideal yöneticiyi anlatırken fiziksel özellikleri es geçmez. Mesela der ki organları tam olmalıdır. Ortadan uzun boylu olmalıdır. Bugün daha ciddi ve isabetli bilimsel metodlarla çok can sıkan sonuçlara ulaşabiliyoruz: Bir seçimde adayların yüzlerini analiz ederek kimin kazanacağını tahmin etmek mümkün. Bir belirgin ve kesin örüntü var, hatta kazananların yüzleri birleştirilerek bir "tipik kazanan politikacı suratı" dahi oluşturulmuş. Geniş alın, köşeli çene kemiği, düzgün ve belirgin bir burun, erkeksi hatlar batı kültüründe "yönetici"nin ideal yüz özellikleri olarak görülüyor. Ancak eskiden ve farklı kültürlerde başka durumlara şahit olmak mümkün. Mesela birçok kültürde şahin, kavisli burun yöneticide olması gereken bir özellik sayılmış.
Peki yöneticilerin halkta "bizden biri" gibi algılanması, halkın yöneticiyi kendisine benzetmesi hususu? Yani bir yönetici halkına ne kadar benzemeli? Benzerliğe dair bütün bu fenomenler ve tezleri andıktan sonra, bunu irdelemek gerekiyor.
Evvela, yöneticinin anahatlarıyla, "genel örüntüsüyle" halkın tipik ırki özelliklerini yansıtıyor olması gerekli diyebiliriz. Çehrenin yırtıcı bir hayvana, bir aslan, kurt yahut kartal gibi avcı kuşlara benzemesi, tarih boyunca olumlu karşılanmış. Sakal ve bıyığın bu görüntüyü destekleyecek şekilde kullanılması da olumludur.
Fakat bir diğer durum var. "Tekinsiz Vadi"ye denk düşen belli lider tipleri, zor zamanlarda beklenmedik şekilde benimsenmiş. Aklıma gelen üç örnek, Gılgamış, Abraham Lincoln ve Atatürk.
Gılgamış'ın esmer, kısa boylu ve tıknaz halkına tezat olarak sarışın, zarif ve uzun olduğu kayıtlıdır. (Bizim Göktürklerde Kağanların mavi gözlü olduğu vs. yazılır. Eğer mavinin kutsallığına atfen mavi olmasa da mavi kabul edilmiş değillerse, muhtemelen aynı sebepten, sıradan Türk'e benzemeyen, ihtimal Hint-Avrupalı genetik mirası olan insanlar tekinsiz, dolayısıyla tanrısallıkla daha içli dışlı kabul edilip kağan yapılmıştır.) Abraham Lincoln, Amerikan İç Savaşı öncesi ve sırasında Amerika'nın başına geçmişti. İnanılmaz çirkin olduğu söylenen bir adamdı. Hiç sempatik bulunmazdı, yine de başkan seçildi. Atatürk de, ekserisi esmer, kahverengi gözlü bir toplumda zor zamanın lideri olarak sarışın, mavi gözlü bir adam halinde çıktı.
Bu muhtemelen zor zamanlarda tekinsiz, dolayısıyla doğaüstü-dünyadışı duran bir adamın mistik bir kudret halesi yaymasıyla açıklanabilir. Yani yönetici her zaman halkına birebir benzeyecek değil, bazen "Tekinsiz Vadi"ye denk düşecek kadar benzemesi, ama benzemez yanlarının da olması halkın teveccühünü kazanabilir.
Bir diğer husus da, politikacının davranışlar, giyim kuşamıyla halka ne kadar benzemesi gerektiği sorusu. Sözgelimi Araplar, kefiyeleriyle politika yapıyorlar. Biz de, diyelim ki köylünün oyunu almak için, şalvarla mı politika yapmalıyız?
Tabii bilimsel metodlarla bunu tespit etme imkanım olmadı ama, bu meselede şahsi görüşüm politikacının Tekinsiz Vadi'nin beri yanındaki alana denk düşen bir benzerlik içinde olması gerektiği. 1'den 100'e kadarlık bir benzeme skalasında, 1 ve 50 arasında sempati artıyor, 50-70 arasında aşağıda kalıyor ve 70 ile 100 arasında yüksek grafik çiziyor diyebiliriz. Politikacı kıyafeti, davranışları, araba markası gibi hususlarda 50'ye yakın bir yerde halka benzemeli. Zira politikacı bir sembol ve ikondur, sembol ve ikonlar "indirgenmiş"tir, basit kalıplarla temsil ettikleri şeylere benzerler. Politikacının 70 ve 100 arasındaki bir değerde halkına benzemesi çok zor (O zaman uçak kullanmaması gerekir, yahut kaliteli takım elbise giymemesi. Ancak ulaşımda sıkıntı yaşar, çok terler vs.) ve şov için bisiklete binmek, 50 ve 70 arasındaki Tekinsiz Vadi'ye denk düşüyor diye düşünüyorum. Kaliteli ancak aşırı lüks olmayan bir araba, kıyafetler, ortalama bir diksiyon (spiker edası uyandırmayan, ancak eğitimsiz intibası da bırakmayan) ve "orta yüksek sınıf" olarak algılanacak (Eski şehir eşrafı) bir terbiye-görgü çerçevesi, politikacının özellikle Türkiye'deki başarı anahtarıdır.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar