Üye Girişi

Üye Girişi

Dillerin Evrimi: Türkçenin Serüveni

16 Tem 2018

Sosyal medyada sık sık rastladığım bir durum var: Türk lehçelerine "Eski Türkçe" demek. Halbuki bu lehçeler yaşayan, halen konuşulan lehçeler. Eski Türkçeyle de alakaları yok: Nasıl Türkiye Türkçesi zaman içinde evrildiyse, onlar da evrilmişler. Yani atalarımızın konuştuğu dil, bugünün Kazakçası yahut Altaycası değildi. Hatta Türkiye Türkçesi, insanların "olduğu gibi korunmuştur" sanrısıyla yaklaştıkları birçok lehçeye nazaran, Orhun'un diline daha yakındır. Bu alanda matrak anılarım var: Sözlerini benim yazdığım Şaman Yakarısı isimli parçayı bir Facebook sayfası, 1000 yıllık Şaman Müziği diye paylaşmıştı, onbinlerce beğeni ve yorum almıştı. Şaman Yakarısı bir başka açıdan da ilginçtir: Farklı Türk lehçelerinden ifade, sözcük ve ekleri bir araya getirerek yarattığım suni bir Türkçe ile yazmıştım; fantazyada kullanılacak bir Türk kurgu dili arayışımın ürünüdür. O dille ürünler vermek ilerleyen zamanlarda yine kısmet olacak. Benzer şekilde, Arslanbek Sultanbekov'un birçok şarkısı "Göktürklerin müziği", "1000 yıllık Türk müziği" gibi başlıklarla paylaşılıyor. Bu Türkçülük gibi güzel bir hasletle donanmış insanların, akıl ve bilgiyle donanmamış, dolayısıyla liyakatsiz olduklarının göstergesidir. İyi niyetle Turan kurulmaz, akılsızlık ve bilgisizlik de hasleti cehalete kurban eder.

Neye lehçe, neye dil deneceği tartışmalıdır. Bu konuda çok güzel bir söz var: Dil, donanması olan lehçeye denir. Ben bir Türk milliyetçisi ve Turancı olduğum için, Türk lehçeleri ifadesini doğru buluyorum. İlmî olarak bakarsak, Proto-Türkçe'den Orhun dönemine bir demet gibi gelen ve o demetten türeyen bütün damarlar birbirinin lehçesidir, ancak Yakutça, Çuvaşça, Tuvaca, Altayca gibi Orhun'dan çok önce ayrışan kollar ayrı (ancak çok yakın akraba) birer dil kabul edilebilir. 

Romans Dilleri Örneği

Bugün Romans dilleri yahut Latin dilleri denen bir dil öbeği var mesela. Latince bugün konuşulmayan bir dil, ama İtalyancada, Fransızcada, Rumencede, Romanş dilinde, İspanyolcada (...) yaşıyor. Nasıl?

Evvela şunu bilmek lazım; dil dedin mi bir yazı dili, bir konuşma dili aklına gelecek. Örneğin İsa zamanında yazı dili Aramcaydı. İbranice konuşsan da, Aramca yazardın. Peygamber zamanında ise Arap coğrafyasının yazı dili Süryaniceydi, Kuran'ın tarihsel önemi ilk yazılı Arapça eser olmasıdır ki bulunan en eski nüshalarda Süryani yazım anlayışının izleri var.

Dikkat çekmesi gereken bir şey var, bu yazı dilleri ile konuşma dilleri akraba diller. Aramca, Süryanice, Arapça, İbranice; hepsi Sami dillerdir. Tabii her zaman böyle olmamış, örneğin Türklerin Soğd katipler kullandıkları devirlerde yazı dili Soğdcadır, Alman prensleri Latince (Klasik Latince) konuşurlar ve Almanca "Deustch" halkın dili, avamın dili anlamındadır. Ancak akrabalığa dikkat.

Roma yıkılınca yıkılan, yazı dilinin Latincesi, yani klasik Latince idi. Roma'nın bazı işlevlerini devralan kilise tarafından kullanılmaya devam etti; katipler de genellikle kilise kökenli olduğundan Avrupa'daki irili ufaklı devletlerin resmi dili hala Latinceydi. (Aynı sebepten, Uygur katip kullanan Moğollar-İlhanlıların etkisiyle Osmanlının Çağatayca fermanları, Yunan katip kullanan Emevilerin Yunanca yazışmaları vardır.) Bu yüzden sözgelimi eski kayıtlarda "Wladislaw" ismine rastlamazsın, "Vladislaus" diye Latinceye benzeterek yazarlar, Jacobo yerine Iocobus, Karl, Charles yerine Carolus gibi.

Fakat konuşulan latince devam etti. Bu Latince Fransa'da Fransızcaya, İspanya'da İspanyolcaya, Romanya'da Rumenceye (...) evrildi. Çünkü diller evrilir. Üstelik, substratum diller, yani fatihlerin yahut işgalcilerin gelişinden önce yörede konuşulan diller kelime vermenin yanında belli morfolojik dönüşümlere de neden olurlar. Bu yüzden her bölgede o bölgede konuşulan diğer diller, orada yaşayanların etkileşim içinde oldukları uluslar gibi birçok parametreden etkilenerek bildiğimiz Romans dilleri ortaya çıktı. Yani Fransızcanın tarihini, İtalyancanın tarihini Ortaçağın başlangıcına götürürüz en fazla. 8. yüzyıldan önce Fransızcadan söz edemezsin. "Vulgar Latin" denen Halk Latincesi, her dilin geçirdiği dönüşümleri geçirip, bir de Roma'nın yol sistemi ortadan kalkınca, feodal bölünmelerde insan topluluklarının ticareti ve teması azalıp tecrit başlayınca, onlarca farklı dile evrilmiş.

Roma "sağ"ken, Vulgar Latince (köylü latincesi) ve Klasik Latince arasındaki fark, diyelim ki Erzurum yahut Artvin ağzıyla İstanbul Türkçesi arasındaki fark kadardı. Ancak İstanbul Türkçesi ile dilekçe yazımının, televizyon yayınının sona erdiğini düşünün. Artvin ile Antep'in temasının sonlandığını hayal edin. O ağız, şive özellikleri yavaşça lehçeye, yeterince zaman geçer ve farklı dillerin istilaları, etkileşimleri devreye girerse dile evrilirdi. 13. yüzyılda Orta Asya'dan gelen bir adamın Anadolu türkçesini çok daha kolay anlayabilecek olup, şimdi pek az anlaması gibi.

Roma ayaktayken, Vulgar Latincenin bazı özellikleri Klasik Latinceyi etkilemeye başlamıştı bile. Mesela "c" harfinin "k" okunması bitmiş, "ç" okunmaya başlamış özellikle bizim dar-ince ünlü dediğimiz ünlülerden önce gelince.

Bu dönüşümler esnasında bazı ediplerin eserleri önemlidir. Hele ki devlet otoritesinin yahut örgün eğitimin olmadığı dönem ve coğrafyalarda. Sözgelimi Dante, birçok "İtalik lehçe" arasında Toskana bölgesinin lehçesini kullanarak meşhur Komedya da dahil birçok eser vermiş, bu lehçenin yazı dili haline gelmesini sağlayarak, bir nevi modern İtalyanca'ya babalık etmiştir. Benzeri, İngiliz Chaucer için de geçerlidir. Bölünmüş yapısından dolayı birçok yerel lehçenin ve yazı usulünün resmiyet kazanması nedeniyle "standart dil birliği"ni çok geç yakalamış Almanya için sözgelimi Goethe böyle bir işlev görmüştür. 

Diller Neden Evrilir?

Bir dil ailesinden neden bir sürü dal çıkar? Cevabı "evrim"dir. Diller, aynı ortak atadan türeyen canlıların farklı türlere evrilmesi gibi gelişirler. Bunu sağlayan mekanizma da neredeyse aynıdır: Belli "genetik" özellikler muhafaza edilir, belli "mutasyonlar" farklılaşmaya neden olur. 

Yukarıda verdiğim tecrit örneğini hatırlayın. Aynı dili, hiçbir ağız, aksan, şive farkı olmadan konuşan iki insan topluluğu olsun. Bu iki insan topluluğunu ayıralım, farklı coğrafyalarda yaşamaya başlasınlar ve aralarındaki temas azalsın. Dilleri farklılaşmaya başlayacaktır, zira:

  1. Çevrelerinde yaşayan uluslar nedeniyle başka dillerle etkileşime girebilir, sözcük alabilirler.
  2. Bir ulusu fethederler, halkını halklarına katarlar. Bu fethedilen kavmin dili, substratum dediğimiz özelliği gösterir: Sözdiziminde, cümle kuruş mantığında değişiklikler yaratır. Dili yeni öğrenen fethedilmiş kavim, onu kendi dil mantığıyla birleştirerek konuşacaktır. Bu fatihleri de etkiler.
  3. Yeni coğrafyalarda yeni karşılaşılan kavram, obje, canlı ve olaylara, aynı dilin haznesinden olsa bile, farklı tercihlerle isim türetebilirler. 
  4. Kelimeler, yan anlam kazanır, daha sonra asıl anlam unutulur ve kelime, diğer topluluktaki kelimeyle aynı olsa bile farklı anlam ifade etmeye başlar. Bir "hüsn-ü tabir" olarak, iç çamaşırına don diyen Türkiye Türkleri, yalnızca "kıyafet" anlamına gelen "don" (ton) sözcüğüne yeni bir anlam kazandırmışlardır. Fakat diğer Türk coğrafyalarında don, iç çamaşırı değil yalnızca kıyafet anlamına gelmeye devam eder.
  5. Topluluğun biyolojik yatkınlıkları, hançeresi vs. değiştikçe, çıkardıkları seslerde değişim olur. Birinin yahşı dediğine, diğeri jaksı demeye başlar. 
  6. Benzer işlevdeki eklerin tercih frekansları değişebilir. Bunu biraz açalım, İngilizce bilenlerin fark ettiği bir durum vardır: Geçmiş zaman yapan -ed takısı, aynı zamanda fiilden sıfat yapar. Sözgelimi, "evolve" (evrilmek, dönüşmek) fiiline -ed getirirseniz, "evrildi" olur. Fakat "evolved language" dediğinizde, "evrilmiş dil" dersiniz. Gördüğünüz üzere, Türkçede de durum aynı: Yalnızca evrilmiş desek, evrilmek fiilinin rivayet kipiyle geçmiş zaman çekimini yapmış olurduk. Ama "dil"i niteleyen bir sıfat olarak kullanmak istediğimizde, "evrilmiş dil" dedik. Bu, başka eklerimizde de geçerli ama fark etmiyoruz. Söz gelimi, "kırık kol" diyoruz. (Kırılmış kol demek de mümkün) -ık eki, bazı Türk lehçelerinde ve hatta Anadolu ağızlarında, bir geçmiş zaman ekidir. Bizim Sarız Avşarları, örneğin, "Adamı vuruklar, orada ölük" diyebilirler. (Adamı vurmuşlar, orada ölmüş) Bir dostumun yolladığı meşhur ses kaydı da buna örnek, Antep şivesiyle: Erkan, enaktarlar goltuğun altında kalık, beni ara. Yahut, -gan eki, diğer Türk lehçelerinde bir geçmiş zaman ekidir: Ata yurdum Türkistan'ı bölüp koygenler. (Ata yurdum Türkistan'ı bölüp koymuşlar) Bizde ise sadece fiilden sıfat yahut fiilimsi yapma göreviyle kalmış: Durağan, olan (olğan, bolgan) gibi. 

Bunlar ve diğer birçok sebepten, tecrit sözkonusu olduğu zaman aynı dil ailesinden farklı lehçeler türer. Her yöresel ağız, içinde müstakbel ve potansiyel bir lehçenin nüvelerini barındırır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: İhmal edilebilecek derecede, az sayıda istisna hariç (Türkiye Türkçesinde olmak fiilinin geniş zaman olumsuzu olmar ya da olmur olmalıydı mesela) bütün ses ve gramer kaideleri kurallıdır. Dil ailesinin kurallarını bildiğin zaman, yabancı dilden alıntı olmayan ve kökü eski olan bir sözcüğün herhangi bir lehçedeki versiyonunu bildiğinde, bütün lehçelerdeki versiyonlarını da bilirsin. Türkiye Türkçesinde "otuz" ise, Çuvaşça vutır olmalıdır. Zira Çuvaşça'da, bizdeki o sesi uzayıp daralır, kelime sonundaki z ise r olur. Bizdeki "yürek", Azerbaycan'da kesinlikle "ürek"tir, Kazakçada ise kesinlikle "jürek". 

Türk Dil Ailesi

Gelelim Türkçenin yapısına. Esasen bu kısmı detaylı bir infografikle süsleme niyetim vardı ama bir "filojenetik ağaç" tasarlamam gerekti ve teknoloji bilgim yetersiz olduğu için beceremedim. Sözel olarak anlatmak durumundayım. Belki bir okurum bunu okuduktan sonra şemayı görselleştirir de, buraya koyarım.

Türkçenin sınıflandırması konusu hala üzerinde akademik çalışmalar yapılan ve belli kaideler oturmuşsa da, sonlandırılmamış bir saha. Her dil ailesinde olduğu gibi, sınıflandırma temel olarak fonetik kaideler göz önüne alınarak yapılır. Buna göre, ilk ayrımlardan biri, öküz, dokuz gibi kelimelerimizin sonundaki "z"nin, "r" olduğu grupla, z olarak korunduğu grup arasındadır. Daha sonra, Ana Türkçedeki d sesinin dönüşümüne göre bir tasnif yapılır: Bu sesin korunduğu lehçeler, sesin "y" sesine dönüştüğü lehçeler ve "z" sesine dönüştüğü lehçeler. Bir diğer ayrışma, "olmak/bolmak" ayrımındadır, bazı lehçelerde bolmak sözcüğü "olmak"a dönüşürken, bazılarında bolmak olarak korunmuştur. Sözcük sonundaki uzun a'ya benzer "ağ" sözcüğünün "av"a dönüştüğü lehçelerimiz bir diğer tasnif referansına göre ayrılırlar. Bizim dağ dediğimize, sözgelimi Kıpçak grubunda "tav" denir. -lı ekimizin formu da tasnifte bir diğer ayırt edicidir, dağlı mı diyoruz, dağlık mı? (Türkiye Türkçesinde arkaik formu -lık olan bu ekin iki hali de yaşar. Dağlı deriz, ama hem taşlı, hem de taşlık şeklinde iki sözcüğümüz vardır. Menşe bildiren -lık, -lı olmuş, özellik bildiren -lık kalmış. Age of Empires 2 oynayanlar, oyundaki Kushluk karakterini hatırlayacaklardır. Çengiz'in en büyük rakibi olan bu zatın ismi Küçlüg'dür, yani "Güçlü".) 

Bu tasniflerin yanında, bir de coğrafi/menşe cihetli tasnif var. Çok genel haliyle Türkçe, beş ana gruba ayrılır bu tasnifte: Bulgar grubu, Oğuz Grubu, Kıpçak Grubu, Karluk Grubu ve Sibirya Grubu. Bu eksik ve cüretkar bir ifadeyle hatalı tasnif büyük kolaylık sağlar, buna göre Çuvaşça ve eski Bulgarca (Slav Bulgarların değil, coğrafyaya ve oranın slavlarına adını yadigar bırakan Bolgar Türklerinin dili) Bulgar Grubunda, Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Gagavuzca, Türkmence Oğuz Grubunda, Kazakça, Kırgızca, Kırım Tatarca gibi lehçeler Kıpçak Grubunda, Uygurca, Özbekçe gibi lehçeler Karluk Grubunda değerlendirilirler. Yakutça, Altayca, Tuvaca gibi lehçelerimizse, Sibirya grubundadır.

Bütün bu tasnif denemeleri ve metodlarından hareketle, okuyucunun zihninde hiç değilse genel bir manzara oluşturması açısından, Türkiye Türkçesinin de dahil olduğu Türk Dil Ailesinin tasnifi aşağı yukarı şöyledir:

Proto-Türkçe, bütün dalların birleştiği farazi kökümüz. Bu kökten ilk ayrılan ve bize en uzak olan lehçe grubu, bugün yaşayan tek üyesinin Çuvaşça olduğu düşünülen Bulgar lehçeler grubudur. Fonetik açıdan, sözcükler açısından konuşulduğunda bize bambaşka bir dil gibi gelir, karşılıklı anlaşabilirlik oranı neredeyse sıfırdır ancak söz dizimi, gramer özellikleri gibi açılardan bir uzman için farklılıklar ihmal edilebilecek seviyededir. 

Daha sonra ayrılan kollar, sırayla Yakutçanın ve Altay-Tuva-Hakas lehçelerinin dahil olduğu, Sibirya grubu diyebileceğimiz lehçelerdir. Bunlar arasında da Yakutça, diğer öbekten belirgin bir şekilde ayrılır. Karşılıklı anlaşabilirlik ancak sayma sayıları, belli akraba isimleri, gök cisimlerinin isimleri vs ile sınırlıdır. 

Bu noktadan sonraki kollar, yüksek kültürün ve yazı dilinin etkisiyle birbirlerine daha çok benzerlerse de, yine de ayrışırlar. Buradaki tasnifte -en azından beni- kararsız bırakan, Uygurca ve Özbekçe diyebiliriz, zira Kıpçak ve diğer gruplar arasında geçiş formu gibidir. Biraz tahmin yürüterek ve farklı bilim adamlarının tespitlerini göz önüne alarak söyleyebiliriz ki, Kıpçak grubu dediğimiz lehçeler henüz Orhun abidelerinin dikilmesine yüzyıllar varken bize (Türkiye Türkçesine) nazaran ayrışmışlardır. Karluk grubu ise, bize Kıpçaklardan yakındır. Orhun abidelerinin dikildiği dönemde, Oğuz grubu diyebileceğimiz grup, Orhun Abidelerindeki "Eski Türkçe"den farklılıklar arz eden başlıbaşına bir lehçeydi. İlginçtir ki -bildiğim kadarıyla- Orhun Türkçesi bugün yaşayan büyük Türk lehçelerinden hiçbirinin doğrudan atası değildir. Orhun Türkçesinin kök aldığı damar, Oğuz, Karluk ve Kıpçak kollarının birleştiği bir noktadan, müstakil bir filiz vererek ayrılır. 

Oğuz grubu, Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Türkmence gibi dallara ayrılır. Biz bu grubun batı kolundan bir lehçeyi konuşuyoruz, Oğuz grubundan diğer lehçeleri çok iyi anlar, Karluk grubuyla zorlanarak da olsa "aç kalmayacak kadar" anlaşır, Kıpçak grubunda ise zorluk çekmeye başlarız. Oğuz grubunda, diğer Türk lehçelerinde kökü gözlemlenmeyen kelimeler vardır, ilk aklıma gelen örnek, "soy" sözcüğü. Oğuzlar, Türk dairesi içinde, oldukça kalabalık ve müstakil bir topluluktu, kendilerine has mitolojileri Oğuz Kağan (ayrıntılı bilgi için Karşılaştırmalı Mitoloji: Tolkien Ne Yaptı kitabımı burayı tıklayarak alabilirsiniz) figürü etrafında örülürken, Orhun'da bu müstakillik "Türk-Oğuz beyleri" gibi kullanımlarda kendisini gösterir.

Şimdi gelelim diğer meselelere, bu lehçeler arasında, yabancı diller arasında olduğu gibi etkileşimler vardır. Sözgelimi, normalde anlamamamız gereken Kırım Tatarcayı, bir Kıpçak lehçesi olmasına rağmen, Kazakçadan daha iyi anlarız. Zira Kırım Tatarca, müstakil bir devlete sahip bir "Yüksek Kültür Dili"dir. Osmanlı Türkçesi ile siyasi, ekonomik ve beşeri nedenlerden ötürü sürekli etkileşim halindedir, o yüzden Türkiye Türkçesine yakınlaşmıştır. Ya, coğrafi olarak bize daha uzak olmalarına rağmen, Uygur-Özbek grubuyla neden daha iyi anlaşıyoruz? Cevabı Hakaniye lehçesinde. Modern Uygurca ve Özbekçenin atası olan bu lehçe, Çengiz ve evladının saray dilidir, yine bir "Yüksek Kültür Dili"dir. Doğu Türklüğünün Yüksek Kültür Dili ile Batı Türklüğünün Yüksek Kültür Dili etkileşimdedir, Lale Devrinin şairi Nedim, Doğu Türklüğünün Dante'si yahut Goethe'si diyebileceğimiz Ali Şir Nevai okur, ona nazireler yazar. Yahut Buhara'dan gelen hocalar, Abdülaziz'in çocuklarına ders verir; aynı şekilde İstanbul'dan giden alimler o bölgede dini faaliyet gösterirler. Bu etkileşim nedeniyle, medeniyet merkezlerinin lehçeleri birbirlerine yakınlaşır; işte bu yüzdendir ki, tedrisatını Osmanlı döneminde, klasik dile hakim olarak almış İsmet İnönü ile, Doğu Türkistan'dan gelen İsa Yusuf Alptekin, 20. yüzyılda tercümansız anlaşabilmişlerdir. (Bkz: Esir Doğu Türkistan İçin, İsa Yusuf Alptekin)

Her tasnifi eksik ya da hatalı görmemize neden olabilecek yığınla başka detay var. Örneğin, küçük bir Türk lehçesi olan ve Kıpçak grubunda kabul edilen Karaçayca incelendiğinde, araştırmacılar farklı katmanlar görüyorlar. Karaçaycada belli belirsiz dahi olsa, Hunca ile akraba olduğu düşünülen Bulgar grubunun etkisi görülüyor. Yahut, bugünün Uygurcası ile, eski "Uygurca" diyebileceğimiz lehçe arasında, doğrudan bir kök-filiz ilişkisi yoktur. Akraba lehçelerdir, ancak birbirlerinin doğrudan devamı değillerdir. Eski Uygurca, Orhun Abidelerindeki dilin doğrudan atası olduğu bir lehçeydi, devamı olan lehçeler bugün bildiğim kadarıyla yok olmak üzere olan birkaç Türk boyu tarafından konuşuluyor.

Son olarak şunu söyleyelim: Oğuz grubundan bir lehçenin yüksek kültür ve yazı dili olması, çok geç döneme tekabül eder. Bildiğim kadarıyla Oğuz grubundaki bir lehçede ilk yazılı metinler 13. yüzyılda karşımıza çıkar. Bunlar da ekseriyetle Eski Anadolu Türkçesi dediğimiz, günümüz Türkiye Türkçesinin Oğuz grubu içindeki öncülü olan lehçede yazılmışlardır. Bu lehçedeki kimi sözcük ve ekler artık yaşamıyorlar, emir kipi olarak -gıl gibi. Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'in bir şiirinde "Rahmet itgil tanrı bana kapu aç" deniyor mesela. Hem eksiz emir kipi "aç" var, hem de "Rahmet et" anlamına gelen "Rahmet itgil" kullanımı. Yahut bugün türkülerde "aydur, eydür" gibi kullanımlara rastlarız, bu Eski Anadolu Türkçesinde (ve sözgelimi Kıpçak lehçelerinde) var olan, söylemek, konuşmak anlamında "aytmak" sözcüğünün bir kalıntısıdır. Yunus eydür derken, "Yunus iyidir" demiyor, "Yunus der ki" diyor.

Böyleyken böyle, sevgili kaari. Demek ki, diğer Türk lehçelerine "eski Türkçe" dememeli, diğer Türk boylarını, topluluklarını "eski Türkler" kabul etmemeliyiz. Bu Türklüğe dair bir cehaletten kaynaklanır ve diğer bölgelerin Türkleri açısından hoş görülecek bir durum değil. Bu vesileyle, son olarak ifrit olduğum bir tabirden bahsedeyim: Kayıp Türkler bulundu. Bu oryantalist bakış açısıyla verilen haberler bencileyin (Eski Anadolu Türkçesinde benim gibi demek) Turancıyı ifrit ediyor, vesselam. 

Not: Bu yazıda kaynak vermedim, referans vermedim. Dolayısıyla ilmi değildir. Okuyucuya kendi okumalarımdan edindiğim izlenimi aktardım. Bu alanda ciddi anlamda bilgilenmek isteyen okur, benden değil, geniş Türkiyat külliyatının akademik çalışmalarından faydalanmalıdır. Bu yazı, belki, bu okumayı yapan okurun aklına gelebilecek kimi sorulara dair benim ne düşündüğümü göstererek, farklı açıdan bakmasını sağlayabilir.


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. 

 

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.

Who's Online

811 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Latest Park Blogs