Üye Girişi

Üye Girişi

Batı'nın Düşman Olduğu Tek Fikir: Seküler Milliyetçilik

10 Tem 2018

Kitle, kalabalık, toplum, topluluk, halk, millet... Şu günlerde bunların hepsi birbiri yerine kullanılır oldu. Tönnies'in Cemaat-Cemiyet ayrımından bu yana, bu sözcükler lügatte olduğu kadar beşeri bilimler literatüründe de belli anlamlarda kullanılırlar ve bunları birbirine karıştırmak analizi, tespiti ve çözüm üretmeyi zorlaştırır. 

Şu halde, Türkiye'de kitle(ler) yok kalabalık(lar) var, toplum yok topluluk var, millet yok halk var diyebiliriz. Nedeni nasılı uzun, fakat niye böyle bir toplum mühendisliğine ihtiyaç duyulduğunu yazının sonlarında açıklamaya çalışacağım.

Kitle kalabalıktan farklıdır. Bir araya en iptidai ve asgari müşterekler ile geçici olarak gelmiş kalabalıktan çok daha kalıcı, fiziken bir arada bulunmadığı anlarda dahi bilinçli bir takım tavır, meyil ve fikirleri paylaşan, toplumun alt ve temel birimlerinden birine kitle diyoruz. Bir kitle yönetmek, sözgelimi, ciddi bir organizasyon tecrübesi ve örgütlenme, ortak motifler, bunlar üzerine bina edilmiş rasyonel söylemler ve en önemlisi uzlaşma, konsensüs gerektirir. Kalabalık yönetmekse böyle değildir: STK'nız ile nezdinde faaliyet yürüttüğünüz kitleye analizler, raporlar, konferanslar, seminerler yoluyla seslenirsiniz. Kalabalığa ise, protesto alanında, "Bunlar gavur, vurun!" diye seslenirsiniz. Kitlede bireysel zeka, akıl ve tecrübenin kümülatifleşerek çoğalması, bir kolektif ve etkili bilinç teşkil etmesi vardır. Kalabalıkta ise bilincin baskılanması, bireyin yok edilmesi, bir merkezi vizyonun bu yolla, viral bir enfeksiyon gibi kolektifleşmesi vardır. Kitleyi yönetir, kalabalığı güdersiniz.

Topluluk-Toplum ve Halk-Millet ayrımı da aşağı yukarı böyle. Topluluk ve "halk" handiyse tesadüfi bir "bir aradalık"tır. Toplumda ve Millette ise bileşenlerin teker teker katkıları ve bu katkıların nicel toplamından daha fazlası eden bir kimlik, bir "emergent" bilinç vardır. 

Kalabalıklar, bir araya geldiklerinde bilgi ve fikir değil, önyargı (bias) paylaşır diyor Daniel Richardson. Bu mantık safsatalarına, yani "bias"lara hakim olmak gerekir. Düşünce tarzımızı etkileyen, bilinç altımızda beynimizin temel içgüdüleri gibi sürekli aktif birtakım önyargılarımız vardır. Örneğin insanlar, ilk duydukları bilgiyi daha çok önemserler. Bir iş görüşmesi hayal edin: İlk konuşulan rakam, anlaşacağınız ücretin skalasında oldukça net bir şekilde belirleyici olacaktır. Bu da mantık dışıdır, neden? İşin ne olduğunu, ne kadar bir parayı hak ettiğini, çalışanın geçmişini, şirketin bütçesini tartmayı bırakır da, ilk konuşulan rakamdan yola çıkarak, alakasız bir düzlemde hesap yapmaya başlarsak, mantıktan koparız da ondan. 

Peki diğerleri? Önemli bulduklarımı, Türk "kalabalığı"nı yönlendirirken kullandıklarını paylaşayım. Bandwagon etkisi dedikleri bir tanesi var mesela. Sürü psikolojisi diyelim biz buna: Bir tercih yapılacağı zaman, insan çevresinde seçeneklerden birine meyleden ne kadar insan görüyorsa, o seçeneği tercih etmeye o kadar yatkındır. Popüler olan, "trend" olan, rüzgarı arkasına alan her zaman avantajlıdır. Tanıdık geldi mi? Confirmation bias var bir de, "onaylanma güdüsü" diyelim buna da. İnsanlar, doğruyu, gerçeği aramaya değil, kendi kanaatlerini destekleyen bilgilere inanmaya eğilimlidirler. Önlerine yeni bir bilgi sunulduğunda, bu bilginin hakikat olup olmadığından çok, kendi katı ve kesin inançlarını onaylayıp onaylamadığına odaklanırlar. Bu da tanıdık gelmiştir: Osmanlı sultanlarının her birinin evliya olduğuna dair onca zırva bu kadar itibar görürken, Osmanlı'da eşcinselliğe dair yığınla hakikat görmezden gelinmekle kalmaz, dile getirene saldırıyla sonuçlanır. 

Tercihi destekleyen önyargı var bir de. Bir tercih yaptıysanız, bir defa sonuçları gerçekleştiyse, artık o tercihi olumlayan ve destekleyen inanç, tutum, davranış ve bilgilerle ilgilenmeye başlarsınız. Geri alamayacağınız için, o tercihi ve daha önemlisi sonucunu destekleyen argümanlar ararsınız, tercihinizin yanlış olduğunu söyleyen hakikatlere ise düşmanlık beslersiniz. Buna bir de "yol bağımlılığı"nı ekleyin. Bir yola ne kadar "masraf" yaparsanız, o kadar bağımlı olursunuz. O yoldan ayrılmak o kadar zorlaşır; içten içe yolun yanlış olduğunu bilseniz bile bunu itiraf edemez, yolu olumlamaya çalışırsınız. MHP'ye 40 yılını verenlerin düştüğü durum en çok bununla ilişkili.

(Buraya önceki yazılarım Bilişsel Çelişki ve AKP ile, AKP Pornosu'nun bağlantılarını vereyim. Yazı başlıklarını tıklayarak okuyabilirsiniz.)

İki mantık safsatasına daha değineyim. Biri, "salience", yani belirginlik. Bir kavrama dair düşünürken, onun en belirgin yanlarına dair bir imge oluştururuz. Ölüm deyince aklımıza korkunç ölümler gelir, basit bir kaza nedeniyle pisi pisine ölebileceğimiz gelmez. O yüzden siyasetçilerin kullandıkları dil bize hep korkunç senaryoların hemen gerçekleşebilecek olduğunu düşündürebilir. (Buraya reklam. Siyasetçilerin kullandığı dilin toplumu nasıl etkileyeceği ve toplumu şekillendirme araçlarına dair yazılarımı, Seküler Milliyetçinin El Kitabı'nın orta sayfalarında bulabilirsiniz. Satın almak için kitap başlığına tıklayın.) Diğer safsata da, güncellik. İnsanlar güncel verileri daha önemser, daha önce gündemlerine alırlar. 2004'te gerçekleşen hızlı tren faciası unutulur. Hep güncel, birkaç günlük gündemlere tıkılıp kalanlar, büyük resmi bu yüzden göremezler. Bu yüzden, sistematik sorunlar sürekli yeni tren kazaları olarak karşımıza gelir. Kalabalıklar da, her defasında öfkelenir, tepki gösterir ancak çözüm üretemezler. Zira kitle olmamışlar, toplum olmamışlar, millet olmamışlardır.

Bir de toplumların özellikleri var. En güzel sınıflandırmalardan biri, Geert Hofstede'ye ait. Kültürel boyutlar kuramına göre Türkiye güç aralığı yüksek, bireyciliği zayıf, belirsizlikten kaçınma güdüsü aşırı yüksek, dişil, kısa vadeli odaklanan, serbestliği tahdit edilmiş, yani diktatör yaratmaya meyyal bir kültüre sahip. 

Bireylerde bu safsatalar var ve kültürümüz de kusurlu. İnsanın "böyle gecenin hayr umulur mu seherinde?" diyesi geliyor değil mi? Değil. Zira Atatürk'ün bu topraklardaki kültürkampf'ı işte bu yüzden enfestir. Milliyetçiliğin milleti muhafaza etmek, efendime söyleyeyim yerli ve milli olsun da salak olsun diye bir tuhaf nepotizmi millete teşmil etmek olarak görmeyip, onun inşacı, ilerlemeci, etno-sembolleri kullanarak bir araç değeri taşıyan işlevini keşfetmiş müthiş bir uygulama örneğidir Kemalizm. O yüzden bu satırların yazarı saçından topuğuna kadar Kemalist, Atatürk Aleyhisselam'ın yolunda bir aydınlanmacı-milliyetçidir. Türkiye'de hala "insan olabilen" bir kesim varsa, birey olabilenler varsa, hukuk-mukuk gibi modern kazanımlar varsa, Atatürk'ün milleti ve "ortalama insan tipi"ni dönüştürmeyi amaçlayan ve maalesef kısmen başarılı olan savaşı sayesindedir.

Şimdi gelelim ağzımdaki baklaya: Komplo teorilerine dair çokça yazıp çizdim, komplo teorilerine inanmam ve inanan insanlara gülerim. Fakat Türkiye üzerinde bir komplo var: Batı, müslümana biçilen dondan sıyrılmış bir Türkiye istemiyor. İnsanını adam etmiş (Attila İlhan bunu anlamıştı mesela. O yüzden milli mücadeleyi anlatırken "Biz her nokta-i nazardan insan olmalıyız" ve "bir millet olarak çıktılar Sarıgöl Boğazı'ndan" gibi ifadeler kullanıyor.), millet tanımını modernleştirip toplum olabilmiş, cumhuriyet kurmuş ve demokrasisini oturtmuş bir Türkiye batı için zararlıdır. Hele ki bu minvalde bir kültür ihracına başlayan, kemalizmi Doğu Dünyası'na yayan bir Türkiye, hafazanallah! 

Ben Batıcıyım. Türkiye'nin bir Batı ülkesi görünümüne kavuşması gerektiğini, batılı değerleri benimsemesi gerektiğini, şarklılık tezgahından kurtulması gerektiğini, hem zihnen, hem beşeri olarak, hem ekonomik olarak, hem de sözgelimi NATO üyesi kalmakla, siyasi olarak, bu blokta müstakil, saygın ve edilgenlikten kurtulmuş bir konum alması gerektiğini düşünüyorum. Fakat bu, Batı'ya yaltaklanan yahut hizmet eden bir Batıcılık değil: Batı'nın bugün için "en iyi"yi bulduğunu ve sürdürülebilir bir "medeniyet" perspektifi yarattığını görüp, aynından milleti için de istemek. Ve Batı, bu alanda oldukça gaddar. Türkiye, Sevr'i yırtmakla Almanya'nın dahi başaramadığı müthiş bir iş başarmış ve Doğu'nun edilgen olmayan, kendi sınırlarını çizebilen tek ülkesi olmuştu. Bu Türk'e nasip olmuş biricikliği elbette istemeyeceklerdi: Batı, medeniyetin yalnızca kendisine mahsus olmasını istiyor. Diğer ülkelerde serbest piyasa, aydınlanma, demokrasi, insan hakları istemiyor.

İstemiyor zira bundan zararlı çıkabilir. Bilimde, teknolojide, beşeri ve sosyal sermayede üstünlüğünü kaybedebilir. Üstelik, bölgelerdeki ekonomik çıkarlarını korumak için, mankurtlaşmış bir Doğu ve yerel derebeylerinden ibaret bir manzara daha elverişli. Öyle ya, bir bölgede "operasyon" yapacaksınız diyelim. O ülkede düzgün işleyen bir demokrasi, güçler ayrılığı, etken kitleler, bilinçli bir toplum ve hepsini, Azar Gat'ın deyimiyle anayasayı bile mümkün kılan bir "millet" ve "milliyet şuuru" varsa, böyle bir şey yapamazsınız. Milyarlarca doları, bir efkar-ı umumi oluşsun diye harcarsanız, çekilecek peşkeşten elde edeceğiniz kârın tamamını hatta fazlasını masraf edersiniz. Oysa tek adamı satın almak yahut ikna etmek öyle mi? Verirsin parasını, payını, karşılarsın talebini, oldu bitti. O tek adamın kalabalıkları da, zombi gibi peşinden gitmeye devam eder, elde ettikleri ufacık ve çoğu zaman sanal tatmini kazandıkları için duacı olurlar. İşte Afrika böyle değil midir? İşte, esasen petrolüyle, gazıyla, azıcık nüfusuyla Norveç ayarında olması gerekirken hala 3. dünya ülkesi olan Azerbaycan böyle değil mi? 

Devlet Bahçeli ve MHP'yi düşünün. Bu kadar girdapta, bu kadar savrulmalarda nasıl hala barajın üzerinde oy almayı başarıyor, hep gemisini yüzdürüyor? İtaatle, kalabalık yönetimiyle. Siyasetle olması mümkün değil, adam siyaset yapmıyor bile. Ne vaadi var, ne programı, ne ideolojisi var, ne söylemi. Buna rağmen bir siyasi aktör olabiliyor, zira birkaç milyon kişiyi arkasına "kesin inançlı" olarak almış bir adam, diğer aktörlerle masaya oturup pazarlık yapabiliyor. Bu, devletler bazında da böyle. Ortadoğu'da, başında tek adam olan, demokrasisi kusurlu, insanının refahı işbilmez ve akla zarar fikirlerin peşine düşmüş ekonomi yönetimi nedeniyle git gide azalan bir Türkiye, Batı'nın çıkarlarına uygundur. Türk insanı bunun bedelini ödüyormuş, umurlarında mı? 

Üstelik Batı'nın bir diğer tuzağı da, kendi değerleriyle çelişik bir eyleme giriştiği için, bu ülkelerde tavşan muhalefet yaratmaktır. NED gibi kurumlarla, Almanya'nın sürekli kürtçü ve islamcı yapılara özgürlükçü kisvesiyle yardım yapması gibi, operasyon çekerler. Başında tek adam olan, bu rejimin yapısal sorunları nedeniyle, hürriyet, serbest piyasa, bilimsel düşünce ve modernizm eksikliği nedeniyle bedel ödeyen, zora düşen insanların yaşadığı coğrafyalarda, göstermelik, ayrıcalıklı muhalif yapılar kurarlar. Bunların görevi Batı'nın kurduğu denklemde üzerlerine düşeni yapmak ve Batı'nın iç piyasada doğan tepkiye karşı kendisini destek oluyor görünerek aklamasını sağlamaktır. Rusya'nın işgalci tehdidine karşı mücadele veren bölgelerdeki saçmasapan muhalif gruplar ve ülkemizde HDP tandanslı, sabık Taraf okur-yazarı cephe bunun tipik bir örneğidir.

Aklım Vietnamlı Ho Şi Minh'e gidiyor. Ho Şi Minh'in siyasi hayatının başlarında milliyetçi ve "BATICI" olduğunu kaç kişi bilir, hatırlar? Amerikan Anayasası'na saygı duyan, Vietnam'ın batılı ülkeler gibi hürriyetçiliği, serbestiyeti, serbest piyasayı; hülasa sekülarizmi tesis ederek gelişmesini arzulayan bir milliyetçiden başka bir şey değildi. Fakat uğradığı müdahale, onu sosyalist bir anlayışa itti, bir nevi nasyonal-sosyalist oldu diyebiliriz. Sosyalizmin asla ve kat'a iyi bir şekilde sonuçlanmadığını biliyoruz, nitekim Vietnam için de savaşı kazanmış olsalar bile, genç Ho Şi Minh'in hayalindeki gibi bir ülke olma ihtimali uzun yıllar boyunca ufukta görünmüyor. 

Hülasa, Batı Türkiye'de Atatürk'ü anlamış, serbest piyasanın, hürriyetçiliğin, demokrasinin, cumhuriyetin, insan haklarının hem bilimsel, hem ekonomik gelişme; dolayısıyla huzur ve refah için tek çıkar yol olduğunu görmüş, bunun "dünyevilik" demek olan sekülarizm şemsiyesinde mümkün olduğunu kavramış, bunları tesis içinse, kalabalık olmaktan, topluluk olmaktan, yalnızca halk olmaktan sıyrılıp, kitlelerden müteşekkil, millet sıfatında bir toplum olmak gerektiğini keşfetmiş insan, insanlar ve siyasi akım istemez. Seküler Milliyetçi istemez, bu fikri kendisine tehdit olarak görür. Zira o zaman Türkiye, batı ayarlarında bir ülke olacak, önüne koyulanı değil, menüden seçtiğini yiyecektir. 

(Kırım Tatar şiarı geliyor aklıma. Bir avuç halk değil bir yumruk milletiz!)

İşin bir ek getirisi daha var tabii. Manyak manyak şeylere inanan, kendi içinde bile sürekli ona buna saldıran, insan canının kıymetinin olmadığı bizzat kendi yasaları ve uygulamalarıyla belli olmuş ülkeleri arada bir bombalarsan bu bir trajedi olmaz. Bir grup "insanımsı" yahut "alt-insan" geberip gitmiştir. 

Şimdi, seküler milliyetçilere düşen, o kadar zekiyiz ya, bu kalabalığı bildiğin kafasız, ehliyetsiz, kabiliyetsiz adamların bile güdebildiğini görüp, çoban olmanın yollarını aramak. Çoban olduğumuzda, bu kalabalıktan yeniden kitle, bu topluluktan yeniden toplum, bu cemaatten bir cemiyet, bu halktan bir millet yaratmalıyız.

Ben bu yol üzere öleceğim.


M. Bahadırhan Dinçaslan

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. 

 
mbdincaslan.com | © 2024 Tüm Hakları Saklıdır

  • Mevcut yorum yok.

Who's Online

458 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Latest Park Blogs