Sevgili kaari,
Sana "kaari" diye hitap etmekten çok hoşlanıyorum. Akif'in olanca samimiyetini, hırçın ama namuslu, hakikat aşığı tavrını mütevazı bir şekilde özetlediği "Bana sor sevgili kaari..." diye başlayan manzumesi geliyor aklıma. Evet, işte ben de hisli bir yürek olduğumu iddia edebilirim; ismet sıfatım yok, başımın üzerinde nübüvvet bulutu da gezdirmiyorum. Bilgiliyimdir, ama "allame-i cihan" değilim, fakat evet, hakikaten bunu söylememde beis yoktur: Yazdıklarımı gerçekten hissediyorum ve bu hisleri senle paylaştığımı bildiğim için teselli buluyorum.
Elim "adamakıllı" kalem tuttu tutalı 14 yıl olmuş. Hatırladığım kadarıyla ilk defa bir dergide şiirim yayımlandığında 14-15 yaşlarındaydım. Bu 14 yılda, zaman zaman mektuplar yazdım. En karanlık günlerde yazdım, içimi döktüm, sana sığındım, sen varsın diye pes etmeyeceğim dedim. Sen de, o mektubu aldığın için pes etmediğini söyledin, hissettirdin. Birbirimize sığındık, belki dünya gözüyle hiç görüşmeden yoldaşlık ettik. O mektuplar, yazılarımın bir kısmını derlediğim kitabın ilk sayfalarında şimdi ve ben mektup yazmaya devam ediyorum. Bu defa, alıştığın gibi "en karanlık günde meçhul bir yarının şafağına yazılan mektup" tadında değil, bambaşka bir yola girmiş bir yoldaşın olarak hasbıhal için yazıyorum.
Sana seni anlatmayacağım, "ötekiler"e hitaben de bizim neslin buhranlarını defaatle yazmıştım, tekrara lüzum yok. Biz bir kayıp neslin mensuplarıyız. Post-modern ve iğrenç bir kakofoninin içinde, nallarından çakan kıvılcımların gökyüzüne yıldız bıraktığı gök atlılarının toynak seslerine kulak kesilen tuhaf adamlarız. Duyduğumuz şarkıyı ya duyamıyor ve bize deli dercesine bakıyorlar, ya kıskanıp boğmaya çalışıyorlar. Her devrin menkubundan devraldığımız terekeye pek bir şey ekleyemedik; belki atalar ruhunun gezindiği bir meçhul çayırda itibarımız varsa da, çirkin adamların Türkiyesi'nde ikbalimiz, itibarımız pek olmadı. Kendi yuvamızdan dışlandık; Fethullahçı olmamamızın bedelini, dünkü ortakların birlikte gasp ettikleri parsayı sayılarını azaltarak, kendilerine düşen payı arttırarak yerken, bize iftira atabilmelerini hayretler içinde izleyerek ödedik. Millete derdimizi anlatacağız, milliyetçilik gelişecek, düzelecek, güzelleşecek ve milletle barışacak derken, en aşağılık seciyenin milliyetçilik diye pazarlandığını ve bizden çok rağbet gördüğünü anlayınca, akıl sağlığımızı koruyamaz olduk. Hep sükut-u hayal, hep bir hüzün, hep kaskatı bir çene ve bir çift yumruk...
Bu süreçte vicdanımı ve aklımı arabama koştum, kıyasıya kamçıladım. Türk milliyetçisi isem, en iyi ben olmalıyım dedim. Hem kimseye muhtaç olmadan ekmek kazanmak için gecemi gündüzüme katıp çalıştım, ekmek kazandım. Hem okuyup kendimi geliştirdim. Hem yazdım, milliyetçi fikre hizmet için bunu bir vazife gördüm. Kendim gibilerle bir araya geldim, örgütlenmeye, bir düşünüş, hissediş ve çalışma pratiği geliştirmeye uğraştım. Kah muvaffak oldum, kah olamadım. Ama işte, 29 yaşında bir genç olarak hayatın hiçbir alanından geri kalmadan, ÖSS'de derece yapmaktan yurt dışında ülkemi temsil etmeye, ince bir zevkle örülmüş hayat yaşamaktan örgütlü mücadeleye, -maalesef- gerekirse iki yumruğumla inandığım değerler için savaşmaktan, meslek hayatımda "milliyetçi bir adam" sıfatını hiç gizlemeden parmakla gösterilir başarılar elde etmeye; kendime biçtiğim bütün işlevleri yerine getirdim. Günde 3 saat uyudum, yıprandım, usandım, kızdım, tökezledim ama bunu bırakmadım. Zira bunu yapmayanların efelik taslamasından, bilgelik pozu kesmesinden bıkmıştım. Kendimde olmayanı beklemek de ahlaksızca olacağından, söz hakkım, şikayet hakkım olsun diye yerine getirdim. Bir de, milliyetçi temsili şahsi şerefimden daha fazla önemsiyordum; ne yaparsam yapayım, hasbelkader bir olumlu iş yapmışsam, altına imzamı Türk milliyetçiliği adına attım, gittiğim her yerde o temsile layık olmak için en iyi olmaya çalıştım.
Fakat, senin çok iyi bildiğin kimi "yöntem"leri kullanmadığım için, çoğu zaman -hak ettiğim demeyeceğim, bana düşmez- iddia ve talep ettiğim vazifeleri üstlenemedim. Oysa, belki doğuştan üstün yaratılışlı değildim ama o adanmışlık, enerji, samimiyet bende vardı. Aynı kaderi ve ruh iklimini paylaştığım binlerce kardeşimde vardı. Fakat biz, nedense kendimize yer bulamıyorduk; dûnun, esafilin neşvesi ise her zaman yükseliyordu. Seninle birlikte şikayet ettim, sitem ettim, değiştirmek için didindim. Kendimi üstün gördüğümden değil: Onları alçak gördüğümden. Hapse de atsalar, mezara da tıksalar, alçağa alçak demeyi aldığım ülkücü terbiyenin bir gereği olarak gördüğüm için.
İYİ Parti kuruldu. Süreci ve benim görüşlerimi de muhtemelen biliyorsun, onlarca yazıyla kendimce şerh düştüm, detaylandırdım. Çoğu zaman da eleştirdim, ama şahsıma bir şey beklediğimden değil, benim yaşadığımı yaşayan, kendine akacak oluk bulamayan o genç enerjinin buraya akmak istediğini bildiğimden, o heba edilmesin diye. Nihayet, bugün yapılan kurultayda Genel İdare Kurulu üyesi olarak görev aldım.
Ben İYİ Parti'de yalnızca kurucu olmak istemiştim, olmadı. Kurucu olmak isteyişim de, elim az çok kalem tuttuğu ve sivri dilim küçük de olsa bir tanınırlık sağladığından, kendimi senin temsilcin olarak görmem sebebiyledir. Kurucu olacak, sana diyecektim ki: Bizi önemsiyorlar. Biz yalnız değiliz. Kendimizi yalnız hissediyoruz ama işte bak, yazdığım bir yazı vesilesiyle birbirimizi tanıdığımız gibi, diğerlerini, daha diğerlerini de tanıyoruz. Benim zaman zaman usulsüz, erkansız, ama hep yüksek çıkan sesim -bende bir farklılık varsa budur- bizim gibileri birbiriyle tanıştırıyor. "Aa" diyor insanlar "yalnız değilmişim." Vaktiyle, "ben yalnız olamam, olmamalıyım" diyen ve kendi gibileri aramaya çıkan genç Bahadır gibi. Ben kart sesimle yüksek perdeden bağırmaya devam edecek, senin gibi kardeşlerime yönelecek şimşeği üzerime çekecek, ama sana yer açacaktım.
Kısmet bugüneymiş, kusurlarıma rağmen büyük bir sorumlulukla hem de. Beni adam yerine koyup bir kişi bile "beni temsil et" dediğinde geriliyorum, büyük bir yük hissediyorum. Şimdi hiç yüzünü görmediğim milyonlarca seçmenin bir şekilde vebali yüklendi üzerime. Bizler, ahlakımızı her devrin menkubundan, seciyemizi de bozkurtların başbuğundan aldığımızdan olsa gerek, okulumuzdaki minik terörist sempatizanlarıyla verdiğimiz kavgaları bile bir Sakarya Savaşı mesabesinde önemseriz. Ben bu işi hayli hayli önemsiyorum.
Bu yüzden seni çağırıyorum. İYİ Parti'de öyle ya da böyle bir ışık görüyorsan, eleştirilerin olsa bile, gel. Memnun değilsen daha çok gel isterim, benim bir kişilik kafam elbette birey olmayı başarmış, bambaşka pencerelerden olaylar ve kavramlara bakabilen mensuplardan müteşekkil bir "cemiyet"in kolektif kafasından daha az çalışacaktır. Memnun olmadığın şeyi birlikte düzeltelim. Düzelmiyorsa birlikte ses yükseltelim, milliyetçiliği öksüz bırakmayalım. Birlikte eksiz, tavizsiz, biatsiz, dosdoğru, saf ve namuslu Türk milliyetçiliğine dair bir örnek ortaya koyalım. Bizden sonrakilere yalnızca yenilgi öyküsü ve ağıt bırakmayalım. Bizim genç kardeşlerimiz bizim bizden öncekilere zaman sövdüğümüz gibi sövmesinler bize. Belki her şeyi çözemeyiz, ama bir hikaye yazalım be. Bir grup Türk milliyetçisi gencin, kendini yetiştirmiş, biat etse ikbal açısından ömrü boyu sıkıntı yaşamayacağı halde, sırf ahlakına ve aklına aykırıdır diye muhalif kalmayı ve bedel ödemeyi göze almış, her şeyiyle örnek, iyi niyetli, Türk seciyeli bir grup gencin sözüyle değil, fiiliyle herkesi utandırdığını görmek istiyorum. Bunu tek başıma yapamam. Zira ben o saydığım gençlerin en kötüsü, sesi yüksek çıktığı için dikkat çekeniyim. Fakat gelirsen, son umudumuz olarak bütün birikimimizi vakfettiğimiz bu yapıda sesimizin duyulması ve etkimizin olması için ben üzerime düşeni yapmaya hazırım.
Hafif bir Bahadırlık yapayım: Bozuştuysak, haksızsındır. (Buraya gülücük gelecek) Ama sen de, ben de bu memleket için kaygı duyuyor, Türk milliyetçiliğinde yarışıyorduk. Bu yarışa devam edelim. El ele verelim. Bundan böyle -maalesef- çok nazik ve efendi bir adam olacağım. Kendi adıma, beni sevmeyen, sürekli kötüleyen herkesi affediyorum. Millet adına faydalı bir fikirleri varsa ve ben aracı olabileceksem omuzlarıma basmalarından da memnun olurum.
Saçmasapan tabuları, klişe siyaseti, beylik lafları, yaltaklanmayı, küçük hesapları bir yana bırakalım. Şu hikayeyi yazalım be. Bak, ben hep konuşuyordum. Şimdi -üstelik eleştirilerimin muhatabı olmuş bir Genel Başkan- "Al, bekara karı boşamak kolay, iddianı ispatla" dedi. Bu bir kıymettir ve fırsattır. Bu fırsatı, Genel Başkan için de değil, Parti için de, benim şahsım, senin şahsın için de değil: Milletin evlatlarının FETÖ okullarında yetişmiş nev-zuhur Feritleri rol model olarak görmeye başladığı çağda, o evlatlara layık bir temsilci olma azmiyle kendini aşıp mükemmelleşebilen ağabeyler olarak, millet için yapalım. Konuşmayalım, gösterelim.
"Yürüyüşümüz alelade bir yürüyüş değildir. İşte bir asır önce, dost ve kardeş ülke Azerbaycan’ın yolbaşçısı Mehmet Emin Resulzade, 'bir kere yükselen bayrak bir daha inmez!' demişti. Bir asır sonra bu söz bizim şiarımızdır. Bayrağı düşürmeyeceğiz, onu lekelemeyeceğiz. Türkiye’yi bu karanlıktan kurtarıp, güneşin doğuşuna şahitlik ettiğimizde, Kırım’dan Bosna’ya, Urumçi’den Tebriz’e, Kerkük’ten Deliorman’a köklü ve sahipsiz bir coğrafyada çocukların gözleri ışıldayacak. O güneşin huzmelerine binmiş Vefalı Türkler gelecek, elimizin uzandığı her iklimde o Kafkaslardan esen yelde, ayrı düşmüş kardeşlerin nefesleri söyleşecek." Bu sözlere kulak ver.
İşte ben hâlâ, arkadaşlarının "Türklüğü" ve "memleket işleri"ni çok önemsiyor diye hafiften dalga geçtiği, AKP-FETÖ işbirliğinin yaydığı zehre karşı cılız kollarından bir şey gelmediği için gözleri çakmak çakmak, uğradığı haksızlık sebebiyle yurt odasına kapanmış, "Tanrı Türk'ü Korusun" diye çirkin manzumeler yazan 15 yaşındaki o Bahadır'ım. Elimi sana uzatıyorum, ıslığımda o gece kulaklarımda çalan o çocuksu şarkı: "İnan dostum, can dostum, güzel günler gelecek..."
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar