Do, re, mi, fa, sol, la, si... Notaları bilirsiniz. Serdar Ortaç üstadımızın dediği gibi, yedi tane vardır; bu yedi işaret ile harikalar yaratırız. Nota isimlerinin nereden geldiğini hiç düşündünüz mü?
8. yüzyılda Benedikten bir keşiş olan Paul, Aziz Yahya ilahisi yazmıştı. Sözleri şöyleydi:
Ut queant laxis
Resonare fibris,
Mira gestorum
Famuli tuorum,
Solve polluti
Labii reatum,
Sancte Iohannes.
Vaftizci Aziz Yahya'ya kısa bir övgü olan bu ilahide, her mısraın ilk hecesi, bestede bir notaya karşılık geliyordu. Bu notalara, oldukça yaygın ve güzel bir parça olan bu ilahide karşılık geldikleri hecelerin adı verildi: Ut, daha sonra "do"ya dönüştü. Si de, Sancta Ioannnes yani "Aziz Yahya"'nın ilk harflerinden oluşuyor.
Hıristiyanlık mirasından birçok "kalıntı", seküler kurumlar, olgu ve motiflere miras kalmış durumda. Oysa İslam'dan "islami terörizm" dışında modern çağa pek bir şey kalmıyor gibi duruyor. Vaktiyle "İslam Neden Yok Olacak" diye bir yazı yazmıştım, gayet müslümanlar adına kaygı duyan ve çıkış yolları arayan bir yazı olmasına rağmen gerizekalı bir kısım müslümanların küfürlerini e-posta kutuma düşürmelerine sebep olmuştu. (Seviyeli ve aklıbaşında eleştirilere lafım yok.) Bu defa biraz daha açayım dedim, hıristiyanlık niye böyle, islam niye böyle? Hem "Ikea Neden İsveç'te, Tayyip Neden Bizde?" başlıklı yazım çok tuttu, formatın devamı olsun bu da.
***
"Çarmıhından sana bir put çıkaran İsâ kim?
Faruk Nafiz Çamlıbel
Beşinci sınıf bir Hollywood filminde, şöyle bir replik vardı:
"İsa? Marangoz. Sanılanın aksine, kısa saç seviyor."
Yaşadı mı, yaşamadı mı; yaşadıysa nasıl yaşadı bilinmez. Ama o marangozun, hristiyanlığın ilk yıllarında aldığı konum hep ilgimi çekmiştir. Dinler tarihine ilgiliyim ya biraz; hakkında az çok bilgi sahibi olduklarım arasında, şu hıristiyanlık çok ilgimi çekiyor. Tarihsel süreçte kurumsallaşıp aldığı hal değil(buna geleceğiz) doğuşundaki hali... Uzun uzun yazmak isterdim ama sanırım yazamam; ancak söylemeliyim ki, bir ağıdın muvaffakiyeti olarak görüyorum Nasıralı İsa'nın "tanrının oğlu" haline gelişini. Bir fikri olan bir adam; belki meczup, belki bilinçli. Ve bu fikri yayıyor. Zulme uğruyor. Şikayet etmiyor. Ve ölüyor. arkasından yakılan ağıt, öyle bir etki kazanıyor ki, dünya tarihini değiştiriyor. İçi boşalıyor, biçim de değiştiriyor, belki Nasıralı İsa'dan sadece isim yadigar kalıyor ama, sonuç? O zulme uğrayan marangoz, Roma'nın en yüksek tepesine kuruluyor...
Yahudilerin kralı diye dalga geçmişlerdi onunla... Roma'nın kralı oldu. Mazlumun (hakikatte mazlum değildir belki, daha önce dediğim gibi, bilemeyiz. Ama bize kalanlar, bir zulme uğrama motifinin kesin olduğunu gösteriyor, halkın algısına böyle yerleşiyor.) intikamı bu... Ki, Sami dinler tarihi hep böyle değil midir? Zulmedilen Yusuf: Mısır'ın önemli adamı Yusuf. Bebekleri öldüren firavun: kurtulan bir bebek tarafından tahtından edilen firavun.
***
Sezar'ın Hakkı Sezar'a
Yüzyıllardır Fenikeliler, Hititler, Mısırlılar, vs. gibi güçlü krallıklar tarafından yönetilmiş ve daha önemlisi yerleşik hayatın, dolayısıyla ticaretin ve bugün anladığımız şekliyle otorite kavramının anavatanı olmuş bir coğrafyadan çıkan din, ancak bu söylemle çıkardı. Ve bu din, yerleşik hayatın en eski mayasıyla yoğrulmuş hamurun kalıba döküldüğü Akdeniz coğrafyasına ancak bu şekilde yayılabilirdi.
Ki, aslında otoriteyle bu barışık tavır, Hıristiyanlığın batı toplumunun kurtarıcısı ya da emanetçisi olmasını sağlayan şeydir; mayalandığı andan itibaren otoriteyi devirmek değil, onunla uzlaşarak ele geçirmek amacını güden din, bir süre sonra otoriteyi ele geçirmiş, ve maddi teşekkülleriyle otorite (imparatorluk) ortadan kalktıktan sonra, en azından asgari olarak, düzenin muhafaza edilmesini sağlamıştı. Roma'nın "imperial cult"ü, yani imparatorun bugünün insanının idrak edemeyeceği ölçüde imparatorluğu ayakta tutan, tebaanın bilinçaltına işleyen tanrısal"karizma"sı, Papa'nın şahsında ihdas olunmuş ve batı medeniyetinin mayasına müspet ve menfi etkilerini en az bir imparatorluk gücüyle zerk etmişti.
Bir yerleşimden diğer yerleşime seyahat edenler, tapınak şövalyelerine biraz kesinti ödüyor, paralarını teslim ediyor, aldıkları kağıtla seyahat ediyorlar, gittikleri yerleşimdeki tapınakçı ofisinde kağıdı teslim edip paralarını alıyorlardı. Ya da, derebeyleri arasındaki amansız savaşlardan ancak manastıra sığınmakla kurtulabiliyordu insanlar çoğu zaman. Bu iki örnek, hristiyanlığın, "Sezar'ın hakkı Sezar'a" sözünün sosyolojik açıdan ne manaya geldiğine dair kafa yorarken, ele alınması gereken örneklerdendir. Bir marangozun "idea"laştırılması ile ortaya atılan din, otoriteyi soylu ve tüccar kadınlarının desteğiyle kurulmuş ecclessia (çalışma grubu, kilise kelimesinin kökeni)lar ile etkilemek, ele geçirmek, ardından neticeye ulaşıp, otorite haline gelmek. Başka dinamiklerin hakim olduğu İslam coğrafyasında ise dinin otorite haline gelmesi başka şekillerle, daha başkaldırıcı ve sert yöntemlerle olmuştur. Hristiyanlık tam bir tüccar mantığıyla işlerken, islam, ilk destekçileri tüccarlar olmasına rağmen, önce tüccarları ve aristokratları ortadan kaldırmış, sonra kendi burjuvazisi ve aristokrasini yaratmıştı; Arap coğrafyasında bu yöntem kolaylıkla uygulanabilirdi, zira.
Sezar'ın hakkı Sezar'a meselesi basit; İncil'de özetle der ki, "Ferisilerden bir grup Yahudi, planladıkları isyana dahil olsun diye kışkırtmak amacıyla gelip Mesih'e 'vergi toplayıcıları geliyor, onlara tavrımız nice olsun?' diye sordular. Fakat Mesih onların niyetini biliyordu, 'paranın üzerinde kimin resmi var' diye sordu. 'Sezar'ın' dediler. 'Öyleyse Sezar'ın hakkı Sezar'a' dedi." Burada İsa'nın kıvrak zekasıyla Roma otoritesini karşısına almama, ama Yahudileri de büsbütün küstürmeme diplomasisi anlatılıyor. Sezar, kayzer yani Roma imparatoru demek.
Araya bir fıkra koyalım. Rabbi (Haham), Papaz dostuna sorar: "Sizin kilisede terfi işleri falan var mıdır?" Papaz, "evet, piskopos olabilirim mesela" diye cevaplar. Haham devam eder "ondan sonrası var mı?". Papaz "belki, sonra Kardinal olurum." der. Haham "peki ondan sonra?" deyince, Papaz "çok küçük bir ihtimal, Papa olabilirim" cevabını verir. Haham "peki ya ondan sonra" deyince, Papaz dayanamaz ve "Daha ne olsun be adam, tanrı mı olayım?" der, Haham da durur mu, yapıştırır cevabı: Bizim oğlanlardan biri oldu ama?
Hıristiyanlık, insanlara "Sezar'ın hakkı Sezar'a", "sağ yanağına vurana solunu çevir" derken onları uyuşturmuş, arkaplanda ise, kendisi Sezar haline gelmiş, tokat yiyen yanağın üzerine kurulduğunu iddia eden bir dinken, tokat vuran el olmuştur. Ve takip ettiği yöntem gösteriyor ki, İslam'dan kat kat başarılıdır; laik akımın, kiliseye başkaldırının anavatanlarından İngiltere Parlementosu'ndaki psikoposlar, yüksek ateist nüfusa sahip İskandinav ülkelerinin bayraklarındaki haç, her ülkede bir elçiliği bulunan Hıristiyan devleti Holy See (Vatikan diye biliyorsunuz), din açısından sorgulanmaya ve reddedilmeye devam etse de, kültürel ve duygusal olarak bireylerin neredeyse bütün hücrelerine nüfuz etmiş (bir düşünün, hristiyan öğeleriyle filmler çekiliyor ve hepimiz, en koyu hristiyan da, en koyu müslüman da, ateist de, beğenerek izleyebiliyoruz. Hatta hristiyan propagandası yapar gibi görünen filmi çeken, yazan ateist olabiliyor. Nüfuzdan kastım budur. Aynı kültürel konuma İslam ulaşabildi mi? Belki aradaki 600 yıl kapandığında islam da o konuma gelecek, belki sadece zaman meselesi, bilemiyorum) bir "kaynak" olmak, bütün bunlar hristiyanlığın başarısının göstergeleridir. Kanımca, İslam kendisinden öncekini ve kendisinden başkasını reddediyor ancak kaçınılmaz olarak onlardan izler taşıyor ve etkileniyor, bu İslam'ı açmazlara ve çıkmazlara sürüklüyor. Oysa hristiyanlık, her zaman uzlaşmacı, tavizci ve içten pazarlıklı; İsa'nın Christmas'ta doğmadığı bilinmesine rağmen eski geleneklerle uzlaşmak adına bir bayram haline getirdiği Christmas'ın bugün Çin'de ya da Afrika'da bile kutlanıyor olması bunun bir kanıtıdır. Sanırım Aytunç Altındal'ın bir kitabından alıntı; papalık konsülünün felsefesi: "eski sorunlar için yeni çözümler sun, yeni sorunlar için eski çözümleri ara".
Diyebiliriz ki, Machiavelli halt etmiş, hıristiyanlık tarihi yükselen bir politikacı olmak için okumanız gereken ilk şeydir. İslam ise, fizik olarak çoğu zaman hıristiyanlığın ulaşabildiği güçten daha fazlasına ulaşmış olsa da (zira ilk Arap devleti aynı zamanda İslam Devleti'dir. Yani, İslam devlet kuran bir dindir, otorite boşluğunu dolduran dindir.) asla hristiyanlığın etki değerine ulaşamadı.
Herhalde, göçebe, dolayısıyla dizgine gelmez ve devingen bir hayat görüşüne sahip Türkler, yayılmacı zamanlarındaki "dünyaya karşı dik ve tavizsiz" duruşuyla İslam'ı çok uygun gördüler; bu yüzden bu kadar etkin bir şekilde bu dini benimsediler. Zira, hele ki İznik konsülü ardından bir çok hıristiyan anlayışın "şehirli" dünya tarafından sapkın kabul edilmesiyle bu anlayışlar en çok Asya'da tutunabilmişlerdi, dolayısıyla Türkler İslam'dan çok önce hıristiyanlıkla tanıştılar. Ancak hiç bir dine İslam kadar koyu ve toplu bir biçimde bağlanmamışlardı. Tabii, ardından gelen süreç, İslam'ın otoritesini kurabildiği coğrafyada kurup, artık otoritesini koruma derdine düştüğü çağ, Türkler'in de, kendilerini bu dine eklemledikleri için, başının belası oldu.
Hıristiyanlığın bu başarısını biraz daha açmak için "domuz" bahsine değinelim. Ömer Seyfettin'in meşhur öyküsüdür; Türkleri sürmek isteyen Bulgar komitacılar bunu silah zoruyla başaramazlar. Birinin aklına gelir: Köye bir domuz sürüsü salarlar. Türkler, "buranın toprağı cenabet oldu" diyerek köyü terk ederler. Peki Hıristiyanlık'ta durum nedir?
Efendim, Sami dinlerin hepsinde, Hıristiyanlık da dahil, domuz eti yasaktır ya da en azından yasaktı. Hıristiyanlıkta sevgili Peter, Romalıları vs. hıristiyan yapabilmek için onlara yazdığı mektupta "Yok ya, Cisıs kuralları değiştirdi, sorun yok, yiyoruz bütün yiyecekler temiz kabul ediliyor artık" diyerek domuz tabusunu kaldırmıştır. Yine Yeni Ahit'te bir bölümde, Tanrının Peter'in rüyasına girerek "artık domuz yiyebilirsiniz hacı" dediği yazılıdır, şimdi ben buradan kısım bölüm adı vererek kimseyi rencide etmek istemiyorum, arayan bulur. Bu durum, Peter'in de bir peygamber gibi davrandığını gösterir. Gerçi Cisıs "ben kuralları değiştirmeyeceğim" demiş İncil yazarlarından bir kaçına göre; Eski Ahit'te (ahd-i atik, ahd-i cedit: Tevrat ve İncil diyoruz biz.) kesinlikle domuz yasak ve Yeni Ahit'te İsa ağzından kaydedilen sözlerde domuz yasağının kaldırıldığı bir yer yok, en azından ben görmedim.
Bu tabunun islam ve yahudilikte korunup hıristiyanlıkta korunmamasının sebepleri bellidir. Diğer iki dinin hitap ettiği kitlede, çeşitli sebeplerden domuz tabusu mevcut. (Anadolu'da, Afrika'da, Ortadoğu'da ve Orta Asya'da domuz yememek adetinin olduğu toplumlar çoktur. Sebepleri çeşitlidir, kimisi domuz eskiden kutsaldı o yüzden tabu haline geldi der, kimi toplumlar için yerel mitlerde bir tanrı yaban domuzu tarafından öldürüldüğü için tabudur, kimi toplumlar teoriye göre belli parazitlerden kaçınmak için domuzu tabulaştırmışlardır) ancak Hıristiyanlığın yayılmaya çalıştığı coğrafyada domuz bolca yeniyor. O yüzden, Türkleri ve Farsları müslüman yapabilmek için Türk ve İran paganlığından motifleri kendisine dahil eden İslam gibi, Hıristiyanlık da bir manevra yapıyor; gerçi Hıristiyanlık daha tavizci bir manevra yapıyor.
***
Sadede Gelirsek
Kimi avantajlar, dezavantaja dönüşebilir. Güçlü bir Osmanlı, yeni üretim teknikleri ve ticaret yolları aramaz. Ama el kadar Hollanda aramak zorundadır. Bu yüzden bugün Hollanda Türkiye'den kat be kat yaşanılası bir yerdir.
İslam da, doğduğu zaman bir otorite boşluğunun içine doğdu; kuralları kendi koydu. Bu sertlik, kurumuşluğa meyletti: Bugün gerizekalı sakallıların gülünç iddiaları, arkalarına İslam'ın müminlerin kalbindeki yerinin hassasiyetini aldıkları için hala yayılma fırsatı bulabiliyor. Bu bir toplumun hayatta kalma mücadelesine büyük bir tehdittir, ayrıntısı İslam Neden Yok Olacak yazımda var. Bu sertlik ve katılık, kırılganlığa yol açıyor; çağa uyum sağlamak diye bir şey yok. Çağa ancak, İslam'la savaşarak uyum sağlayabiliyor müslümanlar.
Hıristiyanlığın ise bir otoritenin "içine" yayılma çabası, avantajı oldu. Bir diğer boyut da şu: Thomas Aquinas, Summa Contra Gentiles ve diğer eserlerinde bir "iki gerçeklik" kavramı ortaya attı: Dini bilgi ve gerçeklik, dünyevi (seküler) bilgi ve gerçeklik. Bunlar iki ayrı boyuttur, kesişmeyen paralel düzlemlerdir dedi ve hiç değilse bir dereceye kadar, bir bilim adamının inanmış bir hıristiyan olabilmesinin temellerini attı. Bizde ise maalesef yazıda değindiğim gibi Gazalicilik ya da ona rakip çıkan, ondan da beter mistikçilik oynayan (evcilik gibi) tasavvufi akımlar var. Elbette, böyle bir dünyada Hıristiyan camiası (Pek Allahsız Bir Türk-İslam Savunması yazımda değindiğim üzre, ateist ya da dinden uzak bireyler de kültürel olarak bu camiaya dahildir.) İslam camiasından güçlü, muteber ve güzel olacaktır.
Kurtuluşun yolu? Türklüğe sarılmak. Zira "geleneksel tereke"mizde, "seküler" tek birikim milli irfanımızdır. O "irfan"ı, ilim ile yeniden okur ve ilmin ne demek olduğunu (bilimsel yöntemi, yani. Bilimsel yöntemi benimsemek eşittir bütün tarikat ve benzer kurumlara düşman olmayı bir namus borcu haline getirmek demektir. ) iyi öğrenirsek, bu zincirleri kırma ve mümkün olursa İslam alemine bir rahmet olma ihtimalimiz var. Zira ancak Türklerin görece seküler ve müspet tecrübeleri, büyürse çınara dönüşebilecek filizleri var Neyzen Tevfik'in "tam üç yüz sene biçareye müslim dendi" diyerek tarif ettiği biçareler coğrafyasında. Burada keseyim.
Eğer insanları bir sürü olarak görürsek; İslam'ın sürüye davranışı çoban gibidir, Yahudiliğinki çoban köpeği gibi, Hristiyanlığınki ise, sürü sahibi gibi.
Ben mi? Ben "Bir Türkmen'e diz çöktüren her tanrıya iblisim".
***
Trivia
Buraya sevdiğim Hıristiyan İlahilerini koyayım.
Walter von der Vogelweide'a ait, çok eski bir propaganda ilahisi, Palästinalied. En sevdiğim yorumu bir oyun için hazırlananı, şu versiyon da metal yorumu.
Davud'un ilahilerinden, yani Mezmurlardan (Zebur) en sevdiğim: Sicut cervus desiderat ad fontes aquarum, ita desiderat anima mea ad te, Deus.
Bu otantik değil, bozuk bir Latinceyle günümüzde yazılmış ama oldukça çekici, insanın tapınakçı olası geliyor.
Agni Parthene, tüm zamanların en iyi ilahisi olabilir. Ortodoks.
Yüzlerce yıl önce yaşamış kadın dahi, rahibe Hildegard von Bingen'in O Euchari ilahisine Garmarna yorumu.
İber yarımadasının özgün Cantiga'larından, Meryem Ana'ya adanmış bir ilahi, A Virgen Mui Groriosa , şu da farklı bir yorum.
Bir de Viking mimarisinin muhteşem ahşap kiliselerinden koyayım:
Şimdilik bu kadar. Sivriliğime sabredeni ayrı, sivriliğimi beğenen okuru apayrı seviyorum. Sevgiler.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar (1)