Bizim islamcıların anlamadığı bir şey var: Siyasette islam meselesi teolojik değil, ontolojiktir. Bunu ilk olarak Pek Allahsız Bir Türk-İslam Savunması yazımda dile getirmiştim, geçenlerde İslam Zirvesi'ne dair bir radyo programında da altını çizdim. Biraz açmam gerektiğini hissettim.
Hep söylediğim bir şey var: Sınıf ya da ümmet, var olduğu iddia edilen bir takım konseptlerdir, sair özellikleriyle düşünürler tarafından tanımlanmışlar ve sunulmuşlar. Fakat gerçekten var oldukları anlamına gelmez: İşçi sınıfı var mıdır sorusu bir yana, Marx'ın tarif ettiği gibi midir sorusu çok önemlidir. Ümmet de böyle; müslümanlar var evet, fakat tarif edilen ümmet konseptine uygun düşüyor mu, hiç sanmıyorum. Ancak millet böyle değil: Tanımlarımızdan bağımsız şekilde, ki millet konsepti de doğası gereği her coğrafya ve vaka için apayrı tanımlanabilir, millet vardır ve ortadadır. Spekülasyonun değil, bilimin konusudur, laboratuvarda incelenebilir, yeniden üretilebilir, tesis edilebilir. Ben bu sebepten, bir "İslam Dünyası" yahut bir "İslam ümmeti" olduğuna inanmıyorum, ancak ortada "müslümanlar" var.
Araya bir paragraf eklemeliyim: Ben milliyetçiliğin de çok "ulvi" şeylere odaklanmasını menfi buluyorum. Milliyetçilik basitçe bir millet için kaygı duymak, onun iyi olmasını arzulamak ve bu amaca yönelik mücadele etmektir: Milliyetçilik bir yeryüzü cenneti vaad etmez, realisttir, sorunların ve "kötülüğün" tamamıyle kaldırılamayacağını bilir ancak milleti için sorunları en etkili, çabuk ve kalıcı çözen mekanizmaları yaratmayı arzular. Bu bakımdan milliyetçilik en çok kadın hakları, vatandaş-devlet ilişkisi, sekülarizm, vergi düzenlemeleri gibi konularla alakalı olmalıdır.
İslamcılığın en önemli çıkmazlarından biri de bu: Müslümanla değil, islamla alakadar olmak. Herhalde -görece- böyle olmayan ve geniş kitlelere ulaşmış tek islami düşünce damarı Hanefi-Maturidi anlayıştır ki, belki islamın Kurani akaidine ters düşen biçimde siyaset ve diyanetin ayrılmasını savunur. Türklerin bu mantıkta olması gayet beklendiktir: Dinler sosyolojiden doğar ve sosyolojisi ile dini uyuşmayan Türkler, ancak böyle uyum sağlayabilmişler, Roux'nun da tarif ettiği gibi "benim göğnüm güzel" formundaki evrensel Türk mottosu ile islami düşünce tarzının eksik ve muzır taraflarını mümkün olduğunca budamışlardır.
Ortada "müslüman olan kitleler" var ise, her ne kadar bir İslam dünyasının var olduğuna inanmasam da, "bu müslümanlara ne olacak / ne yapmalı?" minvalindeki kaygılar müspettir ve faydalı olabilir. Ancak mevcut "islami" akımlarda böyle bir kaygı yok, teolojik kaygı var. Ontolojik, yani varoluşsal; etten kemikten, duygudan, fikirden, kandan ve gözyaşından ibaret insanı merkezine alan bir islamcı kaygı yok. Hıristiyan Avrupa rönesansında, mabed mimarisinin en belirgin özelliği, merkeze insanı alan bir anlayışa geçilmesiydi; islamda henüz böyle bir açılım görünmüyor ufukta.
Türkiye özelinde bu tarz bir "islami düşünüş ekolü"nün olmayışı, bir bilinçaltı çelişkisine yol açıyor ki, beş para etmez islamcıların iktidara gelmesinin nedeni budur. Bir psikanaliz denemesi olarak, islamcı partilere oy veren seçmenin bilinçaltını şöyle okuyorum: Türk devriminin, Atatürk'ün vizyonerliğinde yarattığı ülke mükemmel değilse de, oldukça güzel ve daha iyiye, güzele giden tıkalı yolları açmış, potansiyel arz eden bir görünüme sahiptir. Ancak vizyonerliğin en büyük eksikliği, halka ve kılcallara girebilen bir anlatı tutturamamış olmasıydı ki, ben Atatürk'ten sonra Fevzi Paşa'nın gelmeyişine hala üzülürüm, gelseydi bu sorunu büyük oranda giderebilirdi. Tepkisel konum alan halkın "islami hassasiyetleri yüksek olanları", her zaman bir çelişki ve vicdani yük ile başbaşa kalmışlardı. Devrimin yarattığı Türkiye'nin ekmeğini yiyor, müslümanların diğer ülkelerde asla sahip olmadıkları ve çoğu zaman içten içe özledikleri üst-yapısal avantajlardan faydalanıyorlar. Ancak onlara sürekli pompalanan "islami düşünüş", ülkenin görünümü ile bir çelişki içerisinde. Vicdanlarını ancak islamcı partilere oy vererek rahatlatıyorlar: İçki içen müslümanın Ramazan'da içmemesi yahut beş vakit namaz farzını yerine getiremeyenin Cuma'ya gitmesi gibi. Bu iki yüzlülük Türkiye'de "islamcı"nın tipik özelliğidir. İslamcı partiler, "özgün, güzel ve müspet" bir islami düşünüşten mahrum bırakılmış müslümanların vicdan rahatlatma ve mastürbasyon araçlarıdır.
Bu esasen "sekülarizm" eksikliği olarak da okunabilir ancak bu konuya girmeyeyim. Şu halde, Türkiye'de "cemaat sorunu"nun birçok boyutunun yanında bir düşünsel&anlayışsal arkaplanı da var. Eşkiyalar yahut kabadayılar gibi cemaatler de elbette yapısal sorunlardan beslenerek doğuyorlar ve sosyolojik olarak beslendikleri bir gerçeklik olmamasına rağmen sosyolojiyi etkiliyorlar. Özel olarak Nur Cemaati denen terörist yapılanmayı palazlandıran ise, Türklerin vaktiyle keşfettiği (Alevi semahlarında yahut Maturidi-Hanefi anlayışta tezahür eden) daha makul, yaşama daha az müdahil ve daha seküler görünen anlayışı temsil ediyor görünmesidir. Nur Cemaati özünde böyle değildir ama usulü böyledir, ki Taner Kışlalı'nın son yazılarından biri buna dikkat çekiyordu.
Bu durumda, bu eksikliği dolduran bir Türk milliyetçisi anlayış gereklidir: Müslümanı odağına alan, "yahu şu müslüman artık ezilmesin" diyen. Yoksa, müslümanların en rahat yaşayabildiği ülkeler Finlandiya, İsveç vs. olmaya devam edecek.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar