"Hukukumuz komşu devletlerin yasalarını kopyalamıyor; aksine bizler mukallit olmanın ötesinde taklitçilere yol gösteren bir örnek teşkil ediyoruz. Yönetim anlayışımız çoğu azın üzerinde tutuyor, bu yüzden adına demokrasi deniyor. Yasalarımız kişisel farklılıklarından bağımsız bir şekilde herkese eşit muamele yapan bir adalet öngörüyor; eğer kamuoyundaki itibarı, cemiyet yaşantısındaki ilerleyişi makama gelmesine engel değilse, sınıf kökenini liyakati değerlendirirken hesaba katmıyoruz; ve fakirlik de kimsenin yolunu kesmiyor, eğer vatandaş devlete hizmet etmeye kabiliyetli ise, içinde bulunduğu şartların elverişsizliği ona engel olmuyor. Yönetim sistemimizde faydalandığımız hürriyet gündelik hayatımıza da yansıyor. Gündelik yaşantımızda birbirimizi gözetleyip jurnallemek şöyle dursun, komşumuzun keyfine göre hareket etmesine sinirlenmiyoruz bile, yahut bir zarar vermese de kesinlikle rahatsız edecek olan suçlayıcı bakışlarla bakmıyoruz. Fakat şahsi ilişkilerimizdeki bütün bu serbestiyet ve rahatlık bizi kanunsuz vatandaşlar yapmıyor. Bu tehlikeye karşı temel koruyucumuz yargıçlara ve yasalara uyma öğretisidir, özellikle mazlumun korunmasına dair; yazılı tüzükata geçmiş olsun ya da uymadığınız zaman toplum tarafından ayıplanacağınız sözlü kurallar olsun."
Pericles'in meşhur nutku, Spartalılar diye bildiğimiz Lacedaemonialılara karşı savaşan Atinalıların büyük bir savaştan sonra düzenledikleri görkemli cenaze töreninde okunmuştu. Faşizan bir sisteme sahip ancak askeri açıdan oldukça güçlü Spartalılara karşı savaşan Atinalılar bugünkü tabirle "gevşek" bir manzara arz ediyorlardı. Pericles demokrasinin totaliter rejimler karşısında hep yaşadığı sıkıntıları yaşıyor, ancak prensiplerinden ödün vermeden insanları savaşmaya devam etmek için sevk etmeye çalışıyordu. Uzun bir nutukla tek tek Atinalıların neden şanslı olduklarını anlattı. Spartalıların çocukluktan itibaren sıkıntıyla, zorlukla yetiştiğini ve zorla savaştığını, ancak Atinalıların saydığı güzellikleri korumak için, şanslı ve şerefli insanlar olarak öldüklerini söyledi. Kırbaçla değil, ikna edilerek ölüme yollanması ve cemiyetin elindekileri, cemiyet mensuplarından bir kısmını feda ederek koruması gereken Atinalılara böyle hitap etti.
Benzer bir durumla dünya 2. Cihan Harbi'nde karşılaşmıştı. Büyük bir savaş geçirmiş dünyanın yaraları henüz sarılmamıştı; Fransa'da bir nesil resmen kaybedilmiş, evlerine dönenler kolsuz ve bacaksız dönmüşler, savaş karşıtlığı oldukça yükselmişti. Daha savaşın başlarında Fransız pasifistler "Neden Danzig için ölelim?" diye pankartlar taşıyarak eylem yapıyorlardı. Tabii bu eylemlerin çoğunun Alman istihbaratı tarafından finanse edildiği de sonraları ortaya çıkacaktı. Büyük kriz durumlarında demokrasi en büyük sınavını veriyor: Türkiye'deki gibi bir popülist siyasetçinin halkı kamplaştırarak, aptallaştırarak iktidarını sürekli onaylatması ve meşru ilan itmesi durumu da; uzun vadeli ve stratejik düşünenlerin, kısa vadeli ve bireysel düşünen kitleleri zorluk ve hatta ölüm tehlikesi içeren hamlelere ikna etme süreci de her zaman demokrasinin iyi yahut kötü niyetle sorgulanmasına yol açıyor. En sağlam sorgulayanlardan biri, savaş karşıtı iç siyaset nedeniyle Hitler'e taviz üstüne taviz veren ve sadece Çekoslovakya'nın çağırılmadığı bir konferansta bütün bir Bohemya'yı Hitler'e peşkeş çeken İngiliz-Fransız delegasyonuna "Eğer ülkemi dünya barışına feda ettiyseniz sorun yok. Ama bir diktatörün hırsına kurban verdiyseniz tarih sizi affetmeyecektir." diyerek sitem eden Edvard Beneş olmuştu.
İdeolojilerin ekseriyeti insanlara bir "yeryüzü cenneti" vaat eder. Asla ulaşılmasa bile, ideologlar ve propagandacılar suçu ideolojinin kendisinde değil, dış düşmanlarda, başka başka faktörlerde bulmaya meyillidir. Demokrasinin (ve konuyla alakası yoksa da, kapitalizmin) bu konuda bir reçetesi ve iddiası yoktur. O yüzden toptancı ideolojilerle karşılaştığında kitleleri ikna ve sürükleme konusunda zayıftır. Üstelik, demokrasinin kendisi değil, araçları (seçim, referandum vs) sürekli olarak demokrasi aleyhine kullanılır. Bu öyle bir raddeye ulaşır ki, Türkiye'de olduğu gibi popülist diktatöryaya karşı olanlar demokrasi karşıtı argümanlar geliştirirler. Herhalde diktatörlerin demokrasiye en büyük zararı budur: Yaptıklarını her zaman demokratik söylemlerle süsleyerek, demokrasi adına yaparlar ve bu güzelim fikri kendilerine mâl ederek, muhaliflerinin de demokrasi düşmanı, dolayısıyla kusurlu olmasına yol açarlar.
Tarihin bir kesitine baktığınızda, sözgelimi tek adam rejiminin olduğu, yahut monarşist çağda kalmış bir dönemi oldukça güzel, faydalı ve kusursuz bulmak mümkün. Monarşinin en iyi günü ile, bir diktatör eliyle kirletilmiş, içi boşaltılmış bir demokrasinin en kötü gününü karşılaştırınca, "aa monarşi ne de güzel bir şeymiş" demek gayet beklendik bir sonuç. Ancak monarşilerin o görkemli günlerini asla muhafaza edememesinin bir nedeni var; bütün kısır, dar çevreleri ayrıcalıklı kılan rejimlerin uğradığı bir akıbet: Doğal seleksiyon. Yönetme erk ve hakkını babasından devralan bir adamın iyi bir yönetici olma ihtimali vardır, ancak seçimin yapılacağı evreni bu kadar dar ve çeşitliliği sınırlı bir çerçeveye hapsetmek o toplumun intihar etmesidir. Toplumun bütün potansiyel ve değerlerini mümkün olan en yüksek verimle kullanabilmek için bir yol aramak yerine, bir adamın soyundan gelecekler arasından en iyisini tercih etmeye çalışmanın sistem açısından ne kadar sıkıntılı olduğu aşikar. Üstelik, iyi monarkların olduğu çağlarda eldeki yetenekleri sınıf, din, dil, ırk gözetmeksizin en iyi şekilde kullanmayı öğrenmiş adamların karşımıza çıktığını görürüz: Cengiz yahut Macaristan'dan top ustası getirten Fatih bu sınıftan adamlardır.
Aristokrasi yahut oligarşi de böyle, sadece çerçeveyi biraz daha genişletiyor. Üstelik bu sınıflar, merkezi bir monarktan daha tehlikeliler. Zira bu tür geç dönem monarklar (Osmanlı'daki gibi) ekseriyetle geniş ve alt tabakadan gelenlere bir nebze olsun yükselme imkanı sağlayan becerikli, görevini çocuğuna devredemeyecek bir bürokrasi sınıfına dayanmak ve işleri onlara hallettirmek zorundadırlar. (Osmanlı zaman zaman bunu uyguladıkça gelişmiş, uzaklaştıkça zayıflamıştır.) Fakat yeterince kalabalık bir dar kadro için bir süre sonra bütün varlık görevi ve çabası imtiyazlarını devam ettirmek olacaktır. Basitçe insanın yaşam standardını sınırları içerisindeki imkanlarla olabilecek en üst seviyeye taşımak gibi bir anlam ve görev yüklediğimiz (ya da yüklenmiş olması gereken) devletin yönetiminin böyle bir sınıfa terk edilmesi nasıl büyük bir tehlikedir, görmek bayağı kolay. (İyi, güzel yahut yetenekli tarihi figürlerin ekseriyetle bu sınıflardan çıktığını iddia ederek gelebilecek karşı tez, bilimsel açıdan sıkıntılıdır. Zira sadece bu sınıftan insanlara fırsat veren sistemlerin arada bir yarattığı iyi adamların bu sınıftan olmasından başka bir ihtimal yoktur.)
Bugün demokratik bir monarşi (devlet başkanı görevinin törensel ve saltanat usulü devam ettiği, ancak yönetim, yasama ve yargının demokratik olduğu) olan İngiltere, tarihi boyunca demokrasiye yaklaştığında ilerlemiş, bundan uzaklaştığında gerilemiştir. Çok uzağa gitmeye gerek yok: Boer savaşında, dönemin anlayışı "komutanlar soylu olmalıdır" şiarıyla şekillendiği için, soylu ve sağlam bağlantılara sahip olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan komutanlar yüzünden çok İngiliz'in kanı akmış, canı yok yere heba olmuştur.
Tabii demokrasi karşıtlarının psikolojisi de anti-demokrat söylemlerin oluşmasında önemli bir amil. Bu insanlar ekseriyetle kendilerini kral yahut ayrıcalıklı sınıfın bir parçası olarak hayal ederek, o koltuğa oturarak konuşuyorlar. Halbuki arzu ettikleri militarist, oligarşik, aristokratik yahut monarşik yapı olsa, ağızlarının ortasına yedikleri kürekle gösterişsiz sandalyelerine yığılıp kalacaklar. Osmanlı sisteminde at uşağı bile olamayacak tiplerin Osmanlıcı olmalarını akıllarınıza getiriniz.
Demokrasi, en iyiyi seçeceğini vaat etmiyor, sair yazılarımda defaatle dile getirdiğim gibi, kötü tercihi gönderebilme ihtimal ve ortamını vaat ediyor. Ve düzgün işlemesi için belirli yapılar lazım (cumhuriyetler ve demokrasilerin yaygın eğitim ve zorunlu askerlikle oldukça paralel bir hikayesi vardır), söz gelimi sabık demokrasilerin oy kullanma şartı olarak mülk sahibi olmak ya da okur-yazar olmayı öne sürmesi tesadüf değildir. Düzgün işleyen bir serbest piyasa ekonomisi, mülk edinme hakkı, bağımsız yargı, sivil örgütlenme ve yaygın eğitim demokrasinin şartlarıdır. Demokratik bir ortamda oligarşi taraftarı olup saçmapasan konuşma hakkınız var, ancak Türkiye'de benim etkin olduğum bir oligarşi olsaydı hepinizi asardım. Şu halde demokrasi karşıtı olup başka bir rejimi ancak "başında ben olursam/benim adamlarım olursa" şerhiyle savunmanız mantıklı ve tutarlıdır; bu da ahlaklı değildir.
Demokrasi, sistemin olası ve muzır sonuçlar doğurma ihtimalini arttıran kısıtlamalarını ortadan kaldırarak, sonucu değil sistemi tesis ediyor. Seçim yapacağımız havuzu ve seçenlerin ikna etmesi gereken odakları arttırarak ayrıcalıklı sınıfların oluşup diğer sınıfların topyekün köleleşmesini engelliyor. Elbette demokrasiler kusurlu; örneğin Türkiye gibi yüksek bağlamlı ve kolektif kültürün hakim olduğu ülkelerde bireyin iradesi ve iradelerin benzeşmesinin yarattığı dayanışma merkezli sivil toplum örgütlenmeleri yerini cemaat-etnisite-hemşeri odaklaşmasına bırakıyor. Yahut Amerika gibi liberalizme sosyal açılım getirememiş ülkelerde serbest piyasa serbestiyeti kısıtlayıcı bir rol oynamaya başlayabiliyor. Ancak her şeye rağmen çözüm "tek adam kumarı"nda değil, demokratik ortamın çok merkezliliğinde yatıyor. Bir ülkede ne kadar çok sermaye sahibi, ne kadar çok sivil örgüt, ne kadar çok farklı fikir varsa, o ülkede sağlıklı, barışçıl ve etkili, tek adamın yetenekli ve "iyi, ahlaklı, namuslu" olmasını temenni ederek kumar oynamaya dayalı olmayan bir rejim oturtulabiliyor. Cumhuriyet temelinde yeni yeşermeye çalışan demokrasilerde bu vesayet altında gerçekleşiyor, bu açıdan aydınlanmacı faşizm (Atatürk deneyi gibi) bir yere kadar kabul edilebilir, ancak bir kere bu aşamaları geçmiş bir toplumda, bu aşamaları geçmek için atılan ilk adımlardan ibaret olan bu dönemleri özlemek ve yüceltmek de sağlıksız ve gericidir. Hele adım adım Azerbaycan'ın seçime dayalı monarşisine benzer bir rejim tesis edilirken (en ciddi siyasi toplantılarda adam sayın bakana demiyor da, damada söyledik diyor örneğin) aydın geçinenlerin hadsiz ve dokunulmazlığına sığınarak sırıtan bir tavırla demokratik kültürü zedeleyici demeçler vermesi vatana ihanettir.
Daha önce birkaç yazımda kullandığım bir darbımeseli, girişteki Perikles alıntısına gönderme olarak bu yazıda da paylaşayım. Gerçi Perikles'in atalardan bahsetmesi vs hususları üzerinde de durarak, milliyetçilik ve demokrasinin ezelden beri iç içe olduğuna dair güzel tespitler de yapmak mümkündü, ancak yazıyı çok da uzatmayayım, hikayeyi anlatayım: Vaktiyle, iki Avşar, artık Allah'ın dağında nasıl olmuşsa, silah altına alınmışlar milli mücadele için. Sarız'dan Kayseri'deki tren istasyonuna kadar, redif taburuyla yürüyecekler, tabii ilk defa köylerinden çıkıyorlar. Yürürlerken, köy arkalarında kalıyor, Avşarlar şaşırıyor tabii "vatan toprağı"nın genişliğine. Biri gidip komutana soruyor, "Gomtanım buralar bizim mi?", komutan "evet evladım" diyor. Az daha gidiyorlar, bambaşka bir yer, Avşar yine soruyor, "Gomtanım buralar da mı bizim?", komutanın cevabı yine aynı. İlerliyorlar, git git bitmiyor vatan toprağı: Uçsuz bucaksız, çorak, kurak Anadolu arazisi. Avşar yine yanaşıyor çavuşa, "Gomtanım buralar da mı bizim şimdi?", usanıp "Evet evladım" deyince komutan, "Yavv bu gavurun da saldırdığı gadar varımış, her yeri biz almışsık adamlara toprag galmamış gomtanım" diyor Avşar, yiyor komutandan tokadı tabii. Derken trene binip, bir başka istasyona götürülüyorlar. Artık nerede inmişlerse, Avşar büyüleniyor: Aydınlık, çok güzel bir yer, büyük büyük binalar, medeni bir muhit. Avşar yine çavuşu buluyor, "gomtanım" diyor, "burada bizim he mi?". Komutan "evet evladım" diyor yine tokadı hazırlayıp, fakat Avşar'ın tepkisi bu defa başka oluyor: "Yavv bura güzelimiş, ölek de buraları düşmana vermeyek".
Dün dünde kaldı. Milliyetçilik, falanca kağanın anısını yaşatma hobisi değildir. Milleti için en güzeli, en iyiyi, en doğruyu istemek, istiklal kadar hürriyete de düşkün olmaktır. Şu halde anti-demokrat tezlerin milliyetçilik içinde yayılmasını zararlı, demokrat bir mücadele sonucu bir kısmı İYİ Parti'ye giderek, bir kısmı başka yollarla yepyeni bir milliyetçiliğin kapısını aralamaya çalışan muhalif ülkücü hareketi faydalı buluyorum. Bize bu demokrat aydınlanma artık ahlaka dönüşecek kadar sirayet etmeli ve demokrasi karşıtlığı; çevre düşmanlığı, kadın düşmanlığı, kategorik ırkçılık ve asker fetişizmi gibi, milliyetçilik bidat ve günahlarından sayılır hale gelmelidir. Uğruna mecbur olduğumuz için değil, buna değeceği için öleceğimiz bir ülke ancak böyle yaratılır, ancak böyle bir ülkede Türkler Türk olmaktan memnun ve mutlu olur.
Son sözüm, demokrasi için eylemci, uzlaşmaz ve zaman zaman sert olmak, ancak meşru zeminden de vazgeçmemek gerekliliğini vurgulasın: Yaşasın hainler için legalite!
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar