"Vatanseverlik alçakların son sığınağıdır" der Samuel Johnson. Bu sözün anlamını, teröristin ayağına mahkeme götüren, Apo ile masaya oturan, Türk subaylarına pusu kuranlar bugün milliyetçilik tasladıkça daha iyi anlıyorum.
Anladıkça aklıma geliyor, bizim ülkücü camia için de benzer bir durum mu sözkonusu acaba? Bir "ülküölçer"imiz var ve tuhaftır ki, bu ülküölçerin ölçümüne kimi tabi tutsak, sonuç negatif çıkıyor: ülküölçeri eline alan hariç. Kıymetli Eski Ocak Genel Başkanı Harun Öztürk ile sohbetimizde buna dikkat çekti, o sohbetin ilhamıyla bu yazıyı yazayım dedim. "Tanrı ne yerdedir, ne göktedir, ne aşağıda, ne sağda, ne soldadır..." diyen vaize, "ya hoca, sen kısaca yok demeye getiriyorsun da diyemiyorsun" diyen Bektaşi gibi, belki Harun Başkan'ı da rahatsız edecek yontulmamışlıkla kolları sıvayayım.
Ülkücü hareketin "80 faciası" sonrası kolektif bilinçaltı büyük travmalarla dolmuştur. "Biz içerdeyiz, fikirlerimiz iktidarda" sözü eğer müstehzi değilse katılmadığım bir söz, ancak "öpmek istediğimiz elden yumruk yedik" durumu çok güzel tespit ediyor. Bu büyük yıkım, ardından kurulan "Yeni Türkiye"nin ülkücüleri sudan çıkmış balığa döndürmesi, Yazıcıoğlu'nun ihaneti, merkez sağ partilerinin -biraz da Başbuğ'un uzayan kol bizden olsun diyerek yönlendirmesiyle- yetişmiş insanlarımızı devşirmesi, fiziki sorunlar (hapse girip işsiz kalmak, okuldan atılmış olmak vs) birleşerek ruh hali bozuk bir ülkücü camia yarattı. Çok az insan bu süreçte muvazenesini öyle ya da böyle muhafaza ederek bugünlere geldi. "Sapanlar" için, suçlama değil ama tespit nevinden şu söylenebilir: Özellikle cezaevine girenler ve çevrelerinde büyük bir islamcılaşma hasıl oldu. Biraz imkan sahibi olup, bu imkanı yatırıma dönüştürmek isteyenler, çoğu bir daha geriye dönüp bakmamak üzere "sağcı" kimlikleri baki kalmak üzere, ülkücü evini terk ettiler. Bir kısım, günlük hayatına tutunarak "oy veren seçmen" oldular, ki bunlar da bayağı kalabalıktırlar.
Böyle bir manzarada "kalanlar"ın çok korumacı ve haşin olması elbette beklendiktir. Fakat bu yazıya konu edeceğim anlayış, bu "kalanlar"ın anlayışından çok, bu insanlarda böyle bir psikoloji olduğunu fark edip, bunu sömürerek, onları korkutarak mini Tayyipler olarak saltanat sürenlerin anlayışı.
İslamcıyı düşünün: İslamcının en sevdiği ortam, İslam'ın aşkın (transandantal), elle tutulmaz, soyut, korkutucu, "Allah'ın taş yaptığı" ve muhatabının da taş olmaktan korkan çocuk psikolojisinde olduğu ortamdır. Elle tutulan, gözle görülen İslam ile alakadar bir islamcılık düşünülemez, böyle olduğu zaman islamcıya ihtiyaç kalmaz zira. İslamcı, "islam adına" konuşabileceği bir ortam yaratmalıdır, o yüzden mevcut düzen tağut düzenidir, her şey haramdır, sen hiçbir şey bilmiyorsundur, islamcı sana bir büyüklük edecek ve seni cehennemden kurtarma yollarını gösterecektir. Türkiye gibi hemen herkesin müslüman olduğu bir yerde, islamcılık tekfirle kol koladır: "E abi onlar da Cuma'ya gidiyor?" diye sorduğunda, senin bu paydaşlığı görmene engel olmak için, hep "daha müslüman" bir ideal çizecektir gözünün önüne. Bu ideali de, her merhalede daha yukarı taşıyacaktır, asla "düzgün müslüman" bulamayacaksındır, o asr-ı saadette kalmıştır. Pozitif kısır döngü dedikleri bu: Sen islamcının her arzusunu yerine getirdiğinde, daha üstü, daha yukarısı Allah adına sana dayatılır. Gerçek ve etten kemikten müslüman, islamcıların olduğu yerde fikren bile olsa, barınamaz, zira barınması, islamcının bütün mekanizmasını bozacaktır.
Yukarıdakinin sibernetik açıdan birebiri, ülkücü camia için de geçerli. Son genel başkan seçimi tartışmalarına bakınız, "partiyi dava etmeyi Ülkü Ocakları'nda mı öğrendiniz?" sorusu tarif ettiğim zihniyetin çok güzel bir örneğidir.
Biraz daha inceleyelim. Harun Bey'in sorduğu gibi, kime ülkücü diyeceğiz? Ülkücü camianın kurumlarının fiziki mekanları içerisinde belli bir zaman dilimini dolduranları mı örneğin? Emeklilik gün sayısı sayar gibi, ocakta çay mı sayacağız? Eşeği ocağın seminer salonuna bağlasak, bu öngörülen süre her ne ise, onu doldurduğunda, al ülkücülük mazbatanı, sen artık ülkücü bir eşeksin diye yollayacak mıyız? Yahut doktriner hakimiyet midir mesele? Öyleyse doktriner hakimiyeti pek olmayan, ilmi eksik fakat irfanı derin Anadolu ereni soyundan ağabeyleri, ablaları ne yapacağız? Yahut lidere sadakati şeref addeden bir tuhaf kesim var ki, bunu yeni bir dine benzetmiştim.
Fakat daha da tuhaf bir durum var. "İddialı bir ülkücü" ortaya çıktığında hemen beliriveren ülküölçerler, iddialı ülkücüde bin tane kusur buluyor da, "dışarıdan gelen" eğer islamcı ise pek bir müsamahakar oluyoruz. Dava için emek harcamış, varını yoğunu, zekasını, enerjisini vakfetmiş insanları bir çırpıda silebiliyoruz da, bir islamcı 30 yıl önce ocakta bir çay içti diye, "aslında ülkücüdür" deyip sempatiyle bakabiliyoruz. Gerçi bunun, islamcıların "oyunu kuralına göre oynayıp" ülkenin kimi elit köşelerinde, biraz çirkince de olsa yer tutabilmeleriyle alakası vardır. Ülkücü yönetmen, senarist, oyuncu, gazeteci, televizyoncu göremeyenlerin, "herhalde bize en yakını bunlardır" diyerek islamcılara sempati ile bakması, nefret ettiğim ama anlaşılabilir bir durumdur.
İslamcılık nasıl islamın ve daha doğrusu müslümanın olmadığı yerde ortaya çıkıyorsa, bahsettiğim ülküölçer de ülkücünün olmadığı yerde ortaya çıkıyor. Söylemem gerekir ki, elbette ideolojik açıdan eleştiriler, reddiyeler ve sorgulamalar normaldir. Ülkücülük belli bir takım beklentiler yaratır. Ön koşulları sağlamanız gerekir. Ancak bu beklentilerin ne olduğu ve bu koşulların nasıl tespit edileceği, nasıl sorgulanacağı ve "mikyasın ne olduğu" hususunda sorun var, tam olarak bu yüzden ortada ülkücülük yok. Mesela, "yeni ülkücü" kazanmak amacımız değil midir? Ülkücü olmayan biriyle ilişkimiz, bize silah sıkmadığı sürece, onun ülkücü olmasını sağlamak için mesai üzerine kurulmaz mı? Bu sorunun cevabı eğer gerizekalı değilsek "evet"tir, zira ülkücülük bir emekli dayılar kulübü değildir, masa başında kendimizi seçkin ve ayrıcalıklı kabul edip "diğerleri"ni aşağılayacağımız bir lokal ortamı ocaklarımıza uymaz. Fakat biz "yeni ülkücü"ye nasıl muamele ederiz? "Eskiden şucuydu", "eskiden falanca partiliydi..." Teşbihte hata olmasın, böyle durumlarda aklıma hep peygamber geliyor. Düşünün ki, Ebu Bekir'e "yav Ebu Bekir, sen eskiden putperesttin, iki dakka sus" diyor peygamber. Yahut, "tövbe ederseniz bizimle eşit olursunuz" değil de, "bize katılın ama ömrünüz boyunca ikinci sınıf olacaksınız" diyerek insanlara tebliğ yapıyor. Böyle yapmadı tabii; "iyi"yi, "doğru"yu bildiğini yahut aradığını vaad eden ideolojilerin de böyle yapması absürt olur. Ülkücülük bir aile kimliği değildir, aile kimliğine dönüşmesi de büyük bir tehlikedir.
Pekala nereden çıkıyor bu ülküölçerler? Ülkücü gettosundan, yazının başında ülkücülerin psikolojisinin bozuk olduğunu söylemiştim. Bu bozuk psikoloji onları bir gettoya hapsetti. Meşhur filmdeki gibi, bir köy var ve büyükler dış dünyadan o kadar bezmişler ki, çocuklara köyün etrafında canavarlar var diyorlar. Her gece canavar kılığında gezip, korkuyu pekiştiriyorlar. Bir zaman, bu gettoya kısılıp kalmış ülkücülere kafesteki aslanlar demiştim, hala geçerlidir. Bu çok menfi bir durum yaratıyor: Teşkilat ahlakı, teşkilat terbiyesi... Bu korkunçtur, zira ülkücülerin ahlak ve terbiye ile rabıtalarının kalmadığını gösterir. Teşkilat ahlakı, teşkilat terbiyesi olmaz, ahlak ve terbiye olur: Teşkilat ahlakınız ahlaksızlığı dile getirmenize, teşkilat terbiyeniz terbiyesizliklere dikkat çekmenize engel oluyorsa, ahlaksız ve terbiyesizsiniz demektir. Kendine ait "ayrıcalıklı ahlak" anlayışı genelde sol örgütlere ve mafyaya, yahut islamcı yapılara mahsustur. Teşkilatların en fazla yönetmelikleri, adetleri, kuralları olur: Genel ahlak ve terbiye kuralları her zaman caridir.
Öyleyse çözüm basit: Bilimsel düşünce, evrensel ahlak. Bir insanla -ülkücü olsun ya da olmasın- nasıl muhatap olacağımızı belirleyen adab-ı muaşeret ve ahlak kuralları, dile getirilen bir savın hem nasıl teşekkül etmesi gerektiğini, hem de nasıl sorgulanabileceğini belirleyen bilimsel yöntem ve felsefi mantık disiplini, yeterli ve güzeldir. Bunların yokluğunda beliren sahte peygamberler, ülkücünün kısılıp kaldığı gettosunda, ona asla ülkücü olamayacağını, ama kendisinin de en doğru ülkücülük reçetesinin sırrına vakıf olduğunu söyleyerek saltanatlarını devam ettirirler. Aynı, islamcının asla müslümanlardan memnun olmaması gibi.
Ülkücü camianın önünde bu yol ayrımı var: Ya normalleşmek, medenileşmek ve gelişmek; ya ülküölçerlerin asla tatmin olmadığı bir düzlemde, önümüze atılacak kemiklerin hayaliyle köpekleşmek. Şükür ki, ülkücü irade ikincisine kati bir rest çekti, ilki Meral Hanım önderliğinde gerçekleşsin diye, elimizden geleni yapıyoruz.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar