Alman Mucizesi'nin arkasında, Prusya'nın ruhu var. Prusyalı soyluların yarattığı II. Reich'ın ruh iklimi, II. Dünya Savaşı'na da, yenilginin arkasından Almanya'nın yeniden toparlanma sürecine de damga vurmuştu.
Ne var ki, Türkiye'de özellikle gençler arasında ciddi bir Nazi ve Hitler hayranlığı var. Uzaktan baktıkları için, resmi tam olarak göremiyorlar; içeriyi de bilmiyorlar. Hans Langsdorff gibi adamları görünce, bir kahramanlık ve asalet çağı özlemi nedeniyle, Naziler ve Hitler'i seviyorlar. Halbuki, Hitler II. Reich'ın ruhunu bozan, onu tersine çeviren, ayak takımını tepeye taşıyan bir adam. Kendisinin de bir ayaktakımı mensubu olduğu, ünlü Mareşal ve Hitler'den önceki Alman devlet başkanı Paul von Hindenburg'un Hitler'e "Bohemyalı Onbaşı" demesiyle sürekli vurgulanıyor. Bohemyalı, çingene anlamına da gelir. Hitler'in orduda aldığı en büyük rütbe onbaşı idi, bu esmer, eğitimsiz, hırçın ve bozuk aksanlı adama, elbette kadim Alman soylularının ve Töton Şövalyeleri'nden bu yana süregelen geleneğin temsilcisi "elit"ler tepeden bakacaklardı. (Manşetteki resim, Hindenburg ve Hitler'in bir fotoğrafıdır.)
II. Dünya Savaşı esnasında Alman Silahlı Kuvvetleri'nde Wehrmacht ve Waffen-SS ayrımı vardı. Wehrmacht, bildiğimiz, nizami ordu idi: Almanya'nın yenilgisi sonrası kurulan Reichswehr ve işsiz kalan subayların oluşturduğu, gönüllü sınır birliklerinden oluşan Freikorps (bağımsız kıtalar) birleşince meydana gelmişti. Kendi gelenekleri, bir "şeref kodu", haysiyeti vardı. Waffen-SS ise, ta Nacht der langen Messer'de (uzun bıçaklar gecesi) ortadan kaldırılan SA'lar zamanından bu yana geleneksel biçimde "ayaktakımı" arasından oluşturulan Nazi Partisi paramiliter örgütlenmesinin "orduya benzetilmiş" hali idi.
Bu iki örgütlenme arasında yer yer bir rekabet, özellikle Wehrmacht cihetinden Waffen-SS'e karşı ise bir aşağılama sözkonusuydu. Ordu birimleri arasındaki rekabeti yabana atmayın; özellikle Japonya'da, ordu ve donanma arasındaki rekabet meşhurdur. O kadar ileriye gitmişti ki, ordunun kendine ait ayrı bir donanması, donanmanın kendine ait ayrı bir ordusu vardı. Almanya'da da özellikle Luftwaffe, yani hava kuvvetleri, başındaki adam Göring'in karakteri nedeniyle, diğer ordu birimleriyle ciddi bir rekabet içindeydi. Waffen-SS ise, devlet-parti tarafından seviliyor, fakat ordu mensupları tarafından, özellikle asker sülalelerinden gelen, ciddi, ağırbaşlı Prusyalı elit sınıf tarafından aşağılanıyordu.
Bu durum, savaş sonrasında daha çok gündeme geldi. Zira Almanlar, savaş suçlarını ekseriyetle Waffen-SS'in işlediğini, Wehrmacht'ın ise savaş hukukuna uygun hareket ettiğini düşünüyorlardı. Bu çok gündeme getirildi ve savaş sonrasındaki yargılamalarda bir nebze olsun başarı sağladı: Waffen-SS üyeleri direkt olarak suça ortak kabul ediliyorlardı. Wehrmacht üyeleri ise, ayrıca değerlendiriliyor, eğer esirlere kötü davranma, esir almadan infaz, yargısız infaz, soykırım gibi savaş ve insanlık suçlarını doğrudan işlemedilerse, ceza almıyor ya da kısa cezalarla kurtuluyorlardı.
Ceza alan Wehrmacht mensuplarının en kıdemlisi, Wilhelm Keitel olmuştu. Kendisi ordu mensubu olduğu için, partiye üye olması yasaktı. Ancak Hitler tarafından kendisine verilen "Nasyonal Sosyalist Partisi Şeref Üyeliği" ve Ruslara karşı soykırım öngören Barbarossa Kararnamesi'ndeki imzası, Keitel'i idama götürdü. Şerefli bir asker olarak kurşuna dizilerek ölmek istemişse de, bu isteği yerine getirilmedi ve asılarak idam edildi. Son sözleri, "Tanrının Alman milletine merhamet göstermesi için dua ediyorum. Benden önce iki milyondan fazla Alman askeri Atayurt için ölüme yürüdü. Şimdi ben de evlatlarımı takip ediyorum, hepsi Almanya için." oldu.
Hal böyleyken, bu yazıda Wehrmacht mensubu, Hitler'le arası iyi olmayan yahut Nazilerle mesafeli duran, ancak savaş alanında kahramanlıklar göstermiş üç az bilinen generali ele alacağım. Meşhur Band of Brothers'ta teslim anı canlandırılan Theodor Tolsdorff'un konuşması, her ne kadar tarihi gerçekliğe pek uymuyorsa da, bu çeşit Alman subayının karakteristiğini çok güzel özetliyor. Bu vesileyle onu da anmış olalım. Sevilesi Naziler başlığı, bu veçhile, yalnızca dikkat çekmek içindir, sevilecek Nazi yoktur.
İlk olarak, Hermann Balck'ı ele alalım. Prusyalı bir subay ailesinden gelen Balck, şövalyelerin sonuncularındandı. 1922 yılında atandığı 18. Süvari alayında tam 12 yıl görev yapmıştı. Büyük büyük dedesi Duke Wellington emrinde Kraliyet Alman Lejyonu'nda görev yapmış, dedesi ve babası önemli askeri görevlerde bulunmuş bir adam olarak, ilginç bir şekilde, asla kurmay olmamış, kurmay akademisine gitmemişti.
Tarih sahnesine kahramanlığıyla ilk çıkışlarından biri, Polonya'nın işgali esnasında, Meuse ırmağını aşıp, bir tepeyi güvenli hale getirmesi gereken birliğinin ırmağı geçtikten sonra aşırı yorgunluktan olduğu yere çökmesi sonucu, bayrağı alıp, "Siz ister gelin, ister gelmeyin, ben gidiyorum" diyerek tepeye yürümesi ve birliğini diriltmesiyle gerçekleşmişti. Fakat asıl müthiş başarısı, 11. Panzer Tümeni ile Rusları ezmesindedir. Emrinde yalnızca 65 çalışır durumda tank varken, vur-kaç taktikleri, çevirme harekatları ve başarılı doğaçlamalar ile, komutasının son gününde birliği tam bininci Rus tankını yok etmiş bulunuyordu. Bu operasyonların sonunda Balck'ın elinde yalnızca 12 çalışır durumda tank kalmıştı. Sadece 7 Aralık 1942 - 31 Ocak 1943 arasında, 11. Panzer Tümeni 16 tank, 12 anti-tank bataryası, 215 ölü ve 1019 yaralı verirken, 225 Rus tankı, 347 anti-tank bataryası, 35 topçu bataryası ve 30.700 Rus askerini yok etmeyi başarmışlardı.
Kendisine verilen 2 haftalık izinde, 1500 marklık "karısıyla tatile çıkması" için verilen ödemeyi harcamamış, yeniden eski 11. Panzer Tümeni'nin askerleriyle buluşunca, onlarla bir gecelik kutlama yapmak için kullanmıştı.
Fedor von Bock, Balck kadar yeteneklerini sergileme fırsatı kullanmış bir asker değildiyse de, Hitler'i sevmediğini açıkça belli eden Alman aristokratlardandı. Bock da, nesiller boyu subaylık yapmış köklü bir Prusyalı asilzadeler ailesindendi.
Bock, aile geleneklerinden ötürü devlete sadakati her şeyin üzerinde tutan, bir askerin en şerefli eyleminin vatan için ölmek olduğunu düşünen tam bir Prusyalı'ydı. Bu yüzden Almanya savaşa girince sonuna kadar hizmet etmiş olsa da, Nazileri sevmediğini ve onları ayaktakımı olarak gördüğünü hiç saklamadı. Von Bock'un Hitler ve diğer kurmaylarla sürekli çelişen fikirleri, İkinci Dünya Savaşı'nın en büyük "ya öyle olsaydı" sorularından birini teşkil eder: Agresif bir komutan olarak bilinen von Bock, büyükçe bir Bliztkrieg'i doğrudan Moskova'ya uygulayıp, cephe genişletme ve lojistik hatlarını güvene alma işini piyadeye bırakmayı öneriyordu. Fakat von Bock'un önerileri dikkate alınmamış ve Almanya nihayet geniş bir cephede, üç büyük stratejik hedefe yönelen (Moskova - Leningrad - Stalingrad) oldukça yıpratıcı bir savaşa girmişti.
Doğu cephesinde kahramanca çarpışan ve Hitler'in planlarını doğru bulmadığını açıkça belirttiği için sık sık görevden alınan von Bock, savaşın son günlerinde arabasının bir uçak tarafından vurulması ile hayatını kaybetti.
Ve en ilginci, en sonuncusu: Dietrich von Saucken. Asker-Kral Friedrich Wilhem alayında, Prusya'nın eski bir asilzadesi olarak, Prusya'nın en şöhretli birliklerinden birinde göreve başlayan von Saucken, yine tam bir şövalyeydi. Süvari kılıcını asla yanından ayırmaz, monokl denen tekli gözlük takar ve Naziler ile Hitler'i sürekli aşağılardı.
Polonya'da, Fransa'da ve Doğu Cephesinde sayısız başarılar gösteren von Saucken, Nazileri sevmese de, Nazilerin ihtiyaç duydukları başarılı bir komutandı. Zırhlı birliklerin değeri ve özelliklerini iyi kavramış, çok kereler sayıca kendisinden üstün olan Rus birliklerini yenmeyi başarmıştı. Bu nedenle, Doğu Prusya'yı koruma görevi kendisine verildi.
Bu görev verilirken von Saucken'in verdiği tepki, bu yazıda anlatmaya çalıştığım ayrımı çok güzel özetliyor. Saucken, Hitler'e Nazi selamı vererek "Heil Hitler!" diye bağırmamıştı: Asker selamı vermişti. Üstelik, yasak olmasına rağmen, süvari kılıcını Hitler'in huzurunda taşımaya devam ediyordu. Hitler, Doğu Prusya'yı savunurken oranın Gauleiter'i, yani bölge sorumlusu Nazi Partisi yetkilisine bağlı olacağını söylediğinde, von Saucken daha da ileri gitmişti: Hitler'in masasına eğilip, elini masaya vurup, "Bay Hitler, bir Gauleiter'den emir almaya hiç niyetim yok!" diye bağırmıştı. Mein Führer yerine Herr Hitler hitabı kullanması, masayı tokatlaması, emirlere karşı gelmesi... Bunların her biri başlıbaşına von Saucken'i idama götürecek suçlar olmasına rağmen, Hitler mealen "tamam ne halin varsa gör" diyerek generali kovmakla yetinmişti.
Bu eşsiz şövalye, seciyesini Prusya savunmasında da göstermişti. Sonuna kadar direnen von Saucken, kurtarılması için gönderilen gemilere ve en son uçağa yaralı askerlerini bindirmiş, adamlarını terk etmeyi reddetmişti. O dönemde, Alman generaller mümkün olduğunca İngiliz ve Amerikan kuvvetlerine teslim olmayı tercih ediyorlardı: Ruslara teslim olmak ölüm, işkence ve aşağılanma demekti. Bunu bilmesine rağmen von Saucken adamlarını kaderleriyle baş başa bırakarak, bir çok rütbelinin yaptığı gibi batıya kaçıp nihayet Amerikalılara teslim olmamış, askerleriyle birlikte Rusların eline düşmüştü.
Ruslar, bu kahraman subaya işkence etmişler ve onu hayatının sonuna kadar tekerlekli sandalyeye mahkum etmişlerdi. Nihayet 1955'te salındığında, Bavyera'ya dönüp, çocukluk hayalini gerçekleştirerek ressam oldu. 1980 yılında yerleştiği kasabada öldü.
M. Bahadırhan Dinçaslan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Yorumlar (1)